Remove ads
Türkiye'de 1945 yılından beri devam eden siyasi dönem Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Türkiye'de çok partili dönem, 1945 yılında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) dışında ikinci bir partinin -Nuri Demirağ liderliğindeki Millî Kalkınma Partisi (MKP)- kurularak 1946 genel seçimlerine çok partili sistemle gidilmesi ile başlamıştır. Cumhuriyet'te çok partili hayat bundan önce Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF; 1924-25) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF; 1930) ile başlamış lakin bu partilerin ömürleri çok kısa olmuştur.
Bu maddenin tarafsızlığı konusunda kuşkular bulunmaktadır. (Şubat 2008) |
İkinci Dünya Savaşı'nı tek partili, tek liderin tüm yetkilere sahip olduğu faşist rejimler kaybetti. Savaşı kazanan iki taraftan bir tanesi Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa gibi çok partili demokrat devletler ve kazanan diğer taraf ise Sovyetler Birliği gibi tek partili sosyalist devletler oldu. Dünya'da iki siyasi kutbun oluştuğu bu dönemde Türkiye ile Sovyetler Birliği'nin arası bozulmaya başladı. 1945 yılının Mart ayında, iki devlet arasında 1925 yılında imzalanmış dostluk ve tarafsızlık antlaşmasının yenilenmeyeceği Josef Stalin yönetimi tarafından ilan edildi. Ardından antlaşmanın yenilenmesi için Sovyetler Birliği boğazlarda üs ve doğuda toprak talebinde bulundu. Türkiye 22 Ağustos ve 18 Ekim 1945 tarihlerinde bu talepleri tamamen reddetti. Türkiye, Sovyetler Birliği'nin agresif politikalarına devam etmesinden dolayı ABD'ye yakınlaşmak durumunda kaldı.
ABD, Türkiye'ye siyasi ve ekonomik destek verebilmek için Türkiye'nin çok partili sisteme geçmesini şart koşuyordu. CHP, "Millî Şef" unvanlı tek parti rejimini, çok partili demokrat devletler savaşın üstünlüğünü ele alana kadar korumuştur. Sovyetler Birliği'nin tehditleri sonucu Türkiye'nin zor durumda kalması, Türkiye'nin batı ittifakına katılımını mecburi bir duruma getirdiği değerlendirmesi yapıldı ve CHP yönetimi çok partili sisteme, demokrasiye geçiş kararı aldı. Bu konu hakkında dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı şöyle dedi:
İsmet İnönü, San Francisco Konferansı'na katılacak olan diplomat Feridun Cemal Erkin'e şöyle dedi:
TBMM'deki ilk muhalefet ve İsmet İnönü'nün 19 Mayıs 1945 tarihindeki söylevi çok partili yaşamı müjdeliyordu. 29 Mayıs 1945 tarihinde TBMM Şükrü Saracoğlu Hükümeti'nin güven oylamasını yaptı ve neticeler sonunda 7 kişinin hükûmete güvensizlik oyu verdiği görüldü. Bu isimler; Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, Emin Sazak, Hikmet Bayur ve Recep Peker'di.[3] Bu küçük kıvılcımın dört ismi Celâl Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü 7 Haziran 1945 tarihinde Dörtlü Takrir adlı önergeyi CHP Grup Başkanlığına sundular. Dörtlü Takrir, parti içinde özgür bir tartışma ortamının yaratılmasını istiyordu. O günlerde de TBMM Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nu görüşmekteydi. Kanunun özellikle 17. maddesi çok büyük tartışmalara neden oldu ve maddeye muhalefetin başında ise Aydın milletvekili Adnan Menderes geliyordu. Söz konusu madde büyük toprak sahiplerinin topraklarını sınırlandırıyor ve büyük bir kısmının toprak sahibi olmayan köylülere tahsis edilmesini öngörüyordu. Adnan Menderes de bir toprak ağası olduğu için şiddetle muhalefet etmekteydi. Ancak bu muhalefete rağmen kanun 11 Haziran 1945 tarihinde kabul edildi. Hemen ertesi gün Millî Şef İsmet İnönü Dörtlü Takrir'i CHP grubuna reddettirdi.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin TBMM grubu Dörtlü Takrir'i reddedince takrirde imzaları bulunan Adnan Menderes ve Fuat Köprülü Vatan gazetesinde muhalif yazılar yazmaya başladılar. CHP bu davranışı etik bulmayarak bu iki ismi 21 Eylül 1945 tarihinde partiden ihraç etti. Bu karara tepki gösteren Celâl Bayar 28 Eylül 1945 tarihinde milletvekilliğinden istifa etti. İsmet İnönü 1 Kasım 1945 tarihinde yaptığı konuşmada ülkenin tek eksiğinin iktidar partisi karşısında bir muhalefet partisi bulunmaması olduğunu söyledi ve muhalif isimlere parti kurmaları için yolu açtı. Bunun üzerine Celâl Bayar 1 Aralık 1945 tarihinde parti kuracaklarını açıkladı ve 3 Aralık 1945 tarihinde CHP'den istifa etti.
Nihayet 7 Ocak 1946 tarihinde Celâl Bayar genel başkanlığında Demokrat Parti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yepyeni bir devir açılmıştı.
Demokrat Parti (DP) kurulduktan sonra CHP bazı uygulamalara son verdi. 10 Mayıs 1946 tarihinde toplanan II. Olağanüstü Kurultay'da İsmet İnönü Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan unvanlarını üzerinden attı. Tek dereceli çoğunluk esasına dayanan seçim kanunu kabul edildi. Bazı vergiler kaldırıldı. Sendikalaşmaya izin verildi. Sınıfsal partilerin kurulması serbest bırakıldı. CHP her ne kadar demokratikleşmek için çaba gösterse de yine de iktidarı bırakmak niyetinde değildi. Bu sebeple 1947 yılında yapılması gereken seçimleri 21 Temmuz 1946 tarihine aldı. Böylece henüz teşkilatlanmasını tamamlayamayan DP karşısında iktidar ve zaman kazanılacaktı.
Çok partili sistemi savunan bir anlayış kısa zamanda Türkiye meclisinde oluştu. Buna CHP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de yaptığı konuşmalarla destek verdi. Bunu takip eden gelişmelerde, meclisteki bütçe görüşmeleri sırasında, CHP içinde başını Adnan Menderes, Feridun Fikri Düşünsel, Yusuf Hikmet Bayur, Emin Sazak gibi bazı milletvekillerinin çektiği bir muhalefet oluştu. 11 Haziran'da kabul edilen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, parti içindeki muhalefetin güçlenmesine yol açtı. Bu yasanın görüşüldüğü sırada Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan, parti Meclis Grubu'na Dörtlü Takrir olarak bilinen bir önerge verdiler. Ülke ve parti yönetiminde liberal düzenlemeler yapılmasını isteyen bu önerge, 12 Haziran'da reddedildi. Bu gelişmelerden sonra Menderes, Köprülü ve Koraltan partiden çıkarıldı. Bayar ise önce vekillikten, sonra partiden istifa etti.
7 Ocak 1946'da Dörtlü Takrir'e imza atanlar tarafından Demokrat Parti (DP) kuruldu. DP, ekonomi ve siyasette liberal düzenlemeleri savunuyordu ve kuruluşu CHP iktidarı tarafından önceleri hoş karşılandı; 1950 genel seçimlerinin kazananı oldu. Başta Başbakan Adnan Menderes başkanlığındaki hükûmet, kamu Müslümanlığına getirilen kısıtlamaları hafifletti ve Marshall Planı sayesinde gelişen bir ekonomiye başkanlık etti. Ancak on yılın ikinci yarısında, hükûmet muhalefeti sınırlayan sansür yasalarını çıkardı; yüksek enflasyon ve büyük bir borca dönüştü. Hükûmet ayrıca siyasi rakiplerini bastırmak için orduyu kullanmaya çalıştı.
Demokrat Parti programını iki esas etrafında şekillendirmişti: liberalizm ve demokrasi. Cumhuriyet Halk Partisinin ekonomi politikası olan devletçiliğin aksadığı yönler vurgulanarak CHP'ye karşı çıkılmaktaydı. Demokrat Parti üzerinde daha önceki acı tecrübelerin yarattığı ilk kuşkular dağıldığında büyük kitlelerin DP'yi desteklediği görüldü. Bunu şüphesiz iktidardaki CHP de görmekteydi. Meclis tek dereceli seçim kanununu ve 21 Temmuz 1946'da seçimlerin yapılmasını kabul ederek dağıldı. DP başta seçime katılıp katılmama konusunda kararsız kalsa bile katılmaya karar verdi. Bunun üzerine iktidar basın kanununda değişikliğe gitmeye karar verdi. İktidarın basın üzerindeki baskısı daha da arttı. Bozuk olan ekonomide dış ödeme dengesinin bozulması sonucu 7 Eylül 1946'da Türk lirasının değeri düşürüldü. Bu olay DP'ye daha çok prim kazandırdı ve iktidarın güç yitirmesine neden oldu. 1947'de bütçe görüşmeleri sırasında Başbakan Recep Peker ile DP'liler arasında sert tartışmalar yaşandı. DP, TBMM'yi terk etti. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün araya girmesi ile sorun aşıldı.[4]
7 Ocak 1947'de DP ilk kurultayını yaptı. Bu toplantıda özgürlük ve demokrasi arzuları bir defa daha vurgulanırken bunları içeren Hürriyet Misakı kabul edildi.[4] Bunun üzerine iktidar tarafından DP'ye sert hücumlar başladı. Haziran ayında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Demokrat Parti Genel Başkanı Celâl Bayar arasında bir dizi görüşmeler yapıldı ve sonunda İnönü 12 Temmuz 1947'de 12 Temmuz Beyannamesi'ni yayınladı. Beyannamede İnönü, siyasal partilerin Türk demokrasisinin vazgeçilmez unsurları olduğunu vurguladı. Başbakan Recep Peker ayrıldı ve yerine Hasan Saka getirildi.
DP içerisinde bu yumuşama ve iktidarla düzeltilen ilişkiler tepki çekti ve bunun güdümlü demokrasi olduğunu öne süren bir grup partiden ayrıldı. Bu grubu oluşturan Fevzi Çakmak, Yusuf Hikmet Bayur, Kenan Öner, Osman Bölükbaşı, Sadık Aldoğan ve Yusuf Kemal Tengirşenk, 20 Temmuz 1948'de Millet Partisini (MP) kurdu. Böylece 12 Temmuz Beyannamesi ile hem Cumhuriyet Halk Partisi hem de DP, sertlik ve otoriteryanizm yanlısı gruplardan kurtulmuş bulunuyordu. DP, 17 Ekim 1948'de ara seçimlere, seçime güven duymadığı için MP ile birlikte katılmadı. 16 Ekim 1949 ara seçimlerinde de bu tavrını sürdürdü.[5]
DP ikinci büyük kurultayını 20 Haziran 1949'da yaptı. Seçimlerde milletvekili adaylarının %80'ini örgütün saptaması kabul edildi. Bu kurultayda seçimlerde alınan oylara sahip çıkılmasını içeren Millî Teminat Andı kabul edildi. Ancak iktidar bu anda "Millî Husumet Andı" adını taktı. 16 Şubat 1950'de gizli oy, açık tasnif ve yargı denetimini kabul eden, Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan bir Yüksek Seçim Kurulunu öngören seçim yasası kabul edildi. DP bu kanuna çok çabalamasına rağmen nispi temsil ilkesini koyduramadı.[6] Bu şartlar altında Türkiye, 14 Mayıs 1950 seçimlerine gitti.
Seçim sonuçlarını takip eden 22 Mayıs 1950 tarihinde TBMM’de yapılan oylamada Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Refik Koraltan da meclis başkanı seçilmiştir. Öte yandan Demokrat Parti’nin genel başkanı olarak da Adnan Menderes seçilmiş ve hükûmeti kurma ile görevlendirilmiştir (Aslan, 2014: 40). Bundan sonraki süreç, Demokrat Parti’nin iktidar süreci olarak devam etmiştir. Demokrat Parti dönemi olarak nitelendirilen 1950-1960 yılları arası iç ve dış siyasette çok önemli gelişmelerin yaşandığı önemli bir dönem olarak tarihte yerini almıştır[7]
14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler Türkiye'de 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi. 1923'ten beridir tek başına ülkeyi idare eden Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı halk oyu ile Demokrat Parti'ye devredecekti. Seçim sonuçlarına göre DP %52.7 oy alarak 408 milletvekilliği kazanmıştı. CHP %39.4 ile 69 milletvekili ile temsil edilme hakkı kazandı. Millet Partisi 1, bağımsızlar 9 milletvekiline sahip oldular. Mustafa Kemal Atatürk'ten sonra 11.5 yıldır cumhurbaşkanlığı görevinde bulunan İsmet İnönü artık ana muhalefet lideriydi. 22 Mayıs 1950 günü TBMM açıldı. Refik Koraltan başkanlığa seçildi. Ardından yapılan cumhurbaşkanlığı oylamasında DP Genel Başkanı, İzmir milletvekili Celâl Bayar 453 milletvekilinin katıldığı oylamada 387 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin üçüncü cumhurbaşkanı seçildi. Hükûmeti kurmakla DP Aydın Milletvekili Adnan Menderes görevlendirildi. Aynı gün Menderes kendisinin ilk, Cumhuriyet'in 19. Hükûmeti'ni kurdu. 2 Haziran'da güvenoyu aldı. 9 Haziran 1950'de DP Genel İdare Kurulu Adnan Menderes'i genel başkanlığa seçti. Dünyada belki çok nadir görülen bir olay gerçekleşmişti. Uzun yıllar boyu ülkeyi kendi otoritesi ile yöneten iktidar, tamamen serbest, hür, kansız ve hilesiz bir seçim ile yerini bir başka partiye bırakmıştı. Bu yüzden 1950 seçimleri, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Beyaz ihtilal olarak adlandırılmıştır.
Hükûmet programında devri sabık yapılmayacağı belirtilerek, 27 yıllık dönemin hesabını sormaya kalkmayacağı açıklandı. Ancak DP'nin yasal anlamda ilk çalışması Arapça ezan yasağını kaldırmak oldu. Radyoda dini yayınlar yapılması ve mevlit yayınlanması üzerindeki yasaklar kaldırıldı.
II. Dünya Savaşı boyunca başarılı bir biçimde yürütülen tarafsızlık politikası, uygun dış ticaret ilişkileri geliştirmişti. Bu yüzden DP iktidarı ilk yıllarında dış kredi kaynakları bulmada başarılı oldu ve bunlardan yararlandı. Ayrıca savaş boyunca Merkez Bankası rezervleri de altın ve döviz bakımından iyi bir seviyeye ulaşmıştı. Kore Savaşı'na asker gönderilmesi ve böylece NATO'ya giriş vizesinin alınması uluslararası koşulları Türkiye'nin lehine çeviriyordu. Tarım ürünlerinin dış pazarda uygun fiyatlardan müşteri bulması ve Marshall Planı çerçevesinde dışarıdan gelen para bu ilk dönemde ciddi bir iktisadi ferahlama getirdi. Tarımda makineleşme sağlandı. Karayolları politikasına hız verildi, köyler kasabalara kasabalar da kentlere hızlı bir biçimde bağlanmaktaydı.
Kitlelerin II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan yoksulluğu henüz unutmamış olması DP'ye olan sempatiyi daha da artırdı. ABD ve Dünya Bankası raporları çerçevesinde hazırlanan iktisadi programlar ile liberal bir ekonomik anlayışın tüm alanlarda hakimiyetine çalışıldı. Ancak KİT'lerin de büyümesi sağlandı. DP özel girişimciliği KİT'ler kanalı ile desteklemiştir. Hammadde ve aramalı transferinin KİT eli ile yapılması sağlandı. Tarım kalkınmanın en önemli aracı olarak görüldü ve bir taraftan uygun fiyatta pazar politikası bir taraftan da çağdaş girdiler kullanılması yoluna gidildi. Bunda başarılı da olundu.[8]
DP iktidarı döneminde CHP'nin malvarlığı ve Halkevleri'nin durumu tartışmaya açılmıştır. Refik Şevket İnce ve yedi diğer DP'li milletvekilinin girişimi ile TBMM'de 8 Ağustos 1951[9] tarihinde kabul edilen ve 11 Ağustos 1951 tarihinde Resmî Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 5830 sayılı kanun ile Türkiye genelindeki bütün Halkevleri kapatılarak malları hazineye devredilmiştir.
14 Aralık 1953'te DP'nin girişimi ile "Cumhuriyet Halk Partisinin Haksız İktisaplarının İadesi Hakkında Kanun" teklifi Meclis genel kuruluna getirilmiş ve onaylanan kanun 16 Aralık 1953'te yürürlüğe girmiştir. Kanun ile CHP teşkilatının kullandığı Türkiye genelindeki çok sayıda bina hazineye devredilmiştir.
Haziran 1950'de Kore Savaşı'nın patlak vermesi, birlikte çalışan tüm komünist ülkelerin belirgin tehdidini arttırması NATO'yu somut askerî planlar geliştirmeye zorladı.[10] Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhı (SHAPE), Avrupa'daki kuvvetleri yönlendirmek için kuruldu ve Ocak 1951'de Yüksek Müttefik Komutanı Dwight D. Eisenhower'ın altında çalışmalarına başladı.[11] Eylül 1950'de NATO Askerî Komitesi, Sovyetler Birliği ile denge sağlamak için konvansiyonel kuvvetler kurulması çağrısı yaptı ve daha sonra Şubat 1952'de, Lizbon'daki Kuzey Atlantik Konseyi toplantısında bu durumu yeniden ifade etti. NATO'nun Uzun Dönem Savunma Planı için gerekli olan güçleri sağlamayı amaçlayan Lizbon konferansında tümen sayısının 96'ya çıkarılması çağrısı yapılsa da, bu gereklilik bir sonraki yıl nükleer silah kullanabilecek yaklaşık otuz beş tümene düşürüldü. O zaman için NATO, Orta Avrupa'da on beş civarı, İtalya ve İskandinavya'da ise on hazır tümeni çağırabiliyordu.[12][13] Lizbon'daki konferansta örgütün en rütbeli sivil amirliği olan NATO Genel Sekreterliği pozisyonu da oluşturuldu ve bu göreve Hastings Ismay getirildi.[14]
Eylül 1952'de, Danimarka ve Norveç'in savunulmasının uygulaması olan ve 200 gemi ile 50.000'den fazla personelin katıldığı, NATO'nun ilk büyük deniz tatbikatlarından biri olma niteliği taşıyan Mainbrace Tatbikatı başladı.[15] Takip eden diğer büyük tatbikatlar arasında Akdeniz'de gerçekleştirilen deniz ve amfibik tatbikatları olan Grand Slam Tatbikatı ile Longstep Tatbikatı, Kuzey İtalya'da gerçekleştirilen hava-deniz-kara tatbikatı Italic Weld, İngiliz Ren Ordusu (BAOR), Hollanda Kolordusu ve Orta Avrupa Müttefik Hava Kuvvetleri'nin (AAFCE) katıldığı Grand Repulse, Merkez Ordu Grubu'nun katıldığı simüle edilmiş atomik hava-kara tatbikatı Monte Carlo ve ABD, Birleşik Krallık, İtalya, Türkiye ve Yunanistan deniz kuvvetlerinin katıldığı Akdeniz'deki amfibik karaya çıkma tatbikatı Weldfast yer aldı.[16]
1952'de ittifaka katılan Türkiye ve Yunanistan'ın askerî komuta yapısına nasıl dâhil edileceği konusu ABD ve Birleşik Krallık'ın başı çektiği bir dizi tartışmalı görüşmeye yol açtı.[11] Bu belirgin askerî hazırlık devam ederken başlangıçta Batı Avrupa Birliği tarafından yapılan ve başarılı bir Sovyet işgalinden sonra karşı koymaya devam edecek olan, aralarında Gladio Operasyonu'nun da bulunduğu gizli "stay-behind" düzenlemeleri NATO kontrolüne geçirildi. Sonuç olarak NATO'nun silahlı kuvvetleri arasında NATO Kaplan Birliği gibi gayriresmî bağlar ve Canadian Army Trophy gibi oluşumlar oluşmaya başladı.[17][18]
1957 Türkiye genel seçimleri öncesinde Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi olmak üzere muhalefet partilerinin iktidardaki Demokrat Parti hükûmetine karşı siyasi işbirliği oluşturmuşlardır. Ancak aynı yıl seçim kanununda yapılan değişiklik ile siyasi partilerin seçimde işbirliği yapmaları yasaklandığından işbirliği fikri sözde kalmış, seçimlerden sonra parti birleşmeleri yoluyla fiili olarak kısmen gerçekleşmiştir. Bu işbirliğine tepki olarak Demokrat Parti tarafından Vatan Cephesi oluşturulmuştur.
Demokrat Parti meclis grubunun önerisi ile 1958'de yapılacak genel seçimlerin erkene alınması 11 Eylül 1957'de TBMM gündeminde görüşülmüş ve oy çokluğuyla genel seçimlerin bir yıl öne alınarak 1957'de yapılmasına karar verilmiştir. Seçim öncesinde Demokrat Parti'nin önerisi ile seçim kanununda değişikliğe gidilmiştir. Yapılan düzenleme ile siyasi partilerin birbirlerini desteklemesi ve işbirliği yasaklanmıştır. Bu yasa değişikliği TBMM'de sert tartışmalara sebep olmuş, muhalefet partilerinin yanı sıra bazı Demokrat Parti üyeleri tarafından da tepki çekmiş, Fuat Köprülü gibi Demokrat Parti üyeliğinden istifa eden milletvekilleri olmuştur.
Yasa değişikliği sonucu hukuken partiler arası işbirliği imkanı kalmadığından 1957 seçimlerine muhalefet partileri yalnız olarak girmiştir.
Seçimlerde mümkün olmayan Güç Birliği düşüncesi fiili olarak seçimlerden sonra parti birleşmeleri yoluyla 1958'de gerçekleşmiştir. 1958'de CMP ile Türkiye Köylü Partisi birleşerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ni oluşturmuş, aynı yıl ayrıca Hürriyet Partisi de CHP'ye katılmıştır. HP ile CHP'nin birleşmesini dönemin başbakanı Adnan Menderes, "Ehl-i Salip Cephesi" olarak yorumlayarak eleştirmiştir.
Adnan Menderes iktidarının uygulamalarına üniversiteler, öğrenciler ve toplumun çeşitli kesimlerinden gelen tepkiler üzerine albay ve daha alt rütbeli subaylar tarafından 1960 yılında ordu hiyerarşisine aykırı bir şekilde askerî darbe gerçekleştirilmiştir.
27 Mayıs Darbesi sonrasında cumhurbaşkanı Celâl Bayar, başbakan Adnan Menderes ve bazı bakanlar yakalanarak Yassıada'da yargı önüne çıkarıldılar. Sivil ve askerlerden oluşan bir mahkemede yargılanan siyasiler, vatana ihanet, kamu fonlarının kötüye kullanımı ve anayasaya karşı gelmek ile suçlanıyorlardı. Dava, başbakan Adnan Menderes, dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve maliye bakanı Hasan Polatkan'ın İmralı adasında 16 Eylül 1961 günü idam edilmesi ile sonuçlandı.
Adnan Menderes'in idamından üç hafta sonra 15 Ekim 1961'de Demokrat Parti'nin oy tabanının "mirasçıları" Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi oyların % 62'sini alarak 277 milletvekili çıkarmışlardır. Buna karşı Cumhuriyet Halk Partisi 173 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçim "Menderes'in zaferi" olarak nitelendirilmiş ve ordu durumdan rahatsız olmuştur.[19][20] Bunun için 24 Ekim'de Çankaya'da Ragıp Gümüşpala (Adalet Partisi), Ekrem Alican (Yeni Türkiye Partisi), İsmet İnönü (Cumhuriyet Halk Partisi), Osman Bölükbaşı (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), Cevdet Sunay, Cemal Gürsel ve generallerin önünde Yassıada mahkûmlarına af çıkarılmayacağına, Emekli İnkılap Subaylar Derneğine bağlı subayların orduya geri alınmayacağına ve Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı seçilmesi için çalışacaklarına dair protokolü imzalamışlardır.
25 Ekim 1961'de 12. dönem TBMM toplandı ve askeri rejim sona erdi.[21]
Ali Fuad Başgil'in MBK üyeleri tarafından ölümle tehdit edilerek adaylıktan çekilmesiyle 26 Ekim 1961'de yapılan seçimle tek aday Cemal Gürsel cumhurbaşkanlığına getirildi.[22]
12 Mart Muhtırası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde meydana gelen ikinci askeri darbe eylemidir. 1971 yılında 12 Mart günü saat 13.00'da TRT radyolarından okunan aşağıdaki bildiri ile ilan edilmiştir:
10 Mart'ta tüm albayların da katılımıyla çok geniş bir toplantı yapıldı ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ordunun emir ve komuta zinciri içinde hareket etmesini isteyerek kendisinin dört Kuvvet Komutanı'yla birlikte imzalayacağı bir muhtıra vererek ordunun yapılmasını istediklerini açıkça TBMM'den talep etmek ve mevcut hükûmetin istifa etmesini sağlamak formülünü ortaya attı. Bu formül büyük bir kabul gördü. Bu formülle emir komuta zinciri dışında 27 Mayıs benzeri sol bir askerî darbenin önü kesilmiş oluyordu.
12 Mart'ın her iki müdahaleden farkı parlamentonun kapatılmamış olmasıdır. 12 Mart Genelkurmay Başkanı ve dört Kuvvet Komutanı'nın imzaladıkları bir muhtıra ile ortaya çıktı. Buna bir ültimatom demek daha doğru olacaktır. Muhtıradaki şartlar yerine getirilmediği takdirde TBMM'nin kapatılacağı söyleniyordu. İlk istek de mevcut hükûmetin istifa etmesiydi. Hükûmet de hemen istifa etti. Artık 12 Mart dönemi başlıyordu. Bu dönemin adı ara rejim olarak konuldu.
12 Mart'ın yerine getirilmesini istediklerinin başında reformlar geliyordu. 12 Mart dönemi sol içerikli bir muhtırayla doğmuş oluyordu. Tarafsız bir Başbakan'ın başkanlığında parlamentodaki bütün partilerin katılacağı ama reformları yürütecek olan bakanlıkların birer bağımsız bakana verileceği bir hükûmet modeli ortaya çıktı.
I. Erim Hükûmeti'nin ömrü 1971'in aralık ayında Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın reformcu bakanları hedef alan ağır eleştirileri ve onların istifası ile son buldu. II.Erim Hükûmeti yeni bağımsız bakanları solcu olmayan daha muhafazakâr isimlerden seçilmişlerdi. Daha 2. Erim Hükûmeti kurulmadan önce anarşik olaylarda önemli bir artış olmuş ve sıkıyönetim ilan edilmişti. Sıkıyönetimle birlikte birçok solcu da tutuklanmaya başlamıştı.
1973'te ordu Faruk Gürler'in Cumhurbaşkanlığını destekler gözükse de bunda çok ısrarcı olmadı. Fahri Korutürk 6. Cumhurbaşkanı oldu. AP ve CGP tarafsız Naim Talu'nun başbakanlığında yeni ve olağan bir hükûmet kurdular. 12 Mart ara rejim dönemi artık fiilen son bulmuştu.
1973 seçimlerinde seçmen ilk defa ortanın solunda bir partiyi; CHP'yi birinci parti yapmıştır.
1970'li yılların başından itibaren bir sol-sağ çatışması ve bu çatışmanın yarattığı terör başta üniversiteler olmak üzere tüm Türkiye'yi pençesine almıştı. 12 Eylül öncesinde günlük ortalama kurban sayısı 30'a kadar çıkmıştı. Ülke en değerli evlatlarını siyasal teröre kurban veriyordu.
Sıkıyönetim ilan edilmesi gerekti. Fakat ordu, kısa bir süre önce iktidardan uzaklaştırdığı Demirel'e güvenmediği gibi, iktidarın da, bu rejimi değiştirme kavgasında bir taraf olduğunun bilinciyle, sivil politikacılara tam destek vermedi.
1973'ten sonra giderek anarşi tırmandı. Sağ-sol çatışması büyüdü. Şehirlerde kurtarılmış bölgeler ortaya çıktı. Her kademede eğitim gittikçe zorlaşıp imkânsız hale geliyordu. Yüksek bir enflasyon büyük bir ekonomik krizin haberciliğini yapıyordu.
Milliyetçi Cephe hükûmetlerinin ardından seçmen, sosyal demokratlara tarihin en büyük desteğini vererek CHP'yi 1977 seçimlerinde birinci parti yaptı. Tek başına hükûmeti kuracak çoğunluğa erişemeyen Ecevit bir takım transferlerle, bağımsız on bir milletvekilinin desteğini alarak hükûmet kurdu ama bu hükûmetin büyük başarısızlığı hem sosyal demokrasinin hem de sivil siyasetin sonunu getirdi.
Ne birinci ne de ikinci MC hükûmetleri ne de Ecevit'in bağımsızlarla kurduğu hükûmet bu gidişi durduramadılar. Ecevit'in başarısızlıkla sonuçlanan hükûmet denemesinden sonra azınlık hükûmeti olarak Demirel iktidara gelmiştir.
1980'de Genelkurmay Başkanı ve dört Kuvvet Komutanı Cumhurbaşkanı'na tırmanan anarşiden endişe ettiklerini ve buna mutlaka bir çare bulunmasının gerektiğini ifade eden bir mektup verdiler. Mektubu yılbaşından önce alan Cumhurbaşkanı 2 Ocak günü Başbakan Demirel'e vermiştir.
Bu süreç yaşanırken Demirel ekonomik bir "restorasyon" programını, Özal'ın hazırladığı ünlü 24 Ocak 1980 kararlarını yürürlüğe koydu.
1966'da Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in hastalığı yüzünden TBMM tarafından görevinden alınmasından sonra cumhurbaşkanlığına Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay seçildi. Sunay'dan boşalan genelkurmay başkanlığı görevini 16 Mart 1966'da Cemal Tural devraldı. Tural'ın 3 yıllık genelkurmay başkanlığı görevinden sonra 16 Mart 1969'da yerine Memduh Tağmaç getirildi.
Mayıs ayında Meclise 218 imzalı bir anayasa değişikliği teklifi verildi ve siyasi hakların iadesi öngörüldü. 14 Mayıs 1969 tarihinde, uzun yıllardır kavgalı olan iki lider, İsmet İnönü ve Celâl Bayar buluştular ve barıştılar. DP'lilere haklarının iadesini zaten CHP de öngörüyor hatta İnönü bu fikre öncülük ediyordu.[23] Aynı günlerde Ankara'daki genelkurmay karargahındaysa çok farklı hazırlıklar yapılıyor ve ordu, Bayar ve arkadaşlarına siyasi haklarının iade edilmemesi için darbe yapmayı düşünüyordu.
Amerikan Dışişleri Bakanlığının belgelerine göre, 19 Mayıs 1969 akşamı Ankara'daki Merkezî İstihbarat Teşkilatı'ndaki bir CIA görevlisinin Washington'a gönderdiği mesajda, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin müdahaleye 16 Mayıs günü karar verdiği söyleniyordu. Aynı gün Cumhurbaşkanı Sunay, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarıyla bir hayli uzun bir görüşme yapmıştı. Bu görüşme sonrası ordunun anayasa değişikliğini istemediği saklanamaz bir gerçek hâlini almış, gazetelere de yansımıştı.[24]
20 Mayıs'ta İnönü, Cumhurbaşkanı Sunay'a bir mektup yazdı. Mektupta,
“ | Sayın Cumhurbaşkanı, CHP Genel Başkanı olarak ben ve partimin yetkili organları, siyasi hakların iadesi için Millet Meclisine verilmiş bulunan 218 imzalı bir anayasa değişikliği teklifini destekleme kararı aldığımızdan beri, gerek Zatı Devletlerinin, gerek bazı yüksek komutanların uyarı ve ısrarlarına muhatap olmaktayız... | „ |
deniyordu. İnönü, darbe tehdidine karşı duruyordu.
Süleyman Demirel de aynı gün partisinin grup toplantısında bir konuşma yaptı ve, "Asker muhtıra vermedi." dedi, sonra ekledi:
“ | Seçimlere gidelim. Hem Meclisin verdiği oylar boşa gitmez hem de Senatomuz zedelenmez... Ordu, Hükûmete bir muhtıra vermemiştir. Biz bazı sıkıntılar içindeyiz... | „ |
Sonuç olarak birkaç gün sonra anayasa değişikliği teklifi Komisyona geri çekildi, sonra genel seçime gidildi. Süleyman Demirel önderliğinde Adalet Partisi, 1969 Türkiye genel seçimlerinde büyük başarı kazanarak yeniden tek başına iktidar oldu. Bayar ve arkadaşlarının 27 Mayıs Darbesi'yle kaybettikleri siyasi hakları 1970'lerin ortalarına kadar da iade edilmedi.
1970'te, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası'nda değişiklik yapan tasarı, Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin iş birliğiyle önce Millet Meclisi, ardından Senatodan geçirildi. Yapılan değişiklik, işçilerin sendika seçme özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlamakta, sendika değiştirmeyi güçleştirmekteydi. Yasa taslağı 11 Haziran 1970'te Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın onaylamasıyla yürürlüğe girdi.
Kanunlaşan tasarı esas olarak TÜRK-İŞ'ten DİSK'e işçi akışını önlemeyi amaçlamaktaydı. DİSK ve bağlı sendikalar yeni yasaya tepki gösterdiler. Türkiye İşçi Partisi ise söz konusu yasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğini açıkladı ve iptal davası açtı.
DİSK'li sendikacıların ve yöneticilerin tepkileri, 15 Haziran 1970 sabahı İstanbul'un belli başlı merkezlerine doğru yürüyüşe geçmeleriyle yeni bir evreye girdi. Gösterilere pek çok fabrikadan 75.000 dolaylarında işçi katıldı.[25] Gösterilen tepki esas olarak DİSK üyesi işçilerden geldiği hâlde yürüyüşlere çok sayıda TÜRK-İŞ işçisi de toplu hâlde katıldı.[26] Olayların birinci günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu sıkıyönetim mahkemelerince tutuklandılar ve yargılandılar. Kadıköy'de meydana gelen olaylarda 2 işçi, 1 polis ve 1 esnaf yaşamını yitirdi.[27] 16 Haziran'da Ankara, Adana, Bursa ve İzmir'de de küçük çaplı olaylar yaşandı.
Siyasi krizler ve işçi sendikaları tarafından gerçekleştirilen eylemlerin yanı sıra hükûmetin üstesinden gelmesi gereken bir başka durum da üniversitelerdeki öğrenci olaylarıydı. Solun bir nevi yükselişe geçtiği yıllardı. Üniversiteliler, hükûmeti politikaları nedeniyle ağır bir şekilde eleştiriyorlar ve "Türkiye’yi Amerikan bağımlılığından kurtaracaklarını" iddia ediyorlardı. Fakat bu durum üniversiteleri bir nevi çatışma merkezi hâline getiriyordu çünkü karşıt görüşlü gruplar pek çok zaman karşı karşıya geliyorlar ve olaylar çıkıyordu. İngiliz Büyükelçiliği de bu duruma dikkat çekmiş ve üniversitelerin içinde bulunduğu bu durumun askerlerin ülkeye müdahalesine zemin hazırladığı yönünde bir değerlendirmede bulunmuştu. Dört Amerikan askerinin kaçırılması da durumun ciddiyetini ortaya koyması açısından belirtilmiştir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından kaçırılan bu dört asker daha sonra serbest bırakılmışlarsa da önceki günlerde askerlerin ve onları kaçıranların bulunması için ODTÜ'ye girmek isteyen güvenlik güçleriyle öğrenciler arasında çıkan çatışma sonucu komando eri Mevlüt Meriç'in[28] öldürülmesi Türk Silahlı Kuvvetlerinde büyük tepki yaratmıştır. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, "Orta Doğu Teknik Üniversitesinde, Türk askerine, Türk oldukları iddiasında bulunanların ateş etmeleri Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde nefret uyandırmıştır." demiştir. 12 Mart Muhtırası'ndan kısa süre önce meydana gelen bu olay ülke gündemini oldukça meşgul etmiştir.[29]
Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından emir komuta zinciri içerisinde 12 Mart Muhtırası verilmemiş olsaydı TSK içinde kurulmuş olan ve içlerinde emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun da bulunduğu askerî cunta harekete geçebilirdi.[30] Cunta içine sızmış ve önemli görevler üstlenmiş olan Mahir Kaynak vasıtası ile darbe planları önceden haber alınmış ve darbeye adı karışan ve orgeneral rütbesinden daha kıdemsiz olanlar resen emekliye sevk edilmişlerdir.[31]
12 Mart 1971 Darbesi'ne giden süreçte Doğan Avcıoğlu'nun çıkardığı Devrim gazetesi etrafında toplanan ve içlerinde 27 Mayıs Darbesi'ni yapan Millî Birlik Komitesinin gerçek lideri[32] emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu'nun[33] da bulunduğu "Millî Demokratik Devrimciler", o dönemin siyasi partilerinin demokrasi anlayışının bir oyalamaca olduğunu ileri sürerek "ulusçu-devrimci yöntem" olarak ifade edilen ilkeler doğrultusunda parlamento dışı muhalefeti savunuyorlardı. Devrim gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal, çok sonraları anılarını anlattığı Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim adlı kitabında, o zamanki maksatlarının, "ulusalcı subayları ikna ederek onlarla birlikte bir 'Millî Demokratik Devrim' darbesi yapmak" olduğunu yazdı.[34]
9 Mart 1971 tarihinde planlanan darbe, içlerinde Mahir Kaynak[35] ve Mehmet Eymür'ün de bulunduğu Millî İstihbarat Teşkilatı mensuplarının durumu Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün'e haber vermesiyle akamete uğratıldı.[36]
Darbe, 12 Mart 1971 günü saat 13.00'te TRT radyolarından okunan bildiri ile ilan edilmiştir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu'nun imzasını taşıyan muhtıra şöyleydi:
1. Parlamento ve Hükûmet süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, ATATÜRK'ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve Anayasa'nın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silâhlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla Meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa'nın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir Hükûmetin demokratik kurallar içinde teşkili zarurî görülmektedir.
3. Bu husus sür'atle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silâhlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almağa kararlıdır.
Bilgilerinize.
Muhtıra metninde geçen "Atatürk'ün bize verdiği hedef" gibi ifadeler nedeniyle Doğu Perinçek, Mihri Belli gibi isimlerin olduğu Millî Demokratik Devrimciler ve Mahir Çayan'ın etkisindeki DEV-GENÇ, TÖS, DİSK ve Hikmet Kıvılcımlı gibi sol görüşlü çevreler tarafından muhtıra sosyalist görüş lehine müdahale edildiği zannıyla ilk günlerinde desteklendi. TİP'in büyük çoğunluğu desteklemese de, milletvekili sıfatıyla Mehmet Ali Aybar da muhtıra sonrası kurulan I. Erim Hükûmetini destekledi.[37][38]
Muhtırayı veren Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, orgeneral rütbesindekiler hariç 9 Mart 1971 darbe teşebbüsüne adı karışan başta Tümgeneral Celil Gürkan olmak üzere tüm subayları resen emekliye sevk etti. 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün de bu teşebbüse adı karışan Devrim yazarlarını Ziverbey Köşkü'nde Millî İstihbarat Teşkilatı vasıtasıyla sorguya çekti. Bu sorgularda, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur'un da 9 Mart hareketine önce destek verdikleri fakat sonra istihbarat bilgileri Genelkurmay Başkanı Tağmaç'a ulaşınca desteklerini geri çektikleri ortaya çıktı.[39]
İsrail Başkonsolosu'nun Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi militanları tarafından kaçırılıp öldürülmesinden sonra İstanbul'da sol görüşlü yasak yayınların toplanması için ilan edilen sokağa çıkma yasağı ve tutuklamalar zinciridir. Sonucunda TİP ve DİSK kapatılmıştır.
14 Ekim 1973 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerde TBMM 15. dönem milletvekilleri seçilmiştir. Bunun sonucunda 185 milletvekiliyle CHP iktidar, Bülent Ecevit de başbakan olmuştur.[40]
1960'ta Kıbrıs'ta yaşayan Rum ve Türk cemaatleri arasında kurulan ortaklık Kıbrıs Cumhuriyeti yaşanan iç çatışmalar sonucu sürdürülemez olmuş ve 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan cuntasının Kıbrıs'ta darbe yaptırması sonucu 20 Temmuz 1974 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Garanti Anlaşması'nın III. maddesine istinaden Kıbrıs Harekâtı gerçekleştirmiştir.
1878’de Rusya karşısında zor durumda kalan Osmanlı, Kıbrıs’ın yönetimini geçici olarak Birleşik Krallık'a verdi. I. Dünya Savaşı’nda da Birleşik Krallık, Kıbrıs’a el koydu. 1950’lerin sonlarında bağımsızlık hareketi başladı ve uluslararası anlaşmalara dayanan bir Türk-Rum Ortak Devleti kuruldu. Fakat Rumlar böyle bir Ortak Devlet’e razı olmadılar. Kıbrıs’ın tüm yönetimine kendileri el koyma yoluna gittiler; anlaşmaları, uluslararası anlaşmaları çiğneyerek ve Anayasayı çiğneyerek ve soykırımla Türklere saldırılarda bulunarak, Rumlar, 1963 yılında Ortak Devlet’i yıktılar.
Başbakan Bülent Ecevit, adada gelişmelerin kötüye gitmesi sebebi ile diplomatik görüşmeler yapmak üzere Londra'ya gitti.
20 Temmuz 1974 sabahı Türk Ordusunun Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Kıbrıs'a havadan indirme ve denizden çıkarma yapmaya başladı.
Türk kuvvetleri 22 Temmuz'da Girne'yi ele geçirdi. Türk paraşütçüleri Kıbrıs'ın başkenti Lefkoşa'nın Türk kesimine indi. Yunan birliklerinin Ada’da garantör olarak bulunan Türk birliğine saldırması ise, çarpışmaların Ada geneline yayılmasına neden oldu. 22 Temmuz akşamı Türkiye, BM Güvenlik Konseyi'nin ateşkes kararını kabul etti. Türk müdâhalesi sonucu Yunanistan'daki cunta idaresi ve Kıbrıs Nikos Sampson Hükûmeti de yıkılmıştır.
8 Ağustos'ta II. Cenevre Konferansı'nın yapılmakta olduğu zamanda Türklerin 'iyi niyet jesti' olarak Limasol ve Larnaka civarında bir miktar köyü boşaltmış olmalarına rağmen, Millî Muhâfız Alayı ve EOKA-B işgal ettikleri yerleri tahliye etmedikleri gibi ellerindeki esirleri de serbest bırakmamışlardır.
Türkiye, Rum-Yunan hükûmetleriyle anlaşmanın mümkün olmadığı kararına vararak 14 Ağustos'ta başlayıp 16 Ağustos'ta sona eren üç günlük II. Harekâtını gerçekleştirdi.
İkinci Harekâtı'nın hemen ardından 25-26 Ağustos 1974 tarihinde BM Genel Sekreteri Kıbrıs'a gelmiş ve toplumlar arasında ikili görüşmelerin başlatılmasını istemişti. İkili görüşmelerde varılan mutabakat gereği nüfus mübadelesi yapılmış ve Rumlar güneye Türkler ise kuzeye geçmiştir. Böylece iki bölgeli ve iki toplumlu bir federal yapı için uygun ortam sağlanmış oldu. 13 Şubat 1975 günü Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanı Doktor Fazıl Küçük tarafından açıklanarak gerçekleşti. Amaç federal bir Kıbrıs Devleti yaratmaktı ancak bu gerçekleşmediğinden 8 yıl sonra Türkler yol ayrımına giderek kendi cumhuriyetlerini kurmak yoluna girdiler.
15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanı gerçekleşti.
Yıllarca süren toplumlararası görüşmelerden bugüne değin herhangi bir sonuç çıkmamıştır. En son BM Kıbrıs Çözüm Planı ile iki toplum arasında yeniden birleşme imkânı da referandum'da Türklerin "evet"ine karşı Rumların "hayır" demesi sonucu gerçekleşmemiştir.
12 Mart Muhtırası sonrasında 26 Mart 1971-22 Mayıs 1972 tarihleri arasında kurulan 33 ve 34. Türkiye Hükûmetlerinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak görev yapan, 1961 Anayasası'nda değişiklikler yaptıran; Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idamlarıyla sonuçlanan Balyoz Harekâtı'nı başlatmasıyla bilinen Nihat Erim'in 19 Temmuz 1980 tarihinde İstanbul'da DEV SOL militanları tarafından uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülmesi olayı. Nihat Erim'in öldürülmesi Türkiye'de büyük bir infiale neden oldu, Bülent Ecevit ve Alparslan Türkeş millî birlik çağrısında bulundu, basın büyük tepki gösterdi. 12 Eylül Darbesi'ne giden süreç ivme kazandı.[41]
Sayın Cumhurbaşkanım,
Ülkemizin içinde bulunduğu ortamda devletimizin bekası, milli birliğinin sağlanması, halkın mal ve can güvenliğinin temini için; anarşi, terör ve bölücülüğe karşı parlamenter demokratik rejim içerisinde Anayasal kuruluşların ve özellikle siyasi partilerin, Atatürkçü milli bir görüşle müştereken tedbirler ve çareler aramaları kaçınılmaz bir zorunluk olarak görülmektedir.
Milli Güvenlik Kurulunun muhtelif toplantılarında bu konuda alınan kararların muhalefete mensup siyasi partilerin kısır tutum ve davranışları yüzünden olumlu sonuçlara götürülemediği yüksek malûmlarıdır.
Kuvvet Komutanları ile beraber yaptığım son gezilerimde Ordu ve Kolordu Komutanı seviyesindeki general ve amirallerle görüşmelerimde, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde, süratle bir sonuca ulaşabilmek için gerekli tedbirlerin müştereken tespiti amacı ile, tüm Anayasal kuruluşlar ve siyasi partilerin bir kere daha uyarılması bütün Komutanlarca müştereken dile getirildi.
Bu karar ışığında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşlerini, Milli Güvenlik Kurulu Başkanı olarak Zat-ı âlilerine sunuyorum.
Gereğini yüksek takdirlerine arz ederim.
Saygılarımla
Orgeneral Kenan Evren
Genelkurmay Başkanı
Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü
Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi, ekonomik ve sosyal ortamda her geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi, terör ve bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için, Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetiminde etkili ve sorumlu Anayasal kuruluşları ve özellikle siyasi partileri göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır.
Kahramanmaraş olaylarının yıldönümünde, henüz ilk ve orta öğretim çağındaki evlatlarımızın örgütlü eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle müşahade edilmektedir.
Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak, İstiklal Marşımız yerine komünist enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmamıştır.
İktidar olan siyasi partilerin bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri doğrultusunda hareket edecek kişilerle doldurması, kamu görevlilerinin ve vatandaşların bölünmesini zorunlu hale getirmektedir. Siyasi partilerce yaratılan bu bölünme giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine, polis, öğretmen ve diğer birçok kuruluşun birbirine düşman kamplara ayrılmalarına neden olmaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına bir çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı gruplara tavizler veren ve kısır siyasi çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir.
Bölgemizdeki gelişmeler Orta Doğu'da her an sıcak bir çatışmaya dönüşebilecek durumdadır. İçte anarşist ve bölücüler yurt sathında genel bir ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar.
Ülkede birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin yüce meclislerimizde en kısa zamanda kararlaştırılması bugünkü ortam içinde hayati bir önem taşımaktadır.
Diğer yandan meclislerin açılışından bir buçuk ay sonra komisyonların ancak teşkil edilebilmesi ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konularıı müzakere için bugüne kadar müşterek bir gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektir.
Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde milli şuur ve ilkeler etrafında toplamanın, iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apaçık bir gerçektir. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumdan bir an evvel kurtulması hükümetler kadar diğer siyasi partilerimizin de görevleri arasındadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet yasası ve kendisine verilen görev ve sorumluluğunun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin, bir an önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle biraraya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer Anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.
Korutürk bu mektubu 6 gün sakladı. Saklama gerekçesini ise yakın çevresine, "yılbaşı öncesinde halkın huzurunu kaçırmamak" olarak açıkladı.[42] 1 Ocak 1980 tarihinde Korutürk; Kenan Evren'i, kuvvet komutanlarını ve Jandarma Genel Komutanı'nı Çankaya Köşkü'ne davet etti ve onlarla bir konuşma yaptı. Bu konuşmada, kendisinin görevinin biteceği nisan ayına kadar bir müdahale yapılmamasını isteyerek isterlerse istifa edebileceğini bildirdi.[43]
Türkiye ise bu muhtırayı 2 Ocak'ta Cüneyt Arcayürek'in Hürriyet gazetesinde yaptığı haberle öğrendi.[42] Bunun üzerine Korutürk, aynı gün içinde Başbakan Süleyman Demirel ile ana muhalefet lideri Bülent Ecevit'i Köşk'e çağırarak muhtıranın birer kopyasını onlara verdi.[44] Başbakan Demirel, "35 günde ne yapılabilirse onun azamisini yaptık." şeklinde kısa bir açıklama yaptı. Mektubun muhatabını kendisi kabul etti, Millî Savunma Bakanı Ahmet İhsan Birincioğlu'nu çağırıp duyduğu üzüntüyü ve istifa etmeyi düşündüğünü bildirdi. Hemen sonra Birincioğlu'nun Evren'i ziyareti sırasında Evren ise, "Mektubun Hükûmet'e verilmediğini, mektubu okuyan herkesin böyle olduğunu rahatlıkla anlayacağını, istifa etmeyi gerektirecek bir durum olmadığını, istekleri gerçekleşirse daha rahat iş yapabileceğini, üzüntü yerine sevinç duyması gerektiğini" söyledi. Demirel göreve devam etti. Ana muhalefet lideri Ecevit, "Mektup 12 Mart'a oranla değişik, hiç olmazsa bir model göstermiyor, ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi hiçbir döneminde demokrasiyi koruma açısından bir uyarı almadı, oysa bu hükûmet daha 51'inci gününde böyle bir uyarı almıştır. Bu, aramızdaki farkı göstermektedir." diyerek Başbakan Demirel'i ve Adalet Partisini eleştirdi.
Cumhurbaşkanı Korutürk; TBMM Başkanı Cahit Karakaş, Cumhuriyet Senatosu Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil, Cumhuriyet Senatosu Millî Birlik Grubu Başkanı Fahrettin Özdilek, Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Grubu Başkanı Zeyyat Baykara ile Millî Selamet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Cumhuriyetçi Güven Partisi Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu ve Demokratik Parti Genel Başkan Vekili Mehmet Faruk Sükan'a da mektubun birer örneğini gönderdi.[45]
Muhtıradaki istekler gerçekleşmedi, 12 Eylül Darbesi'ne giden süreç ivme kazandı. Eski başbakanlardan Nihat Erim suikastla öldürüldü. Erim'in yanı sıra Ümit Kaftancıoğlu, Gün Sazak, Kemal Türkler gibi isimler de suikasta kurban gitti. 1980 yılının ilk 8 ayında ölü sayısı 1.900'ü geçti. Enflasyon %100'ün üzerine çıktı. 24 Ocak kararları açıklandı. 1980 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi krize dönüştü, 22 Mart 1980'den 12 Eylül 1980'e kadar cumhurbaşkanı seçilemedi. 30 Ağustos 1980 günü Zafer Bayramı'nın Anıtkabir'deki kısmı ile Genelkurmay Başkanlığında yapılan kutlama törenlerine katılmayan Millî Selamet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan, 6 Eylül 1980'de Konya'da "Kudüs Mitingi" düzenledi.
Yaşananların ardından 12 Eylül 1980 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yönetime el konuldu.
6 Nisan 1980 tarihinde 7 yıllık görev süresi dolacak Fahri Korutürk'ün yerine cumhurbaşkanlığına geçecek kişiyi belirlemek üzere 450 TBMM üyesi ile 184 Cumhuriyet Senatosu üyesinin katıldığı ortak oturumlarda yapılan oylamaların ilk iki turunda 3'te 2 çoğunluk (423), sonraki turlarda ise salt çoğunluk (318) arandı. 22 Mart 1980 tarihinde yapılması gereken seçim, aday çıkmaması nedeniyle 25 Mart 1980 tarihine ertelendi.[46] Bağımsız milletvekili Nurettin Yılmaz'ın adaylığını koymasıyla 25 Mart 1980 tarihinde oylamalar başladı.
En çok oyu Eski Türk Hava Kuvvetleri Komutanı ve Kontenjan Senatörü Muhsin Batur aldı. Oyu 300'ü geçti ama yeterli sayıya ulaşamadı. Batur, görev süresini tamamlayıp emekliye ayrıldıktan sonra oylamalar 11 Eylül 1980 tarihinde yapılan 124. tura kadar devam etti.
Meclis'in en büyük iki partisi olan AP ve CHP'nin liderleri Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit, seçim konusunda anlaşamadı. Oy kâğıtlarına Ajda Pekkan, Bülent Ersoy, Aynur Aydan gibi isimlerin de yazıldığı seçim turları sonuç vermedi.[47][48] 12 Eylül Darbesi'yle yönetime el koyan Millî Güvenlik Konseyinin başkanı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, 1982'deki referanduma kadar Devlet Başkanı olarak görev yaptı.
Türk Silahlı Kuvvetleri'in 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askerî müdahale, 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir.
Bu müdahale ile Süleyman Demirel'in Başbakan'ı olduğu hükûmet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1960 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir baskı dönemi başladı.
12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye'de halkın önemli bölümü tarafından, siyasi ve ekonomik sorunların hiçbirine çözüm bulamayan iflas etmiş parlamenter rejimin 'haklı' alternatifi olarak görüldü. Bu nedenle, darbeye bir direniş olmadığı gibi, büyük çoğunluk, darbe liderlerini, ülkenin yeni liderleri olarak kısa sürede benimsedi.
12 Eylül 1980'e gelindiğinde 19 ilde sıkıyönetim uygulanıyordu.
Ülkede, yönetemeyen hükûmet, karar alamayan Meclis ve ardı arkası kesilmeyen siyasi cinayetlerin yol açtığı yılgınlık havası, 12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel'in "70 sente muhtacız" sözü ile özetlenen işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile yoğunlaştı.
12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Bu durum, siyasi partilerin sürekliliği konusunda tarihsel sorunlar yaşayan Türkiye'de siyasi temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturdu, siyasi gelenekler geçici de olsa alt-üst edildi.
Danışma Meclisi (DM), öncelikle kendi üyeleri arasından 15 üyeden oluşan bir Anayasa Komisyonu seçti.23 Ekim 1981'de açılan Danışma Meclisi,[49] yeni anayasayı hazırlamaya başladı. Kenan Evren, Anayasa'nın ilk üç maddesinin "değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini" dördüncü madde olarak taslağa ekletti. Cumhurbaşkanlarının iki dönem görevde kalmalarını sağlayan maddeyi "bir dönem" olarak değiştirtti. Anayasa'daki cumhurbaşkanı yetkilerinin "az olmasını" ise ileride, Kenan Evren'in Anıları'nın dördüncü cildinde şöyle açıklayacaktı:
"Anayasa'yı düzenlerken cumhurbaşkanına verilen yetkilerin kısıtlı olmasına ben sebep oldum. İleride bu makama gelecek olanlar bu yetkileri suistimal eder diye düşündüm, onun için fazla yetki ile donatılmasını uygun görmedim."
Hazırlanan ve son şeklini alan 1982 Anayasası, 18 Ekim 1982 tarihinde Millî Güvenlik Konseyi tarafından kabul edildi. Anayasa'nın halkın onayına sunulmasından önce Evren bazı illere gidip konuşmalar yaptı. Anayasa'nın çeşitli başlıklarını halka anlattı.[50] Oy kullanırken iki renk olacaktı: Mavi renk, "hayır"; beyaz renk, "evet" demekti. Evren yaptığı konuşmalarla halkı mavi oy vermemesi konusunda telkin etti, verilecek beyaz oylarla Anayasa'nın kabul edilmesini istedi.[51] Evren, referandumdan iki gün önce de radyo ve televizyondan bir konuşma yaparak Anayasa'ya destek istedi.[52] Anayasa, 7 Kasım 1982 Pazar günü yapılan halk oylamasında %8,63 "RED" oyuna karşılık %91,37 "KABUL" oyuyla kabul edildi.[53] Evren, yürürlüğe giren Anayasa'nın 1. geçici maddesi uyarınca yedi yıllık bir süre için Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı sıfatını kazandı ve 9 Kasım 1982 günü göreve başladı.[54] Hemen sonra 21 Kasım 1982'de Ordu'ya giden Evren, oylama sonuçlarını şöyle değerlendirdi:
"Bu reyler Orgeneral Kenan Evren'e verilmedi. Bu reyler bizlere, Konsey üyelerine verilmedi. Bu reyler şunun için verildi: Millet huzur ve güven istiyor, huzur ve güven için verildi! Bu oylar devlet otoritesinin sağlanması için verildi! Bu oylar Atatürkçülük için verildi! Ve yine bu oylar birbirleriyle kavga eden, her gün birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya döken ve değil selamlaşmak, el sıkmayı bile yapamayan kişilerden memnun kalınmadığını belirtmek için verildi. Bu millet artık kavga değil, kardeşlik ve huzur bekliyor."[55]
Anayasa'nın kabulünün önemli sebebi olarak ihtilal öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe etmeleri ifade edilir.[56][57][58]
Danışma Meclisi (DM) hazırladığı Anayasa taslağını 17 Temmuz 1982 tarihinde Danışma Meclisine sundu. Danışma Meclisinin görüşmelerinin ardından taslak, 23 Eylül 1982 tarihinde kabul edildi. Tasarı, 18 Ekim 1982 tarihinde Milli Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilerek, halkoylamasına sunulmak üzere 20 Ekim 1982 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlandı. 7 Kasım 1982 Pazar günü yapılan halkoylaması sonucunda tasarı, %91.37 oranında "evet" oyu alarak kabul edildi. Halk tarafından kabul edilen Anayasa, 9 Kasım 1982 tarihinde 2709 sayılı Kanun olarak Resmi Gazete'de yayımlanmıştır.[59] Bu oran 1961 Anayasasının yüzde 61,5 olan "evet" oylarına göre çok yüksek bir kabul düzeyini yansıtmaktadır. Bu yüksek kabul oranının sebepleri arasında MGK'nin partilerüstü görünümü, medyanın sıkı denetim altında tutulması, siyasi partilerin kapatılmış olması, 12 Eylül 1980 öncesinin halkta derin izler bırakması, şiddet olaylarına tepki, eski siyasi iktidarlara güvensizlik ve referandum sonucunun "hayır" çıkması hâlinde olacakların belirsizliği sayılabilir.
6 Kasım 1983'te milletvekili genel seçimleri yapıldı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı da 6 Aralık 1983'te oluştu. Bu tarihte, Anayasanın 177. maddesi gereği, Milli Güvenlik Konseyi'nin ve Danışma Meclisi'nin hukuki varlıkları sona ermiştir.
Kabul edilen Anayasa'da bulunan; Askerî Yönetim döneminde Millî Güvenlik Konseyi, Hükûmet ve Kurucu Meclis üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde, 2010 Türkiye anayasa değişikliği referandumuna kadar kaldırılmadı.
1983'te siyasi partilerin yeniden kurulmasına izin verildi. Ancak Millî Güvenlik Konseyinin yayımladığı 31 Mayıs 1983 tarih ve 79 sayılı kararla Adalet Partisinden Süleyman Demirel, Ali Naili Erdem, Ekrem Ceyhun, Saadettin Bilgiç, Nahit Menteşe, Yiğit Köker, İhsan Sabri Çağlayangil; Cumhuriyet Halk Partisinden Sırrı Atalay, Metin Tüzün, Celal Doğan, Deniz Baykal, Ferhat Aslantaş, Süleyman Genç, Yüksel Çakmur; Büyük Türkiye Partisinden Hüsamettin Cindoruk ve Mehmet Gölhan olmak üzere 16 eski siyasetçi 121 gün süreyle Çanakkale'nin Lapseki ilçesindeki Zincirbozan askerî üssünde zorunlu ikamete tabi tutuldu.[60]
Millî Güvenlik Konseyinin yeni kurulan partilerin kurucularını veto etmesi ve bazı partilerin ülke genelindeki gerekli teşkilatlanmayı seçim dönemine yetiştirememeleri nedeniyle 6 Kasım 1983 genel seçimlerine katılmasına izin verilmeyen Büyük Türkiye Partisinin devamı niteliğinde olan Doğru Yol Partisi, Sosyal Demokrasi Partisi ve Refah Partisi'ne "Yasaklılar"; Konsey tarafından genel seçimlere katılmaları uygun bulunan Emekli Orgeneral Turgut Sunalp'ın liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi, eski Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp'ın liderliğindeki Halkçı Parti ve 24 Ocak kararlarını hazırlayan Turgut Özal'ın liderliğindeki Anavatan Partisi'ne "İcazetliler" veya "6 Kasım Partileri" denildi.
6 Kasım 1983 genel seçimlerini Anavatan Partisi kazandı, Halkçı Parti ikinci ve Milliyetçi Demokrasi Partisi de sürpriz bir şekilde üçüncü oldu. Seçimlerden sonra milletvekillerinin parti değiştirmeleri sonucunda Doğru Yol Partisi ve Sosyal Demokrasi Partisi de Meclise girdi. Daha sonra alınan başarısız seçim sonuçları nedeniyle Milliyetçi Demokrasi Partisi kendisini feshetti, Halkçı Parti ise Sosyal Demokrasi Partisi ile birleşerek Sosyaldemokrat Halkçı Parti'yi kurdu.
1982 Anayasası'nın geçici 4. maddesi ile getirilen 10 ve 5 yıllık siyasal yasakların kalkıp kalkmaması konusunda 6 Eylül 1987'de düzenlendi. Seçmen kütüklerinin belirlenmesi amacıyla 12 Temmuz 1987'de tüm yurtta sokağa çıkma yasağı uygulandı. Yüksek Seçim Kurulu, halk oylaması sonuçlarını 12 Eylül 1987'de açıkladı. Halk oylamasına 24.436.821 seçmen katıldı. Geçerli 23.347.856 oydan 11.711.461'i 'evet' (% 50.16), 11.636.395'i 'hayır' (% 49.84) çıktı. Böylece, Geçici 4. madde yürürlükten kalktı.
Bu referandumda Evet oyları ile Hayır oyları arasında sadece 75.066 oy çıkmıştır. Sonuçların açıklanmasından önce dönemin Başbakanı Turgut Özal erken genel seçim kararı almış ve aynı yıl 29 Kasım'da 1987 Türkiye genel seçimleri yapılmıştır.
25 Aralık 1995 tarihinde Yunanistan ile Türkiye arasında Figen Akat isimli Türk bandıralı kargo gemisinin Kardak Kayalıkları'nda karaya oturması sonucu Türk ve Yunan kurtarma ekipleri arasında çıkan anlaşmazlık sonucu patlayan diplomatik ve askerî kriz çıktı. İki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. Olayı 20 Ocak 1996 tarihinde ilk kez Yunan Gramma gazetesi kamuoyuna duyurmuştur. Olaylardan yaklaşık on yıl sonra ikinci bir kriz Yunan balıkçılarının bölgeye yaklaşmasıyla ortaya çıktı.
29 Ocak 1996 gecesi başkent Ankara'da dönemin başbakanı Tansu Çiller, Dışişleri Bakanı Deniz Baykal ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya; Yunanistan'a nasıl karşılık verileceği üzerine toplanmıştı. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, "O bayrak inecek, o asker gidecek." diyerek Türk Silahlı Kuvvetlerinin savaşa hazır olduğunu belirtti ve en yakın zamanda batıdaki kayalıklara asker çıkarılmasını istedi. Tansu Çiller'in açıklaması ve Türk Deniz Kuvvetlerinin de uluslararası sulara inmesiyle tam bir kriz oluştu ve iki ülke savaşla burun buruna geldi.
1995 genel seçimlerinde Refah Partisi %21 oy oranı ile 1. parti olmuş ve Tansu Çiller genel başkanlığındaki DYP ile koalisyon hükûmeti kurmuştur.
12 Eylül Darbesi sonucu ortaya çıkan siyasetin etkisiyle 1980 ve 1990'larda radikal sağcı grupların güçlenmiş ve bunun sonucu olarak Refah Partisi 1995'teki genel seçimlerinde siyasette güçlü duruma gelmiştir. 1996 yılında, seçimlerinin ardından kurulan DYP-ANAP hükûmetinin kısa sürede dağılmıştır. Bunun üzerine TBMM'de birinci parti durumunda olan RP ile DYP arasında kurulan 54. hükûmet, 8 Temmuz 1996'da TBMM'de yapılan oylamada güvenoyu almayı başarmıştır.
Başbakan Necmettin Erbakan'ın 'havada yakıt ikmali' olarak tanımladığı başbakanlık görevini hükûmet ortağı DYP Genel Başkanı Tansu Çiller'e vermek amacıyla 18 Haziran 1997'de istifasını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e sundu. Ancak Demirel, hükûmet ortaklarının arasındaki protokolü dikkate almayarak hükûmeti kurma görevini ANAP genel başkanı Mesut Yılmaz'a verdi. 12 Temmuz'da Mesut Yılmaz başkanlığında ANAP-DSP-DTP arasında kurulan 55. hükûmet TBMM'den güvenoyu aldı.
MGK'nun 28 Şubat kararlarının ardından özellikle 18 Nisan 1999 seçimlerine kadar süren zaman diliminde 14 Ağustos 1997'de 8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu TBMM’de kabul edildi. Bu kanunla İmam Hatip Liseleri dahil Meslek Liselerinin ortaokul bölümleri kapatıldı, yalnızca lise olmaları sağlandı.
24 Aralık 1995 tarihindeki seçimlerde oy oranını artırarak solun en büyük partisi hâline gelen DSP, ANAP ve DTP'yle birlikte kurulan ANASOL-D hükûmetinde yer almış ve Bülent Ecevit başbakan yardımcısı olmuştur. Daha sonra da DYP ve ANAP'ın desteğiyle DSP bir azınlık hükûmeti kurmuştur.
2012 yılında TBMM, "Darbeleri Araştırma Komisyonu" kurmuş" ve 28 Şubat başta olmak üzere askerî darbeleri araştırmaya başlamıştır. Bu sürecin yargılanması ise 28 Şubat'ta etkin rol oynayanların tutuklu yargılanması ile başlamıştır.
2 Ekim 2012 tarihinde dönemin Başbakan Yardımcısı ve DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, "mağdur" sıfatıyla ifade vermiştir. Dönemin 54. Türkiye Hükûmeti'ni "zorla devirmeye, düşürmeye ortaklık" ile suçlanan ve aralarında dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz, dönemin orgeneralleri Çevik Bir ve Çetin Doğan'ın da olduğu 103 sanık hakkında açılan dava Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesinde görülmüştür.
14 Nisan 2018 tarihinde kararını açıklayan Mahkeme Heyeti, “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekilleri Heyetini zorla düşürme veya vazife görmekten men” suçlamasıyla, aralarında dönemin Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Emekli Orgeneral Çevik Bir, Emekli Orgeneral Çetin Doğan'ın da bulunduğu 21 sanığa ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildiğini duyurmuştur.[62] Sanıkların duruşmalardaki tutum ve davranışları lehlerine kabul edilerek cezada indirim yapılmış ve ceza, müebbet hapse çevrilmiştir. Sanıklara, yaşları ve sağlık sorunları gerekçesiyle adli kontrol tedbiri uygulanmasına karar verilmiştir.
9 Temmuz 2021 tarihinde 14 sanığın müebbet hapis cezası Yargıtay tarafından onanmıştır.[63]
19 Ağustos 2021 tarihinde 14 sanık hakkında yakalama kararı çıkartılmıştır.[64]
Susurluk skandalı veya Susurluk kazası, 3 Kasım 1996'da saat 19.25 sularında Balıkesir-Bursa karayolunda Susurluk ilçesi Çatalceviz mevkiinde meydana gelen trafik kazası sonucu, yasadışı polis-mafya-aşiret ilişkilerinin ortaya çıkması ile patlak veren skandal. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli skandallarındandır.
Kazanın ardından kamuoyu, "devlet, siyaset, mafya" üçgeninde yasadışı ilişkilerin ortaya çıkartılmasını talep etti. "Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" ismi verilen sivil toplum eylemleriyle ve medyanın desteği ile üstü örtülen ilişkilerin ve faaliyetlerin açıklanmasını talep etti.
Cumhuriyet tarihinin ekonomik ve siyasi boyutuyla "en derin krizlerinden biri " olarak yorumlanır ve bu yönüyle "Kara Çarşamba" olarak da bilinen anayasa kitapçığı krizi.[65] Aynı gün İstanbul Borsası yüzde 14, ertesi gün yüzde 18 değer kaybetti. Gecelik faizler yüzde 760'a, Hazine borçlanma faizi yüzde 144'e kadar yükseldi.[65] 680.000 lira seviyesinde olan Amerikan doları bir hafta içinde 1.000.000 lirayı geçmişti.[66] Kriz sonunda çok sayıda iş yeri kapandı, işsizlik kayda değer oranda yükseldi.[66] 2001 yılı sonunda kamunun faiz harcamaları toplam vergi gelirlerinin yüzde 92,3'üne ulaştı.[67] 2001 Türkiye ekonomik krizinin nedenlerinden biri hâline geldi.
Mayıs 2002'de Başbakan Bülent Ecevit'in rahatsızlanması ve ilerleyen yaşının etkisiyle sağlık durumunun düzelememesi iddiası ile görevine devam edip edemeyeceği yönünde tartışmalar başladı. Tartışmaların Demokratik Sol Parti'nin (DSP) içine de yansımasıyla temmuz ayı içinde DSP grubunun sayısı, Ecevit'in görevden çekilmemesine tepki gösteren milletvekillerinin istifasıyla yarı yarıya düştü. Bu gelişmeler sırasında koalisyon hükûmetinin ikinci büyük ortağı Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 7 Temmuz 2002 günü, partisinin Bursa İl teşkilatının Keles ilçesinde düzenlediği 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı'nda yaptığı açıklamada 3 Kasım 2002 tarihinde erken seçim yapılmasını istedi.
16 Temmuz 2002'de koalisyon hükûmetini oluşturan üç partinin genel başkanları arasında yapılan zirve toplantısında 3 Kasım'da erken seçim yapılması kararı alındı. 31 Temmuz 2002'de TBMM Genel Kurulunda yapılan oylamada, erken seçim önergesi oylamaya katılan 514 milletvekilinden 449'unun kabul oyuyla kabul edildi.[68]
Demokrat Türkiye Partisi ve Aydınlık Türkiye Partisi, Doğru Yol Partisi listelerinden, Halkın Demokrasi Partisi, Emek Partisi ve Sosyalist Demokrasi Partisi de Demokratik Halk Partisi listelerinden seçime girdiler. Türkiye Komünist Partisi'nin katılmasıyla Türkiye tarihinde ilk kez adında komünist kelimesi geçen bir parti seçimlere katıldı. Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan siyasi yasağı nedeniyle seçimlere katılamadı.[69] Seçim takviminin 7 Ağustos tarihinde başladığı 2002 seçimlerinde, gümrüklerde oy verme işlemi 2 Ekim tarihinde başlayıp 3 Kasım tarihinde sona erdi.
3 Kasım 2002 tarihinde 81 ildeki 85 seçim çevresinde düzenlenen seçimlere katılım oranı %79,13 olarak gerçekleşti. %10'luk ülke barajı nedeniyle geçerli oyların yaklaşık %45'i TBMM'ye yansıyamadı; seçimlere katılan 18 siyasi partiden yalnızca Adalet ve Kalkınma Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi %10'luk ülke barajını aşarak TBMM'de temsil edilmeyi başardı, böylece 1946'dan sonra ikinci kez TBMM'de yalnızca iki parti temsil edildi. Geçerli oyların %34,29'unu alan Adalet ve Kalkınma Partisi elde ettiği 363 milletvekilliği ile (9 Mart 2003'te düzenlenen ara seçimlerden sonra 365'e yükseldi) tek başına hükûmeti kuracak çoğunluğu sağlarken, oyların %19,38'ini alan Cumhuriyet Halk Partisi ise kazandığı 178 milletvekilliği ile mecliste temsil edilen tek muhalefet partisi oldu. Ayrıca 9 bağımsız aday da TBMM'ye girdi. Seçilen 550 milletvekilinden yalnızca 24'ü (%4,36) kadın olan 22. Dönem'de bir önceki dönemden yalnızca 60 milletvekili (%11) yeni dönemde yer alabildi.
1999 genel seçimlerinden sonra kurulup 2002 seçimlerine kadar ülkeyi yöneten koalisyon hükûmetinin ortaklarından Demokratik Sol Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve Anavatan Partisi'nin yanı sıra muhalefetteki Doğru Yol Partisi, Saadet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi barajı aşamayarak TBMM dışında kaldı. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli aday olduğu Osmaniye'den %29,19 (58.622), ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz aday olduğu Rize'den %28,58 (46.577) ve Doğru Yol Partisi Genel başkanı Tansu Çiller aday olduğu Muğla'dan %22,66 (87.454) oy almalarına rağmen partileri baraja takıldığından milletvekili seçilemediler. Yenilgiyle ayrılan partilerden ANAP'ın genel başkanı Yılmaz ve DYP'nin genel başkanı Çiller görevlerinden istifa ettiler. Elazığ'dan bağımsız milletvekili seçilerek TBMM'ye giren Mehmet Ağar, aralık ayında yapılan kongrede DYP genel başkanlığına seçildi. Seçimlerden kısa süre önce iş adamı Cem Uzan tarafından kurulan ve hemen hemen hiçbir siyasi geleneğe dayanmayan Genç Parti ise aldığı %7,25 oy oranıyla, yoğun propaganda faaliyetine rağmen yine de sürpriz sayılabilecek bir başarı kazandı.
14 Kasım 2002 tarihinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki görüşmeden sonra, Erdoğan'ın milletvekili olmaması nedeniyle, 16 Kasım 2002 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül, Sezer tarafından hükûmeti kurmakla görevlendirildi. 58. Hükûmet'in 18 Kasım'da Ahmet Necdet Sezer tarafından onaylanmasıyla ilk Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmeti göreve başladı.
Adalet ve Kalkınma Partisi, Siirt'in Pervari ilçesine bağlı Doğanköy'de sandık kurullarının oluşturulmaması ve bir sandığın kırılması nedeniyle Siirt'teki seçimlerin iptali için Yüksek Seçim Kuruluna başvurdu. Başvuruyu haklı bulan YSK 2 Aralık 2002 tarihinde, Siirt'teki seçim sonuçları iptal ederek bu seçim çevresindeki seçimlerin yenilenmesine karar verdi.[70] İptal kararıyla, 3 Kasım'daki seçimde Siirt'ten milletvekili seçilen, AK Parti'den Mervan Gül, CHP'den Ekrem Bilek ile bağımsız Fadıl Akgündüz'ün üyelikleri düştü. Siirt'te yapılacak ara seçim öncesinde Deniz Baykal liderliğindeki CHP'nin desteğiyle yapılan anayasa değişikliğiyle Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinin önündeki engel kaldırdı.[71] 9 Mart 2003'te yenilenen ve yalnızca 4 partinin katıldığı seçimler sonucunda Adalet ve Kalkınma Partisi 3 milletvekilliğini de kazandı, böylece Adalet ve Kalkınma Partisi'nin milletvekili sayısı 365'e yükselirken, Cumhuriyet Halk Partisi'nin milletvekili sayısı 177'e, bağımsızların sayısı ise 8'e geriledi. Aynı seçimde Recep Tayyip Erdoğan da Siirt'ten TBMM'ye seçildi.
2000 yılında seçilen 10. cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in görev süresi 16 Mayıs 2007'de dolmaktaydı.[72] TBMM, cumhurbaşkanlığı adaylığı son başvuru tarihini 25 Nisan gecesi ve ilk tur oylama gününü 27 Nisan olarak belirlemişti.[73] Seçim dönemine, başörtüsü ve laiklik tartışmalarıyla gelinmişti. Ülkenin çeşitli yerlerinde "Cumhuriyet Mitingleri" adıyla geniş katılımlı gösteriler düzenlendi ve iktidar partisinin, kendi siyasal çizgisinden bir ismi cumhurbaşkanlığına seçmesi engellenmek istendi. Seçimin kaderini ise, dört ay önce ortaya atılan 367 tartışmaları belirledi. Anayasa'nın 102. maddesine göre cumhurbaşkanı seçilebilmek için, ilk iki turda nitelikli çoğunluk (367 oy), sonraki iki turda ise salt çoğunluk (276 oy) aranıyordu. Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, 26 Aralık 2006'da Cumhuriyet'te yayımlanan yazısında, Anayasa'da belirtilen 367'nin sadece karar yeter sayısı değil, aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu ortaya attı. Bu görüşe göre oylamalara en az 367 kişinin katılması gerektiği, aksi halde sonucun geçersiz olacağı iddia edildi.[74] Böylece meclisteki sandalye sayısı 354 olan iktidar partisi, tek başına kendi oylarıyla cumhurbaşkanı seçemeyecekti. Aynı dönemde ana muhalefet partisi lideri Deniz Baykal, iktidar partisinin uzlaşma olmadan kendi adayını çıkarması durumunda oylamalara katılmayacaklarını ve 367 tartışmalarının ciddiye alınması gerektiğini söyledi.[75] İktidar partisi dönemin dışişleri bakanı olan Kayseri milletvekili Abdullah Gül'ü aday gösterdi.[76] Bu arada yine iktidar kanadından Ankara milletvekili Ersönmez Yarbay adaylık başvurusu yapmıştı[77] ancak Yarbay ilk tur oylaması öncesi adaylıktan çekildi. İlk tur oylama 27 Nisan'da yapıldı. Toplam 361 oy kullanılırken, Abdullah Gül 357 oy aldı. Oylamanın hemen sonrasında, CHP 367 iddiasıyla seçimi Anayasa Mahkemesine taşıdı.[78] Aynı günün akşamı Genelkurmay Başkanlığı internet sitesine, daha sonra E-muhtıra olarak anılacak, bir basın açıklaması konuldu.[79] Açıklamada seçimlerde laikliğin tartışma konusu yapıldığı ve Genelkurmay'ın bu konuda taraf olduğu söylendi. Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs'ta verdiği kararla, 367 iddiasını kabul ederek yapılan birinci tur oylamayı iptal etti.[80] Bunun üzerine 6 Mayıs'ta yapılan iki yoklamada da toplantı yeter sayısının (367) bulunamayışı yüzünden 11. Cumhurbaşkanı seçilemedi.[81]
Anayasa Mahkemesi'nin oylama iptali kararı üzerine, cumhurbaşkanlığı seçimi henüz tekrarlanmadan, AK Parti'den erken genel seçim kararı çıktı;[82] 24 Haziran'da seçimlere gidilmesi için meclise teklif sunuldu.[83] Daha sonra, Yüksek Seçim Kurulu'nun seçim takviminin işleyebilmesi için 22 Temmuz tarihi önerisine uyularak, tüm partilerin desteğiyle seçim kararı alındı.[84]
Mecliste seçim kararı alınmasının yanında, Anayasa'da bazı değişikliklere gidildi. Buna göre, genel seçimlerin yapılma süresi beş yılda birden, dört yılda bire düşürüldü. Cumhurbaşkanlığı seçiminin iptaline yol açan toplantı yeter sayısı konusu, meclisin tüm işlemlerinde üçte bir çoğunluk olarak netleştirildi. Cumhurbaşkanının meclis tarafından değil, halk tarafından iki turlu oylamayla seçilmesi kararlaştırıldı; yedi yıl olan görev süresi beş yıla düşürülerek, iki kez seçilebilmenin önü açıldı.[85] Değişiklik paketi mecliste 376 oyla kabul edilmişti.[86] Ancak yeni cumhurbaşkanı seçilemediğinden, görev süresi dolmasına rağmen görevini sürdüren Ahmet Necdet Sezer, yapılan değişiklikleri "rejimi sıkıntıya sokar" eleştirisiyle veto etti.[87] Değişiklik paketi tekrar geldiği mecliste, bu kez 370 oyla aynen kabul edildi.[88] Aynı metinle ikinci kez önüne gelen paketi veto yetkisi bulunmayan Sezer, 15 Haziran'da paketi halk oylamasına sunma kararı aldığını; ayrıca Anayasa Mahkemesine iptal davası açacağını duyurdu.[89] Yüksek mahkeme 5 Temmuz'da verdiği kararla Cumhurbaşkanlığının iptal taleplerini reddetti.[90] Değişiklik paketi 21 Ekim'de yapılan halk oylamasında, %68 oyla kabul edilerek yürürlüğe girdi.[91]
Alınan karar sonucu 22 Temmuz'da erken seçime gidildi. Seçimde %46,6 oy alan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti, 341 milletvekilliği ile yeniden tek başına iktidar oldu. Ancak partinin oy oranı yaklaşık %12 artmasına rağmen, Devlet Bahçeli başkanlığındaki MHP'nin de %14,3'le barajı geçmesi ve meclisteki üçüncü parti olması dolayısıyla, iktidar partisinin meclisteki sandalye sayısında düşüş oldu. %20,85 oy alan Deniz Baykal yönetimindeki CHP ana muhalefet partisi konumunu korudu. Oyları az da olsa artan partinin sandalye sayısı, yine meclise MHP'nin de girmiş olmasıyla, 178'den 112'ye kadar geriledi.[92]
Ergenekon adlı gizli bir örgütün üyeleri olduğu iddia edilen kişiler 2008 yılında gözaltına alındı. Üyeler, 2003-2004 yıllarında Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetini devirmeye yönelik darbe planlarını, 2006'da bir yüksek yargıcın öldürüldüğü Danıştay Saldırısı'nı, 2007'de Malatya'da üç Hristiyan'ın öldürüldüğü Zirve Yayınevi Katliamı'nı gerçekleştirdiğini ve 2008-2009 yıllarında bazı suikast planları yapmakla suçlandı.
19 Temmuz 2010'da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi İstanbul Cumhuriyet Savcıları Mehmet Ergül, Murat Yönder, Süleyman Pehlivan ve Ali Haydar'ın hazırladığı iddianameyi kabul ederek tamamı asker 196 kişi hakkında dava açtı. 968 sayfalık iddianamede sanıklara "Türkiye Cumhuriyeti yürütme organını cebren ıskat ve vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs etmek" suçlaması yöneltildi. Fakat eski TCK'nın 61/1. maddesine dayanılarak "eksik teşebbüs" nedeniyle cezalarda indirim yapılması istendi ve her sanık için 15 yıldan 20 yıla kadar hapis talep edildi.[93]
Kaset, 6 Mayıs 2010 gecesi, video paylaşım sitesi Metacafe'de "Deniz Baykal - Seks Kasedi" başlığı altında paylaşıldı[94] ve bu video birkaç saat içerisinde Akit gazetesinin internet sitesi habervaktim.com adlı web sitesinde, görüntülerdeki kadının Nesrin Baytok olduğu söylemiyle haberleştirildi.[95][96][97]
8 Mayıs 2010'da videoyu barındırdığı için Metacafe'ye Türkiye'den erişim engellendi.[98] Baykal ve Baytok, kendilerine ait olduğu ileri sürülen görüntüler için "komplo" açıklamasında bulunurken,[99][100] Baykal'ın avukatı da görüntülerin montaj olduğunu belirtti.[101] Bu haberle birlikte eşinin girdiği ihalelerle ilgili iddialar tekrar gündeme geldi ve Can Baytok, bu iddialara karşı yargıya başvurdu.[102]
Deniz Baykal, 10 Mayıs 2010 günü düzenlediği basın açıklamasıyla yaklaşık 15 yıl 8 ay sürdürdüğü CHP genel başkanlığı görevinden istifa ettiğini duyurdu.[103] İstifadan iki gün sonra parti sözcüsü Mustafa Özyürek, Baykal'ın kurultaya katılmayacağını ve Baykal'ın gönlündeki ismin de herkesin olduğu gibi CHP grup başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu olduğunu söyledi.[104] Kılıçdaroğlu ise, istifanın ve Özyürek'in açıklamasının ardından, parti içi dengeleri gözeterek iki kez kurultayda aday olmayacağını söyledi.[105] Baykal'ın istifasının ardından, Baykal'ın evinde çeşitli Merkez Yönetim Kurulu üyeleri ve milletvekilleri ile partinin geleceğinin konuşulduğu görüşmelerde genel sekreter Önder Sav, parti üyelerine Baykal'ı geri getireceklerini söyledi. Ancak Kılıçdaroğlu, kurultaya beş gün kala partinin hâlâ genel başkan adaysız kalmasından rahatsız olan birçok partilinin isteğini ve halkın desteğini göz önünde bulundurarak, 17 Mayıs 2010 tarihinde CHP grup başkanvekilliğinden istifa ettiğini ve 33. Olağan Kurultay'da aday olacağını açıkladı.[106]
Videonun Gülen Hareketi tarafından sızdırıldığı öne sürülmektedir. Baykal ve MHP'lilerin kasetlerinin yayınlanmasındaki şüpheliler arasında Fetullah Gülen, Osman Hilmi Özdil, polis şefleri Ömer Altıparmak, Recep Güven, Coşgun Çakar, Zeki Güven ve Tarkim'in sahibi Ömer Faruk Bayındır gibi bireyler yer almaktadır. Toplam şüpheli sayısı 97'dir.[107] Deniz Baykal ise kasetin yayınlanmasından kısa bir süre sonra yaptığı açıklamada, Cemaatten üst düzey bir yetkilinin kendisini arayarak, "Bu kasetle ilgimiz yok" dediğini öne sürmüştür. Tevfik Diker, 2014'te Baykal ile görüşen üst düzey Cemaat yetkilisinin eski AK Parti milletvekili İlhan İşbilen olduğunu açıkladı.[108] 2014'te Recep Tayyip Erdoğan'a ait olduğu ileri sürülen bir ses kaydına göre sızıntının Erdoğan tarafından gerçekleştirildiği öne sürüldü, bu iddia Erdoğan tarafından sert bir dille yalanlandı.[109]
Mayıs 2010'da Meclis'ten geçen ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından halkoyuna sunulan 26 maddelik anayasa değişikliği paketindeki maddelerden biri de "geçici 15. madde"nin kaldırılmasıyla ilgiliydi. Bu maddenin kaldırılmasıyla 12 Eylül Darbesi ile ilgili iddia edilen suçların zaman aşımına uğrayıp uğramayacağı konusunda farklı görüşler ortaya atıldı.
Referandum sonucu değişikliklerin kabul edilmesiyle 13 Eylül 2010 tarihinde çeşitli sivil toplum kuruluşları, sendikalar, dernekler ve bazı kişiler 12 Eylül'ü yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu.[110] Bütün suç duyurularını toplayan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, "Millî Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında 12 Eylül 1980'de ülke yönetimine el koyan ve 7 Aralık 1983 tarihine kadar bu statüsünü sürdüren askerî cunta yönetiminin hayatta kalan üyeleri Kenan Evren, Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya'nın işlediği (A) Nürnberg Şartı ile kabul edilmiş ve tüm devletlerin kendi kanunlarında yer almasa dahi suçun oluşumu hâlinde takip etmek zorunda oldukları uluslararası hukukun buyruk kuralı niteliğine sahip insanlığa karşı suçlar (B) 765 Sayılı Ceza Kanunu'nun 146, 147, 153, 174, 179, 180, 181. maddeleri kapsamında, insanlığa karşı suçlar ve resen takdir edilecek suçlar nedeniyle haklarında başsavcılık tarafından ceza dava açılması ve haklarında gerekli önlemlerin alınması istemi..."[111] ile 7 Nisan 2011 tarihinde ilk soruşturmayı başlattı. 4 Nisan 2012 tarihinde darbenin yargılanmasına başlandı.[112][113] Davaların sonucunda, 2014 yılında, Evren ve Şahinkaya mahkeme tarafından müebbet hapis cezası aldı.[114][115] Karar sonrası temyize gidildi, bu süreçte hem Evren hem Şahinkaya öldü.[116] Bunun üzerine Yargıtay 16. Ceza Dairesi, kamu davasını ortadan kaldırdı ve sanıkların ölümünden dolayı davanın düşürülmesine karar verdi. Kararlar kesinleşmedi. Ayrıca Yargıtay, Evren ve Şahinkaya'nın rütbelerinin sökülmesine ve mal varlıklarına el konulmasına yer olmadığını hükmetti. Davanın müdahillerinden olan Devrimci 78'liler Federasyonu, davadan vazgeçmeyeceklerini ve 57 ilde "işkence" iddiasıyla açılan davaları yakın takipte tutacaklarını belirtti.[117]
27 Mayıs 2013 tarihinde iş makinelerinin parka girmesinin ardından bu haberin sosyal medya aracılığıyla kısa sürede yayılması sonucunda bazı aktivistlerin parka gidip çalışmaları durdurmaya çalışmasına polis orantısız müdahalede bulunmuştur.[118][119] Bu müdahaleler ve dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın inşaatın yapımında ısrarcı açıklamaları ile protestolar hükûmet karşıtı gösterilere dönüşmüş ve başta Ankara, İzmir gibi büyükşehirler olmak üzere Türkiye'nin diğer illerine de yayılmıştır.[118][120][121][122] 1 Haziran tarihinde polis kuvvetleri Taksim Meydanı'ndan çekilmiştir ve protestocular Gezi Parkı'nda bir kamp kurmuşlardır. Kampta gönüllülerin çalıştığı kütüphane, revir, mutfak gibi tesisler kurulmuştur. 15 Haziran akşamındaki polis müdahalesi sonrasında ise Gezi kampı dağıtılmıştır.[123] Bu olaydan sonra Türkiye'nin çeşitli illerindeki parklarda forumlar düzenlemeye başlanmıştır.[124]
Projenin dayanağı olan planlar İstanbul 1. İdare Mahkemesi tarafından 6 Haziran 2013 tarihinde iptal edilmiştir.[125] Başbakan Erdoğan'ın göstericilere "çapulcu" demesi sonrasında, bu kelimenin kullanılmasından dolayı 2003 yılında açılan bir davada davacıya 10 milyar TL (Şimdiki 10.000 TL) tazminat ödendiğine dair emsal kararı ortaya çıkınca[126] protestocular kendilerini çapulcu kelimesi ile ifade etmeye başlamışlardır. Bazı medya kuruluşlarının gösteri ile ilgili haberleri yayınlamamasına tepki gösterilmiştir. Örneğin CNN Türk haber kanalının gösterilerin yoğun olduğu sırada penguenlerle ilgili belgesel yayınlaması karikatürler ve çeşitli şekillerde tepkilere neden olmuştur ve penguen de gösterilerde kullanılan sembollerden biri hâline gelmiştir. İçişleri Bakanlığı'nın 23 Haziran'da yaptığı açıklamaya göre Bayburt ve Bingöl hariç 79 ilde düzenlenen eylemlere toplam 2,5 milyon kişi katılmış, bundan daha fazla kişi de sosyal ağlar aracılığıyla görüşlerini aktarmışlardır.[127] Olaylar sonucunda 8 sivil (Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Berkin Elvan, Burak Can Karamanoğlu, Mehmet İstif ve Elif Çermik)[128][129][130][131][132][133] ve 2 güvenlik görevlisi (polis komiseri Mustafa Sarı ve polis memuru Ahmet Küçüktağ) hayatını kaybetmiş, 9063 kişi yaralanmıştır. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 18 Haziran 2016 tarihinde katıldığı bir davette Gezi Parkı'nın yıkılıp yerine tekrar topçu kışlası yapılacağını dile getirdi.[134] Bu açıklamanın ardından insanlar Twitter'da açıklamaya tepki gösterdi.
Ağustos 2014'te Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olarak seçildi. Türkiye Cumhuriyeti Siyasi Tarihi'nde ilk kez bir cumhurbaşkanı doğrudan halk oylaması ile bu seçimde seçildi.
Ankara Garı Saldırısı,[135] 10 Ekim 2015'te yerel saatle 10:04 civarında Ankara ilinin Altındağ ilçesinin Ulus semtindeki Ankara Garı kavşağında düzenlenen bombalı intihar saldırısında 109 kişinin ölmesi ile modern Türkiye tarihindeki en ölümcül intihar saldırısı olmuştur.[136][137] Saldırı sonrası RTÜK tarafından yayın kuruluşlarına geçici yayın yasağı getirildi ve internet servis sağlayıcıları tarafından bazı sosyal medya (Twitter, Facebook) sitelerine erişim engeli uygulandı.[138]
Soruşturmalar Eylül 2012 ve Şubat 2013'teki bir dizi ihbarla başlamıştır. 17 Aralık 2013 günü Cumhuriyet Savcısı Celal Kara'nın gözaltı talimatları ve ilgili mahkemelerin arama kararlarının yerine getirilmesi ile kamuoyu tarafından duyulmuştur. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele ve Mali Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından gerçekleştirilen soruşturmada aralarında iş adamları, bürokratlar, banka müdürü, çeşitli düzeyde kamu görevlileri ve 61. Türkiye Hükûmeti kabine üyesi dört bakan ile üç bakan çocuğunun olduğu kişiler hakkında "rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık" suçlarını işledikleri iddiası yer almıştır. 16 Ocak 2014 tarihli Hakimler ve Savcılar Kurulu kararı ile soruşturmayı başlatan Cumhuriyet Savcısı Celal Kara'nın görev yeri değiştirilmiş, soruşturma diğer savcılar tarafından yürütülmüştür.
Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, soruşturmayı yürüten yargı ve emniyet mensuplarının Gülen Hareketi tarafından yönetildiğini ve "paralel devlet" yapılanmasında yer aldığı iddia etti. Soruşturmaların ardından Egemen Bağış Avrupa Birliği Bakanlığı görevinden alındı İçişleri Bakanı Muammer Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar bakanlık görevlerinden istifa ettiler; Bayraktar ayrıca milletvekilliğinden de istifa etti. 5 Ocak 2015'te TBMM'de yapılan oylamada eski bakanların Yüce Divan'a gönderilmemesine karar verildi.
Rıza Sarraf 19 Mart 2016'da Amerika Birleşik Devletleri'nin Miami kentinde banka dolandırıcılığı ve kara para aklamanın yanı sıra ABD'nin İran'a yönelik ambargosunu delmek suçlamaları ile göz altına alındı ve ardından mahkeme tarafından 75 yıla kadar hapis istemiyle tutuklandı.[139][140][141] Rıza Sarraf’ın avukatı Benjamin Brafman aracılığıyla Manhattan Bölge Mahkemesi’ne yaptığı 50 milyon dolarlık kefalet başvurusuna, New York Güney Bölge Başsavcısı Preet Bharara, 17 Aralık fezlekesini delil göstererek itiraz etti.[142] Savcı Preet Bharara itirazında, Emine Erdoğan'ın kurucusu olduğu TOGEM-DER gibi derneklere yapılan bağışları söz konusu ederek, Sarraf’ın dolandırıcılık, altın kaçakçılığı, rüşvet, fuhuşa aracılık etmek suçlarına karıştığına, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan başta olmak üzere devletin üst kademeleriyle olan ilişkilerini kullandığına ilişkin kanıtlara yer verdi ve salıverilme ihtimaline dair şu uyarıyı yaptı: “Yapılan yardım ve derneğin yapısı, Sarraf’ın üst düzey bürokrat ve devlet yetkilileri ile ilişkisini ortaya koyuyor. Bu bakımdan zanlının Türkiye’ye geçmesi durumunda geri gelmemesi ya da gelmesinin engellenmesi büyük ihtimaldir.”[143]
25 Mayıs 2016 tarihinde CHP İstanbul milletvekili İlhan Cihaner, ABD'deki iddianameyi gerekçe göstererek 17 Aralık soruşturmasındaki takipsizlik kararının kaldırılmasını ve yeni bir soruşturma açılmasını talep ederek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına başvurdu.[144]
15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye siyasi tarihinde 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi'nden otuz yıl sonra yaşanan ilk askerî darbe teşebbüsü olarak kayıtlara geçti.
15 Temmuz 2016, saat 10.30 civarında Kara Havacılık Komutanlığı'nda görevli Binbaşı O.K. darbe girişiminden haberdar oldu. Bunun üzerine öğle saatlerinde kendi inisiyatifi ile bölüğünü terk etti ve Millî İstihbarat Teşkilatı'na giderek yapılacak olan kalkışmaya dair ihbarda bulundu.[94][145][146] Darbe hazırlığında olunduğuna dair 15 Temmuz, 16.00'da istihbarat edinen MİT Müsteşarı Hakan Fidan, dönemin Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler'e ilk bilgilendirmeyi verdi.[147] 17.30'daki ayrıntılı bilgi paylaşımı sonrasında durumun ciddi olduğu değerlendirmesinde bulunuldu ve Hakan Fidan, Genelkurmay Başkanlığı'na davet edildi.[148] Saat 18.00 sularında Hakan Fidan, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve komuta kademesiyle görüşmek için karargâha gitti.[148][149][150] MİT'e gelen ihbarın daha büyük bir planın parçası olabileceğinin altını çizdi.[94][148] Bunun üzerine Genelkurmay Başkanlığı; hava sahasının kapatılması, tüm askerî hareketliliğin yasaklanması, Kara Havacılık Okulunun ivedi teftiş edilmesi gibi tedbirler aldı.[147] Karargahta yaşanan bu hareketlilik ve Hulusi Akar’ın Türk hava sahasını kapatma emri üzerine deşifre olduklarından şüphelenen darbeciler, kalkışmayı 03.00'ten 20.30'a çekti.[94][147]
15 Temmuz Darbe Teşebbüsün ardından geçen süre boyunca aralarında Boğaziçi Köprüsü, Büyük İstanbul Otogarı ve Ilgaz Dağı Tüneli'nin de yer aldığı birçok yapı, mekân, meydan ve yerin adı, darbe girişiminin tarihine ithafen değiştirildi. Ayrıca 15 Temmuz tarihi, darbe girişiminde hayatını kaybedenleri anmak amacıyla Demokrasi ve Millî Birlik Günü adıyla 2017'de resmî tatil olarak ilan edildi.
19 Ocak 2014'te Suriye'ye giden üç TIR, Hatay'da Adana TMK 10. madde ile yetkili savcılık talimatıyla Kırıkhan Savcılığı tarafından durduruldu ve TIR'lara refakat eden araç içerisindekiler ve TIR içerisinde yer alan bir kişi, Kırıkhan Başsavcısı ve Kırıkhan savcısına, Millî İstihbarat Teşkilatı (MİT) mensubu olduklarını ve araç içerisinde yer alan malzemelerin "devlet sırrı" niteliğinde olduğunu ifade etti. Dönemin Hatay valisi, personelin MİT personeli olduğu ve araçların MİT'e ait olduğu belirtilen talimat yazısıyla tır aranmadan jandarma tarafından yola devam etmesine izin verildi. Fakat TIR'ların önü daha sonra polislerce kesildi fakat daha sonra emniyet güçler geri çekilmesiyle TIR yoluna devam ederek Suriye'ye geçti.[151] Cumhuriyet gazetesi 29 Mayıs 2015 tarihinde "İşte Erdoğan'ın yok dediği silahlar" başlığıyla konu ile ilgili haber yayımladı.[152] Haberin içeriğinde MİT'e ait bir TIR'ın içinde Suriye'ye götürülen silahların görüntüleri ortaya çıktığı belirtildi. Ayrıca MİT'e ait TIR'larla Suriye'deki gruplara silah ve cihatçı sevk edildiği iddia edildi, kanıt olarak da savcılık dosyasından alındığını belirtilen görüntüler verildi. Aynı gün Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'ndan gönderilen yazı üzerine haber kaldırıldı.[153] Yasaklanan bu görüntülerde, ilaç kutularının altından çıkan havan topu mermileri ve diğer mühimmat yer aldı.[151]
14 Haziran 2017'de MİT TIR'ları görüntülerini eski Cumhuriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Can Dündar'a verdiği suçlamasıyla yargılanan CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu'na yirmi beş yıl hapis cezası ve tutuklama kararı verildi.[154] "Devletin gizli kalması gereken bilgi ve belgelerini askeri ve siyasal casusluk amacıyla temin etme" ve "FETÖ/PDY silahlı terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etme" suçlarından yargılanan Berberoğlu'na ilkin müebbet ardından "failin geleceği üzerindeki olası etkileri" sebebiyle indirim takdiri kullanılarak ceza 25 yıla indirildi. Aynı gün CHP, meclisi terk etti.[155] Parti grubuyla olağanüstü gündemle toplanan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu 15 Haziran'da Ankara'daki Güvenpark'ta saat 11.00'de bir araya geleceklerini duyurdu.[156][157] CNN Türk'tek Ne Oluyor? programında canlı yayına katılan Kılıçdaroğlu, adalet yürüyüşüne dair şu bilgileri verdi: "Elimde sadece 'Adalet' yazan afiş olacak. Yürüyeceğim. Bıçak kemiğe dayandı. Adalet sağlanıncaya kadar yürüyeceğim. Güvenpark'tan başlayacak, (Berberoğlu'nun tutuklu bulunduğu) İstanbul Maltepe Cezaevi'ne yürüyeceğiz. Kaç gün sürer bilmiyorum. Durmadan yürüyeceğiz."[158]
Kılıçdaroğlu ayrıca yürüyüşün nedenleri arasında kanun hükmünde kararnamelerin uzun süreli olmasını, bu yetkinin FETÖ ile mücadelenin önüne geçilip bütün muhalif kesimlerle mücadeleye dönüşmesini, milletvekillerin tutuklanması, üniversite hocalarının (barış bildirisine imza atanlar dahil) meslekten atılmasını gösterdi ve şunu ekledi:[159]
"Ülkede demokrasi ve adalet yoktu ve süratle hem demokrasiden hem de adaletten uzaklaşan oluştu Türkiye'de. Temel nedenlerden birisi şuydu: Adalet olmadığı içindi, çünkü yargı siyasetin emrine verildi. Yargı eğer siyasetin sopası olarak kullanılıyorsa, muhalefetin tasfiyesine yönelik bir operasyonun ana unsuru olarak kullanılıyorsa, demokrasi yok demektir. Ve dolayısıyla bu yürüyüşü başlattık."
Haber sonrası CHP İzmir Milletvekili ve Eski AİHM Yargıcı Rıza Türmen hükûmetin istifa etmesi gerektiğini söyledi.[160] Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, parlamentonun onayı olmadan böyle bir şeyin yapılmasının suç teşkil ettiğini söyledi.[161] Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, MİT TIR'larının Adana'da durdurulmasını aylarca 'ihanet' olarak nitelendirdiğini hatırlattı.[162] Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu, TIR'lar "Türkmenlere gidiyordu" dedi.[163] Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Avukatıma talimatı verdim, davayı anında açtım. Bu haberi özel haber olarak yapan kişi de öyle zannediyorum ki bunun bedelini ağır ödeyecek." dedi.[164] Erdoğan, TRT 1'deki Cumhurbaşkanı Özel Yayını programında MİT TIR'larına yönelik operasyon ve Cumhuriyet gazetesinin yayımladığı haberle ilgili soru üzerine Erdoğan, bunun Bayırbucak Türkmenleriyle alakalı bir konu olduğunu ve söz konusu haberin Türkiye'nin imajına gölge düşürmeye çalıştığını söyledi.[164] Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar, Erdoğan'ın sözlerinden sonra 2 Haziran 2015'te "Tehdidi bırak, bu 20 soruya yanıt ver!" başlıklı bir yazı yazdı.[165] Erdoğan, 24 Kasım 2015'te verdiği demeçte MİT TIR'larının durdurulmasıyla ilgili "O ihaneti biliyorsunuz değil mi. İşte onlar, Türkmenlere insani yardım götüren TIR'lardı. Silah varsa ne olacak, yoksa ne olacak?" diye konuştu.[166] Açılan soruşturmada Can Dündar ile Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Erdem Gül'ün tutuklanmasına karar verildi.[167]
Başkanlık sistemi, 2005'te Adalet Bakanı Cemil Çiçek tarafından önerildi ve Başbakan Erdoğan tarafından desteklendi.[169] Bu süre zarfından sonra başkanlık sistemine geçiş Adalet ve Kalkınma Partisi liderleri tarafından "yeni anayasa" ile birlikte birçok kez açık bir şekilde dile getirildi. Ekim 2016'da partinin Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, Nisan 2017'nin değişiklik için referandum tarihi olacağını açıkladı.[170] Kasım 2016'da AK Parti, getirmeyi istediği sistemin adının başkanlık sistemi değil cumhurbaşkanlığı sistemi adıyla anılacağını duyurdu.[171] 10 Aralık 2016'da AK Parti ile MHP, 21 maddelik anayasa değişikliği önerisi üzerinde görüşmek için bir araya geldi ve referanduma gidilmesi için gerekli olan meclis onayı sürecine geçmek için milletvekillerinden imza toplamaya başladı.[172][173] Bunun üzerine değişiklik teklifinin destekçisi olan hükûmete yakın medya, kullanmakta olduğu başkanlık sistemi adını terk ederek cumhurbaşkanlığı sistemi adını kullanmaya başladı.[174]
Nisan 2017'de seçmenler, mevcut Türkiye Anayasası'nın 18 maddesi üzerindeki değişikliklerini oyladı. Hükûmetteki Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ve kurucularından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından desteklenen madde değişiklikleriyle ilgili tartışmalar uzun süre devam ettikten sonra muhalefetteki Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) desteğiyle birlikte meclisten geçerek halk oylaması kararı alındı. Değişiklik paketi, yürürlükteki parlamenter sistemin kaldırılarak yerine başkanlık sisteminin getirilmesini, başbakanlık makamının ortadan kaldırılmasını, meclisteki vekil sayısının 550'den 600'e çıkarılmasını ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) yapısında değişiklikler yapılmasını içermektedir.
Anayasa değişikliği teklifi ilk olarak AK Parti tarafından 2011 genel seçimlerinin hemen peşine duyuruldu ancak meclisteki tüm partilerden oluşan anayasa komisyonunun fikir birliğine ulaşamaması üzerine geri çekildi. 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı koltuğuna oturmasıyla birlikte başkanlık sistemine geçiş tartışmaları hız kazanarak daha çok gündeme geldi ve hem Haziran 2015 genel seçimlerinde hem de Kasım 2015 genel seçimlerinde AK Parti'nin en önemli seçim politikalarından biri oldu. Mayıs 2016'da başbakanlığı ortadan kaldıracak anayasal değişiklik konusunda Erdoğan'la anlaşmazlıklar yaşayan Ahmet Davutoğlu görevden istifa ederek yerine en önemli gündeminin anayasa değişikliği olduğunu söyleyen Binali Yıldırım geldi. Geçmişte birçok kez başkanlık sistemine karşı olduğunu dile getiren MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Ekim 2016'da değişiklik teklifini meclise getirmesi için hükûmete çağrı yaptı ve süreçte iş birliği içinde olabileceklerini duyurdu. Bir aylık görüşmelerin ardından Aralık'ta teklif üzerinde anlaşmaya varan AK Parti ve MHP, böylece önerinin referanduma sunulması için gerekli olan meclis onayı sürecini başlattı.
20 Ocak 2017'de beşte üç oy sayısı 330'u aşarak 339 oy toplayan anayasa değişikliği teklifi meclisten geçerek referandum kararı verildi. Ana muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), oylamalar sırasında gizli oy kullanılması gerekirken açık oy kullanılması gibi çeşitli usulsüzlükler yaşandığını belirtti.
Toplam koltuk sayısı 550 olan Türkiye Büyük Millet Meclisinde 537 milletvekili oylamaya katıldı. Halkların Demokratik Partisi'nin (HDP) 11 milletvekili henüz kanıtlanmamış terörizm suçlamalarından dolayı tutuklu olduğu için oylamalarda yer alamadı, tutuklu milletvekilleri anayasa görüşmelerinin iç tüzüğe aykırı olduğunu bildirerek durdurulmasını isterken geriye kalan 48 HDP'li milletvekili ise oylamaları boykot etti.[175] Meclis Başkanı İsmail Kahraman ise hastaneye kaldırıldığı için oy kullanamadı, yerine geçici başkanlık eden Ahmet Aydın ise meclis başkanlarının oylamaları katılmaması kuralı nedeniyle oy veremedi.[176][177]
Toplamda 537 milletvekili oylamaya katılabilecekti ve bunlardan 315'i AK Parti'den, 133'ü CHP'den, 48'i HDP'den ve 39'u MHP'dendi; bunlara ek olarak iki bağımsız vekil bulunmaktaydı. MHP milletvekillerinden 6 kişi değişiklik teklifine karşı olduklarını belirterek 'Hayır' diyeceklerini açık bir şekilde duyurunca 'Evet' oyunun fire olmaksızın 348 olması tahmin edildi.[178] CHP'nin 133 milletvekili ile iki bağımsız vekil Aylin Nazlıaka ve Ümit Özdağ da oylamada 'Hayır' diyeceğini açıkladı. HDP ise oylamayı boykot etti.
Meclis oylaması 9 Ocak'ta başladı ve oylamanın ilk turu 15 Ocak'ta tamamlandı. Değişikliğe karşı olan milletvekilleri, ara verilmeksizin aynı gün içinde birden çok maddenin oylandığına dikkat çekerek acelecilik olarak nitelendirdikleri bu durumu eleştirdi.[179] Oylamalara usulsüzlük tartışmaları gölge düşürdü; CHP milletvekilleri, AK Parti yönetiminin hangi oyu kullanacağı belirsiz olan kendi milletvekillerini 'Evet' oyuna zorlamak için yasalar tarafından izin verilmediği hâlde açık oy kullanımını şart koştuğunu ifade ederek oylama sırasında açık oy kullanan AK Parti milletvekillerinin fotoğraf ve videolarını çekti.[180][181] AK Parti milletvekilleri, kendilerini açık oy kullanırken görüntüleyen kişilere tepki gösterdi ve bu yüzden hükûmet ile muhalefet vekilleri arasında zaten yaşanan sözlü tartışmalar zaman zaman fiziki kavgaya dönüştü.[182] CHP'li vekil Fatma Kaplan Hürriyet, AK Parti Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş ile Başbakan Binali Yıldırım'ı açık oy kullanırken görüntülediği için AK Parti milletvekilleri tarafından darp edildi.[183] Bazı milletvekilleri fiziki kavgalar sonucunda hastaneye kaldırılırken tartışmalar sırasında meclis kürsüsünde yer alan €15.000 değerindeki bir mikrofon kayboldu.[184] Oylamanın ikinci turu ise 20 Ocak'ta tamamlandı ve teklifin tüm maddeleri meclisten geçti. Onaylanan değişikliği yürürlüğü koymak için yapılan nihai oylama referandum sınırı olan 330'u geçerek 339 oyla kabul edildi ancak doğrudan yürürlüğe girmesi için gerek olan 367 barajının altında kaldı.[185]
16 Nisan 2017 tarihinde yapılan anayasa değişikliği referandumu %51.41 oranla kabul edildi. Resmi olmayan sonuçların açıklanmasının ardından, Yüksek Seçim Kurulunun mühürsüz oyların geçerli sayılmasına yönelik kararını protesto etmek için Türkiye'nin birçok şehrinde gösteriler düzenlendi. Başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere Muğla, Aydın, Mersin, Kocaeli, Adana, Çanakkale ve Konya illerinde toplanan eylemciler referandumun iptali talebinde bulundu ve YSK'nın kararı protesto edildi.[186]
Mustafa Akyol, Erdoğanizmi, Rusya'daki Putinizm'e benzer bir otoriterlik biçimine atıfta bulunarak, temelde Erdoğan etrafında bir kişilik kültüne dayanan bir ideoloji olarak tanımladı. Akyol ayrıca Neo-Osmanlıcılığı, İslamcılığı, Türk milliyetçiliğini, Batı devletlerinin Ortadoğu'ya siyasi müdahalesinden şüphe duymayı, Kemalizm'i reddetmeyi ve merkeziyetçiliği Erdoğanizm görüşünün temel özellikleri olarak tanımlıyor.[187]
3 Mart 2023 tarihinde ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu Erdoğanizm'e eleştiri getirerek, "Sevgili halkım biz bu yola çıkarken hep Halil İbrahim sofrasından bahsettik. Çünkü 'bu sofraya bu ülkenin tüm renklerini davet etmemiz gerekir' dedim, 'yoksa bu ülke iflah olmaz' dedim. Türkiye’nin bütün renklerini birleştire birleştire kazanmak için yola çıktık. Soframız böylece gittikçe genişledi. Çünkü amaç sadece ceberut sarayı göndermek ya da değiştirmek değildi, amaç aynı zamanda yeni güzel bir Türkiye oluşturmaktı. 'Bu sofraya o oturmasın bu oturmasın' diyerek, bu ülkeyi toparlayamayız. Birilerini hor görerek, göz ardı ederek Türkiye’yi değiştiremeyiz. Bu Türkiye’yi 20 yıldır yaşıyoruz zaten. 'Erdoğan gitsin, Erdoğanizm gelsin' bu da olmaz. Tarihi sorumluluğumuz var bizim. İttifakımızın diğer ortakları medyaya çıkıp hakaretler etmiyor. İttifaka zarar veren demeçler hiç vermiyor. Hiçbirinin ittifak içinden oy devşirmeye çalıştığını da görmedim. Sürekli aynı olgular, birbirini tekrar eden hamleler. Biz ülkeyi siyasi operasyonlar ile yönetmeye talip olmayacağız. Hepimizin sorumluluğu var ve sorumlu davranacağız" ifadelerini kullandı.
2019 yerel seçimlerinde iktidar partisi AK Parti, 16 yıl sonra ilk kez İstanbul ve Ankara'nın yanı sıra Türkiye'nin en büyük 6 ilinden 5'inin yönetimini kaybetti. Kaybetmenin nedeni, büyük ölçüde AK Parti'nin Türkiye'deki ekonomik krizi kötü yönetmesine, artan otoriterliğe ve hükûmetin sığınmacı krizi konusundaki tavırlara bağlanıyor. Seçimlerden kısa bir süre sonra, YSK, İstanbul'da yeniden seçim kararı aldı. Karar, AK Parti'nin popülaritesini düşürdü ve AK Parti, Haziran'daki seçimleri daha da büyük bir farkla yeniden kaybetti.[107][148][188][189][190][191]
Güçlendirilmiş parlamenter sistem, kavram olarak değilse de terim olarak ilk olarak 2011 yılında Cumhuriyet Halk Partisi seçim bildirgesinde kullanıldı. Burada söz konusu terim, "Yeni Anayasa'nın temel ilkeleri" başlığı altındaki 12 ilkeden biri olarak yer aldı.[192] Güçlendirilmiş parlamenter sistem daha sonraki dönemde, hedeflenen siyasal rejimi tanımlayan, kapsamlı bir şemsiye kavrama dönüşerek CHP bildirgesindeki diğer 11 ilkeyi ve çok daha fazlasını içerdi. Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz, güçlendirilmiş parlamenter sistemin "yürütmeyi güçlendiren modeller karşısında yasama organının güçlenmesi amacına yönelik" bir kavram olarak ilk kez 2015 yılında siyaset bilimci Doç. Dr. Burak Cop tarafından kullanıldığını belirtmektedir.[193]
2017 referandumuyla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemini Türkiye'deki ekonomik ve siyasal krizlerin sebebi olarak gören muhalefet partileri parlamenter sisteme dönüş talebini dile getirmeye başladılar.[194] Öte yandan 2017 öncesindeki sistemin de yetersiz olduğu görüşü, önerilen yeni siyasal düzenin güçlendirilmiş parlamenter sistem olarak adlandırılmasını beraberinde getirdi.[194] Muhalefet partileri 2018 seçimlerinin ardından güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçme arzularını kamuoyuyla ayrı ayrı paylaştılar. Kasım 2020'de Gelecek Partisi,[195] Mayıs 2021'de İYİ Parti,,[196] Ekim 2021'de DEVA Partisi[197] kendi güçlendirilmiş parlamenter sistem hedeflerini bağımsız olarak ilan ettiler. Bu süreçte güçlendirilmiş parlamenter sistem hakkında siyasi partilerden bağımsız akademik yayınlar da yapıldı.[194] CHP, İYİ Parti, DEVA Partisi, Gelecek Partisi, SAADET ve DP, Ekim 2021 itibarıyla TBMM'de bir araya gelerek ortak metin çalışmalarına başladı.[198] Altı partinin genel başkan yardımcılarından oluşan ortak komisyon beş başlıklı bir taslak metin üzerinde çalışmaya başladı.[199] Metin, 2021 Aralık ayında tamamlandı.[200] 28 Şubat 2022 günü yapılan imza töreniyle parti liderleri bu metni onayladı ve kamuoyuna sundu.[201]
Metnin içeriğinde, altı partinin fikir birliğine vardığı ilkeler yer aldı. Eski parlamenter sistemden farklı olarak hükûmet kurmanın kolay, düşürmenin ise zor olması amaçlandı.[199] Bunun için, hükûmet düşüren TBMM üyelerine, yeni hükûmeti de belirleme zorunluluğu getirilmesi hedeflendi. Cumhurbaşkanlığı sisteminden farklı olarak, hükûmetin meclis tarafından kurulması, Cumhurbaşkanı seçilen kişinin partisinden istifa etmesi ilkeler benimsendi. Bunlar dışında yargı sisteminde, basın özgürlüğünde ve kamu atamalarında değişiklikler öngören ilkeler yer aldı.[199][202]
28 Kasım 2022 gününde altı partinin ortak komisyonu tarafından "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Anayasa Değişikliği Önerisi" başlıklı 84 maddelik anayasa değişikliği teklif maddeleri kamuoyuna sunuldu.[203] Değişikliğe konu maddeler mutabakat metninde yer alan ilkelere uygun olarak düzenlendi. Ancak Sürecin işleyişi şeffaf ve tutarlı olmadığı için eleştiriliyor. Metin, geniş toplum kesimleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla, üniversitelerin anayasa kürsüleriyle ve barolarla müzakere edilmemesinden eleştiriliyor. Muhalefetin 2017 yılında AK Parti ve MHP tarafından yürütülen anayasa değişiklik sürecine benzer eleştiriler yapıp ama kendilerinin bunu güçlendirilmiş parlamenter sistem süreci için yapmadıkları tutarsızlık olarak görülüyor.[204]
Anayasa hukuku profesörü Kemal Gözler'e göre, Türkiye altılı masanın önerdiği sistemle 2014-2018 arasındaki sisteme geri dönecektir. Yani Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği ve bir Bakanlar Kurulunun ve bir Başbakanın bulunduğu bir sistem. "Allah aşkına 2014-2018 arasında Türkiye’de tek adam rejimi yok muydu? Bu dönemde Başbakan Ahmet Davutoğlu veya Başbakan Binali Yıldırım Cumhurbaşkanına karşı direnebilmiş miydi?"[205]
Türkiye'de 2023 genel seçimlerinde ana rakip olan Cumhur İttifakı'na karşı yarışmak üzere altı muhalefet partisinden oluşan millet ittifakı kuruldu.[206][207][208] Aslen 2018 genel seçimlerinden önce kurulan ittifak,[209][210] Türkiye'nin yeni kurulan otoriter eğilimli başkanlık sistemine direnme konusunda ortak payda bulan siyasi yelpazedeki dört muhalefet partisi tarafından resmen başlatıldı.[211]
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve İYİ Parti, muhalefete yıllar sonra ilk büyük seçim başarısını kazandıran 2019 yerel seçimleri için ittifakı yeniden kurdu.[212]
İttifak o zamandan beri genişledi ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisinden ayrılan iki yeni partiyi bünyesine dahil etti: Gelecek Partisi ve Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA). Her iki parti de Millet İttifakı partileriyle birlikte ortak bir aday gösterme niyetlerini önceden açıklamıştı.[213] Genişlemeden kısa bir süre sonra Millet İttifakı gelecekteki hükûmet programlarını açıklayarak Türkiye'de seçimlerden önce bunu yapan ilk siyasi oluşum oldu.[214] Millet İttifakı, 30 Ocak 2023 tarihinde Ortak Politikalar Mutabakat Metni'ni Ankara'da kamuoyu ile paylaştı.[215]
Millet İttifakı güçlendirilmiş bir parlamenter sistemin kurulmasına özellikle vurgu yaptı. Ülkedeki mevcut demokratik gerileme ve otokratik yönetim eğilimini tersine çevirme, hukukun üstünlüğünü ve kuvvetler ayrılığını yeniden tesis etme ve Türkiye'nin insan hakları sicilini iyileştirme ittifakın hükûmet programında değindiği konular arasında yerini aldı.[216][217]
İktidardaki AK Parti ve siyasi müttefiki MHP'nin girişimiyle başlayan, 31 Mart 2022'de Türkiye Büyük Millet Meclisinden oy çokluğuyla geçen yasa neticesinde bir partinin meclise girebilmesi için gereken seçim barajı %10'dan %7'ye düşürüldü. Yeni seçim kanununda yer alan yasaların uygulanabilmesi için yasaların mecliste kabul edilmesinin üzerinden en az 1 yıl geçmesi gerekmektedir. Dolayısıyla yeni seçim barajı 31 Mart 2023'ten sonra yapılacak seçimler için geçerlidir. Bu değişiklik 1980 Darbesi'nin ardından Milli Güvenlik Konseyi tarafından uygulamaya konulan ana seçim barajıyla alakalı ilk değişikliktir.
Ayrıca, ittifaktaki partiler için bu seçimde, önceki seçimden farklı olarak, milletvekili dağılım hesabına toplam ittifak oyu değil, ittifak oyunun oransal olarak partilerin kendi oyuna eklenmesiyle oluşan son parti oyu girmektedir. Tek başına giren partiler ve bağımsız adaylar için bu durumda değişiklik yoktur. Bu nedenle Millet İttifakını oluşturan altı parti, 22 Mart'ta 2023 genel seçimlerine ittifak olarak girmek için Yüksek Seçim Kuruluna ittifak protokolünü teslim etti. CHP ve İYİ Parti, 5 milletvekilinin altında milletvekili çıkaracak olan 25 dolayındaki ilde fermuar sistemini uygulayıp seçime ortak liste ile ve güçlü olan partinin logosu altında girilmesi halinde daha fazla milletvekili çıkarılabileceği hesabı yaptı. Ayrıca Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu da daha fazla millet vekili sayısına ulaşılabilmesi için "ittifak içi ittifak" veya "üçlü ittifak" denen formülü Gelecek Partisi ve DEVA Partisine önerdi. Buna göre bu partiler Saadet Partisi listelerinden seçime girecek ve artık oylar boşa gitmeyecekti. Ancak Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu'nun bu fikre olumlu yaklaşmasına karşın DEVA Partisi lider Ali Babacan'ın olumsuz karşılaması sebebiyle bu formül uygulanmadı. Onun yerine 7 Nisan tarihinde CHP ve İYİ Parti, seçimlere kendi logolarıyla ve listeleriyle; Demokrat Parti, DEVA Partisi, Gelecek Partisi ve Saadet Partisi milletvekili adaylarını CHP listelerinden gösterme konusunda YSK'ya ek protokol metni sundu. Böylece dört siyasi parti ortak liste olarak CHP listelerinden seçimlere girdi.
RTÜK'ün CHP'li Üyesi İlhan Taşcı’nın açıklamasına göre, 1 Nisan-11 Mayıs tarihleri arasında devlet kanalı TRT’de Erdoğan’a 48 saatten fazla yer verilirken diğer cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu için bu süre 32 dakikaydı. Kampanya sürecinde Cumhur İttifakı’ndan milletvekili adayı olan bakanlar istifa etmediği için kamu gücünün seçim kampanyasında kullanılması iddiaları yoğunlaştı.
Seçime günler kala AK Parti'nin dilinde Millet İttifakı'nın terör örgütleriyle ilişkisi olduğu iddiaları yoğunlaştı. Erdoğan 7 Mayıs İstanbul mitinginde, Millet İttifakı'nın 14 Mayıs seçimleri için hazırladığı kampanya filminin üzerine, PKK liderlerinden Murat Karayılan’ın 2015 yılındaki konuşmaları montajlandı ve bu tek bir filmmiş gibi gösterildi.[218]
İlk olarak Cengiz Holding, Limak Holding, Kalyon Holding, Kolin Holding ve Makyol Grubu'nu kapsayan; muhalefet tarafından yolsuzluk ile suçlanan şirketlere dair bir siyasi terim olarak ortaya çıkmıştır. Dünyada en çok ihale alan şirketlerin arasına girmişlerdir.[219][220]
Osmangazi Köprüsü, İstanbul Havalimanı, Avrasya Tüneli ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü gibi birçok büyük kamu ihalesini almışlardır. Bunun gibi projeler için vergi affı ve devlet garantili ödeme[a] gibi bazı ayrıcalıklar tanınmıştır.[221] AK Partili 85 milletvekilinin sunduğu torba yasa teklifinde, şirketlerin güvenilirliği konusunda tereddüte yol açacak nitelikte haberlerin engellenmesi istendi. Muhalefet, bu teklifin "beşli çete" denen şirketleri korumak için yapıldığını savundu.[222][223]
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın faizleri düşük tutmak adına dönemin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak önderliğinde 128 milyar dolar harcadığı iddiası vardır. Kasım 2020'de ABD'li yatırım bankası Goldman Sachs'ın tahminlerine göre merkez bankası Türkiye'de faizlerin düşük tutulması için 100 milyar dolardan fazla rezerv harcadı.[224][225]
Kerim Rota'nın tahminlerine göre 128 milyar dolarlık TCMB döviz rezerv satışına Mart 2019'da yerel seçimler öncesi başlandı. Döviz rezervlerinin satışı 2020 Kasım’da dönemin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın istifası ve dönemin TCMB Başkanı Murat Uysal'ın görevden alınması ile sona erdi.[226][227]
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu iddiaları yalanladı ve rezerv kaybı olmadığını, bu paranın "Milletin hazinesinde ve Merkez Bankası'nda" olduğunu iddia etti. Ancak bundan önce yaptığı açıklamalarda Erdoğan, “128 milyar doların COVID-19 pandemisi ile mücadelede”,[228] ve “Yatırımlara, depreme karşı harcandığını” iddia etmişti. Erdoğan bu açıklamalardan sonra, sorulara cevap verirken “Merkez Bankasının rezervlerinin nerede olduğu sorulur mu?” diye sordu. Gazete Duvar'ın yayımladığı bir manşete göre; “3,5 ayda bu soruya 5 farklı cevap verildi.”[229][230][231]
Freedom House Dünya Özgürlük Raporu'na göre Türkiye'yi 2002 yılından beri yöneten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), son yıllarda giderek otoriterleşmiş, anayasa değişiklikleriyle geniş bir gücü elinde toplamış ve muhalefet baskılanmaya başlamıştır. Derinleşen ekonomik kriz devam etmektedir ve 2023 seçimleri sürecinde hükûmet muhalefeti baskılamak ve halkın söylemini sınırlamak için bazı adımlar atmaya çalışmıştır.[232] Hukukçu Michael Meyer-Resende, geçmişte Rusya ve Venezuela'nın rekabetçi otoriter rejimler olarak kabul edildiğini, ancak artık bu ülkelerin muhalefetin seçimi kazanmasının neredeyse imkansız olduğu baskıcı diktatörlükler haline geldiğini belirtti. Aynı şekilde, Belarus'un da hızla baskıcı bir diktatörlüğe dönüştüğüne dikkat çekti. Lukaşenko'nun 2020'deki seçimlerde yenildiği yönündeki genel inanç üzerine kitlesel protestoların başladığını ve rejimin bu protestoları şiddetle bastırdığını ifade etti.Meyer-Resende, rekabetçi otoriter rejimlerde muhalefetin sürekli olarak adil olmayan koşullarda yarışmak zorunda olduğunu ve muhalefetin değişim için bir ivme oluşturması gerektiğini vurguladı. Seçimleri kazanmanın mümkün olduğuna inanmayan bir muhalefetin seçmeni ikna edemeyeceğini, bu nedenle seçim boykotu çağrılarının artabileceğini belirtti.[233]
Bahattin Yücel'e göre seçim sonuçları, muhalefetin AK Parti'nin önceki ekonomik politikalarına benzer alternatifler sunmak yerine seçmenlerde beklenen ilgiyi uyandıramadığını gösteriyordu. Bahattin Yücel'in ifadesine göre, açıklanan ekonomik program, sadece mali disiplin değil, aynı zamanda otoriter bir yönetim modeliyle desteklenebileceği ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır.[234]
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.