Remove ads
Türk Kurtuluş Savaşı'nın bir cephesi Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Türk Kurtuluş Savaşı Batı Cephesi (Osmanlıca: غرب جبهه سی, romanize: Garb Cebhesi),[a] Yunan ordusunun 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkmasıyla başlayıp aynı kentin 9 Eylül 1922'de Türkiye'nin TBMM Hükûmeti ordusu tarafından geri alınmasıyla biten savaş veya Türk Kurtuluş Savaşı'nın cephelerinden birine verilen ad. Aynı zamanda askerî tarih açısından savaş sırasında Batı Anadolu'da Yunan ordusunun genel taarruzuna karşı 25 Haziran 1920'de kurulup 1923'te kaldırılan askerî birimlerden birine verilen ad.
Bu maddedeki üslubun, ansiklopedik bir yazıdan beklenen resmî ve ciddi üsluba uygun olmadığı düşünülmektedir. |
Bu madde ansiklopedik bir içerik için çok fazla veya çok uzun alıntılar içeriyor. (Nisan 2024) |
Batı Cephesi | |||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
Türk Kurtuluş Savaşı | |||||||||||
Sol üstten saat yönünde: I. İnönü Muharebesi'nin sonunda Mustafa Kemal; savaşın son aşamalarında geri çekilen Yunan askerleri; Türk piyadesi siperde; Gediz Nehri'nde Yunan piyade hücumu. | |||||||||||
| |||||||||||
Taraflar | |||||||||||
İçerir:
Rusya SFSC[2] İtalya[3][4][5] Fransa (1921'den sonra)[6][7][8][9] Azerbaycan SSC[10][11] Buhara SHC[12][13] Tüm Hindistan Müslüman Birliği[14][15] |
Birleşik Krallık (Kasım 1920'ye kadar) [18][19][20][21][22] Fransa (1921'e kadar)[9] | ||||||||||
Komutanlar ve liderler | |||||||||||
Mustafa Kemal Paşa Fevzi Paşa Çerkes Ethem İsmet Paşa Yakub Şevki Paşa Ali İhsan Paşa Nureddin Paşa Fahreddin Paşa Refet Paşa |
I. Konstantin Elefterios Venizelos Leonidas Paraskevopulos Anastasios Papulas Yeoryos Hacıanestis Nikolaos Trikupis (esir) Süleyman Şefik Paşa | ||||||||||
Güçler | |||||||||||
19 Mayıs 1919: ~35.000 savaşçı[23][Not 1] 1922: 18 piyade tümeni, 5 süvari tümeni ve 3 bağımsız alay=[24][25][Not 2] 208.000 asker[24] 100.352 tüfek[Not 3] 2.025 hafif ve 839 ağır makineli tüfek 323 savaş topu 5.282 kılıç 198 kamyon[Not 4][25] 67.974 hayvan[Not 5][25] 33 oto ve ambulans 10 uçak[Not 6] |
Aralık 1919: 80.000 asker[26] Eylül 1920: 107.500 asker[26] 1922: 12 piyade tümeni, 1 süvari tümeni ve 9 bağımsız alay=[24][25][Not 7] 225.000[24]-250.000[27] asker 90.000 tüfek[25] 3.139 hafif ve 1.280 ağır makineli tüfek 418 savaş topu 1.300 kılıç 4.036 kamyon[25] 63.721 hayvan[25] 1.776 oto ve ambulans[25] 50 uçak[Not 8] | ||||||||||
Kayıplar | |||||||||||
Askerî: 9.121 ölü[28][Not 9] 15.965 kayıp 33.685 yaralı[28][Not 10] +48.000 asker firari[29][30] 7.000-22.000 esir[31][32][Not 11] Toplam zayiat: ~113.771 |
19.362 ölü 18.095 kayıp 48.880 yaralı 4.878 muharebe dışı ölen ~10.000 esir[33][34] Toplam zayiat: ~135.973 | ||||||||||
640.000 Türk ve Müslüman sivil, Yunan ordusu ve Rum isyancılar tarafından öldürüldü.[35][36] 264.000 Yunan sivil, Türk askerleri ve çeteleri tarafından öldürüldü.[41] |
Yunanistan'ın İzmir'i işgali İngilizlerin, özellikle de Birleşik Krallık Başbakanı David Lloyd George'un, İngiliz kabinesindeki işgale karşı çıkan Lord Curzon, Arthur Balfour, Winston Churchill ve Edwin Montagu gibi bakanların muhâlefetine rağmen, kısa süre önce I. Dünya Savaşı'nda yenilmiş olan Osmanlı İmparatorluğu üzerinde, İtalyanların bölgeyi işgal etmesini önlemek için, Yunanlara toprak vadetmesi üzerine gerçekleşti. İşgal, Yunan kuvvetlerinin 15 Mayıs 1919'da İzmir'e girmesi ile başladı. İşgal kuvvetleri Anadolu içerisinde ilerledi ve Manisa, Balıkesir, Aydın, Kütahya, Bursa ve Eskişehir gibi şehirleri işgali altına aldı; bu ilerleme sırasında Urla, Malgaç, Bergama, Erbeyli, Erikli, Tellidede ve Aydın'da Kuvâ-yi Milliye birliklerinin gösterdiği direniş Yunan kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi. Bu direnişler çoğunlukla Yunan askerlerinin sert tepkisiyle sonuçlandı ve bunun bir sonucu olarak Menemen Katliamı gibi katliamlar gerçekleşti. 1920'nin sonlarında Yunan kralı Aleksandros bir maymun ısırığı ile öldü ve Yunanistan'da Venizelos hükûmeti düştü. Eski kral I. Konstantin'in tahtına geri dönüşü üzerine İtilaf Devletleri, Yunanlara desteklerini kesip ambargo uyguladılar. Böylece Anadolu harekâtında yalnız kalan ve İtilaf desteğini kaybeden Yunanistan'daki hükûmet değişikliği esnasında yapılan Gediz Muharebeleri'nin ardından düzenli ordu kuruldu. Yunan kralı Konstantin'in emri ile yapılan keşif taarruzu Birinci İnönü Muharebesi'nde durduruldu. Bu esnada İtalya ve Fransa, eski düşmanları olan kralın dönüşü nedeniyle 24 Ocak 1921'deki Paris Konferansı'nda Sevr'in Türkiye lehine gözden geçirilerek yeniden düzenlenmesini talep ettiler. Bu talepler üzerine toplanan 21 Şubat 1921'deki Londra Konferansı'nda, İtalya ile Fransa, Yunanistan'a karşı Türkleri yani Ankara'yı desteklediklerini ilân edince, İzmir konusunda asla taviz veremeyeceklerini söyleyen Yunanlar taarruz kararı alarak saldırıya geçtiler. İkinci İnönü Muharebeleri ile Yunan ilerleyişinin önüne geçildi, ancak Türk kuvvetlerinin temmuz ayında Kütahya-Eskişehir Muharebeleri'nde aldığı yenilgi sonucu Yunan ordusu yeniden ilerlemeye başladı. Sakarya Meydan Muharebesi'nde Yunan ilerlemesi ikinci ve son kez durduruldu. Ağustos 1922'de Türk kuvvetleri tarafından Büyük Taarruz başlatıldı ve taarruz sırasında Dumlupınar'da gerçekleşen muharebe ile İzmir'in Kurtuluşu ve ardından gerçekleşen yangın ile savaş son buldu.
Savaşın sonucunda işgal altındaki Batı Anadolu ve Doğu Trakya yeniden Türklerin eline geçti, Mudanya ve Lozan Antlaşması ile yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliği tanındı, Yunanistan'da 11 Eylül 1922 Devrimi gerçekleşti, Birleşik Krallık'ta Lloyd George hükûmeti düştü ve 1923'te Türkiye ile Yunanistan arasında bir nüfus mübadelesi gerçekleştirildi. Savaş sırasında iki tarafın da gerçekleştirdiği etnik temizlik ve katliamlar 640.000 Türk ve 264.000 Rum olmak üzere yüzbinlerce sivilin ölümüne yol açtı; buna ek olarak Yunanların gerçekleştirdiği tahribat ile 250'den fazla köy yandı ve 860.000 Türk mülteci durumuna düştü.
I. Dünya Savaşı döneminde İngiliz politikasını yönlendiren en önemli isim Birleşik Krallık Başbakanı David Lloyd George idi. İngiltere'de Herbert Henry Asquith hükûmetinin devrilmesinden sonra Aralık 1916'da Başbakan olan Lloyd George, Birleşik Krallık'taki siyâsî çevreler tarafından büyük bir Helensever ve Türk düşmanı olarak bilinmekteydi.[42][43]
Türkler neredeyse İngiltere'nin savaşı kaybetmesine sebep olacaktı. Onlara güvenemezdik. Türkler çökmüş bir milletti. Diğer yandan Yunanlar bizim dostlarımız ve yükselmekte olan bir milletti. Doğu Akdeniz'deki en önemli adaları ellerinde bulunduracaklardı. Adalar, İngiltere'nin Süveyş Kanalı yoluyla Hindistan, Uzak Doğu ve Avusturalya ile gerçekleştireceği bağlantıların hemen paralelinde uzanmaktaydı. Eğer Yunanların sınırlarını genişlettikleri bu dönemde onlara sadık bir dost olursak, onlar da İngiliz İmparatorluğu adına Akdeniz'deki iletişiminin ve ulaşımın korunmasında garantörlerden biri olacaklardır.
— David Lloyd George
Lloyd George, 1912 yılından beri yakın arkadaşı olan Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos için şöyle diyordu: “O büyük bir adam, çok büyük bir adam, Venizelos iş başında olduğu sürece Yunanistan güvenilir ellerde olacaktır.”[43]
1912-13 Balkan Savaşları'ndan güçlenerek çıkan Yunanistan, Balkanlar'da dikkate değer bir güç konumuna gelmişti.[44] Venizelos, Yunanistan'ı daha da güçlendirmek için I. Dünya Savaşı'nda İngilizlerin safında yer almak gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle 1914 yılında önemli İngiliz yetkilileriyle bir dizi temaslar gerçekleştirdi. Fakat Yunan Başbakan Venizelos'un verdiği güvenceye rağmen, Yunanistan Kralı I. Konstantin, İngilizlerin yanında savaşa girmeyi reddetti.[45] Askerî eğitimini Almanya'da almış olan kral Konstantin, aynı zamanda Alman İmparatoru II. Wilhelm'in kız kardeşi Sophia ile evliydi ve Almanlar ile yakın ilişkilere sahipti. Ancak bunun yanında, Almanların yanında savaşa girilmesi durumunda Osmanlı ile ittifak halindeki Almanların Yunanistan'a vadedebilecekleri sınırlıydı. Aynı zamanda İngiliz ve Fransız donanmalarına karşı Yunanistan savunmasız durumdaydı. Bu nedenlerle, Venizelos ve taraftarlarının aksine Konstantin ve taraftarları "olumlu tarafsızlık" dedikleri bir politikayı takip ettiler.[46]
Özellikle 1915'teki Çanakkale Muharebeleri sırasında Yunanistan'ın İtilaf Devletleri tarafında savaşa girmesi için yoğun baskı yapıldı. Konstantin'in bu teklifleri de reddetmesi İngilizleri kızdırırken Alman İmparatoru tarafından memnuniyetle karşılandı.[47] Venizelos ve Konstantin arasındaki anlaşmazlıklar daha sonra da devam ederek Yunanistan'da ciddi bir iç krize neden olan ve Ulusal Bölünme olarak bilinen dönemin yaşanmasına neden oldu. Konstantin, tarafsızlığına rağmen, Yunanistan'ın topraklarını gerekirse hem Bulgaristan'a hem de Türklere karşı savunacağını açıkladı. Venizelos, Bulgarların İttifak Devletleri tarafında savaşa katılmasına dayanarak, Yunanistan'ın Bulgarlara karşı askerî seferberliğini İngilizler ile Fransızlara bildirdi ve İtilaflar için 150.000 askerini Selanik'e gönderme olasılığını değerlendirdi.[43][48] Bunun üzerine Konstantin, Venizelos'u derhal saraya çağırdı ve onu Başbakanlık görevinden azlederek yerine Dimitrios Gunaris hükûmetini kurdurdu. Daha sonra Alman kralına telgraf çekerek endişelenmemesi gerektiğini ve "kararlaştırıldığı gibi, Venizelos'un görevinden çoktan ayrıldığını" bildirdi.[49] Bu sırada İtilaflar, Yunan hükûmetini görmezden gelerek Selanik ve Ege'deki hâkimiyetlerini kademeli olarak genişlettiler. Konstantin'in İtilafların yoğun ısrarına rağmen tarafsızlığını korumakta ısrar ederek yapılan teklifleri ve toprak vaatlerini sürekli reddetmesi, Fransız ve İngiliz donanmaları ile Atina'daki Yunan ordusu birlikleri arasında gerçekleşen bir dizi çatışmaya neden oldu.[50]
Bu olaylar, Kral Konstantin ile İtilâflar arasında, Yunanistan'a uygulanacak bir deniz ablukasıyla zirve bulan nihai bir kopuşa yol açtı.[51] İngilizler için, I. Konstantin artık "Avrupa'da Alman kralı II. Wilhelm'den sonraki en nefret edilen kişi" idi.[52] İtilâflar, Yunanistan'ı savaşa girmeye mecbur bırakmayı da denediler. Yunanistan’ın limanlarını ablukaya aldılar, ticaretine el koydular, haberleşmesini kontrol ettiler ve topraklarını işgal ettiler. Uyguladıkları ambargolarla Yunan halkı arasında açlığa ve açlık ölümlerine sebep oldular.[53]
İngilizler Konstantin'i aşamalı olarak devirmek amacıyla, 1916 yılının Ekim ayında, destekledikleri Venizelos’a Selanik’te "Milli Savunma Hükûmeti" veya "Selanik Devleti" olarak adlandırılan ikinci bir hükûmet kurdurdular. Böylece Yunanistan'da Atina ve Selânik merkezli iki farklı yönetim ortaya çıktı. Her iki yönetim biriminin ve taraftarlarının mücadelesi sonunda ülkede yer yer çarpışmalar oldu. Bu gelişmelerin sonrasında İngiliz Başbakanı Lloyd George'un da desteği ile Fransızlar, ablukayı kaldırmak için Konstantin'in tahttan çekilmesini ve Yunanistan’ı terk etmesini istediler. Taleplerin kabulü için Fransız donanması Atina kraliyet sarayını bile bombaladı. Bu dönemde Osmanlı hükûmetinin Almanlarla beraber Ayvalık'taki Rumları tehcir etmesi, Konstantin'in itibarını zedeledi ve durumunu daha da zorlaştırdı.[54] Nihayetinde Kral Konstantin İsviçre'ye sürgüne giderek ülkesini terk etti. Yerine Aleksandros tahta çıktı ve Venizelos Atina’ya gelerek 27 Haziran 1917’de yeniden başbakan oldu. Böylece İngiliz yanlılarının hakimiyeti ele geçirmesiyle Yunanistan'a uygulanan abluka kaldırıldı ve Yunanistan 1917 yılında İttifak Devletleri'ne savaş ilân ederek İtilâf Devletleri'nin yanında savaşa girdi.[55]
Kasım 1918'de I. Dünya Savaşı’nın bitmesi üzerine Venizelos, Birleşik Krallık nezdinde harekete geçerek Anadolu üzerindeki planlarını konferans başlamadan önce Kasım 1918'de Lloyd George’a yazdığı mektubuyla bildirdi. Venizelos’un Lloyd George’a önerileri Anadolu’nun kuzeydoğusunda bir Ermenistan Devleti’nin kurulması, İzmir ve civarının Yunanistan’a verilmesi, Batı Anadolu’daki Müslümanlar ile Anadolu’daki Yunanların mübadele edilmesi ve İstanbul ve Boğazlar bölgesinin, Paris Barış Konferansı'nın 25 Ocak 1919'da yapılan toplantısında kurulması kararlaştırılmış olan Milletler Cemiyeti'nin yönetimine bırakılmasıydı.[56]
Eğer Yunanistan kendi taleplerini İngiliz desteğiyle gerçekleştirirse İngilizlerin rehberliğini kabul etmek zorunda kalacaktı. Yani eğer Türkler Yunanistan’ın kara gücüyle tahakküm altına alınabilirse, Yunanistan’a da İngilizlerin deniz gücüyle hükmetmek mümkün olacaktı. Böylece İngiliz hükûmeti, büyük bir masraf yapmadan Yakın ve Orta Doğu’daki savaş hedeflerine ulaşabilme imkânını bulacaktı. Ayrıca bu durum, Çanakkale Boğazı'nın gelecekteki bir Rus tehdidine karşı kapalı kalmasını da sağlayacaktı. Fakat David Lloyd George'un Yunan yanlısı politika isteği kabinedeki muhafazakar partili bakanların tepkisi ve muhalefetiyle karşılaştı. İngiliz siyasetinde her ne kadar Liberaller Türk aleyhtarı olsalar da Muhafazakarlar ve ordu mensupları İmparatorluk güvenliği gereği yayılmacı Alman ve Rus politikaları sebebiyle Türklere karşı daha iyi niyetliydiler. Özellikle de İngiliz İmparatorluğunun Orta Doğu uzmanı olan Lord Curzon'un Ocak 1919'da İngiliz Dışişleri Bakanlığı görevine gelmesi, sürecin daha farklı ilerlemesine neden oldu. I. Dünya Savaşı'nda İngiliz savaş politikasını yönlendiren kabinedeki beş isimden birisi olan ve İngilizlerin Türklere yönelik politikasını başbakandan sonra en çok etkileyen kişi olan Curzon, İngiliz kabinesine verdiği memorandumlarda farklı bir tezi savunuyordu. Birleşik Krallık'taki koalisyon hükûmetinde Liberal partili başbakan Lloyd George'un politikasını eleştiren Muhâfazakar partili Curzon, kabinedeki Arthur Balfour ve Edwin Montagu gibi İzmir'in işgaline karşı çıkıyordu. I. Dünya Savaşı'ndan sonra bir İngiliz ve İtilâf düşmanlığı oluşmaması için Almanya, Avusturya, Macaristan, Çekoslavakya, Polonya ve Finlandiya'da 1918'de cumhuriyet ilân edilmişti. Ayrıca Araplara da kendi kendini yönetme ve bağımsızlık hakları verilmişti. Curzon'a göre bu politika Türkiye'de de uygulanmalıydı.[57] Anadolu, 11. yüzyıldan beri Türklerin anavatanı olmuştu, gelecekte de parçalanmadan bir Türk Devleti içinde kalmalıydı. Anadolu; Yunanların, İtalyanların veya Fransızların yararına paylaştırılmamalıydı. Onun görüşüne göre; Türklerin İstanbul'dan çıkarılması her ne kadar "savaştaki yenilgilerinin en önemli kanıtı olarak kaçınılmaz ve arzu edilir" olsa da, Türklerin mülteci durumuna düşürüleceği ve pratikte Türk monarşisi ile muhtemelen hiçbir hilâfetin de artık olmadığı anlaşıldığında, bu tür değişikliklerin Müslümanların radikal duygularını ve "kolayca vahşi bir çılgınlığa dönüşebilecek asık suratlı kızgınlığı" alevlendireceğinden endişeleniyordu. Saltanat ve hilâfetin kaldırılıp İstanbul'un Türklerden alınmasına, Anadolu'nun parçalanması da ilâve edilmemeliydi. Eskiden Hindistan Genel Valiliği yapmış olan Curzon, Hindistan'daki 70.000.000 Müslüman ile Afganistan, Mısır ve Arabistan'daki diğer Müslümanlardan endişeleniyordu.[58][59][60]
Öte yandan 900 yıl boyunca bir Hristiyan kilisesi olmuş, ancak 1453'te camiye çevrilmiş olan Ayasofya kilise hâline geri dönecekti, fakat bununla birlikte İstanbul'daki önemli camilerin Müslüman nüfus için "fazlasıyla yeterli" olan bütünlüğüne ve kutsallığına titizlikle saygı gösterilecekti. Yine bununla birlikte beş asırdır Avrupa'da hüküm süren Türkler Avrupa'dan tamamen atılmalı ve yeni Türk Devleti, Asya merkezli bir ülke olmalıydı. Bu ise ancak başkentin Anadolu'ya taşınması ile mümkündü. Curzon'a göre bu yeni başkent Bursa, Konya veya Ankara olabilirdi. Fakat yeni Türk Devleti’nin belirlenen sınırlarda özgürlüğü ve bütünlüğü garanti edilmeliydi. Böylece Türklerde milliyetçilik duygusunun patlamasının önüne geçilecekti. Aksi hâlde bu durum, pek çok sorunu beraberinde getireceği gibi, Müslümanların yaşadığı Mısır, Ortadoğu ve Hindistan'daki İngiliz çıkarlarına da zarar verecekti[61][62][63]:[64]
“ | Sultan'ın İslam dünyasının her yerindeki gücü ve itibarı, iki esas temele dayanıyor; birincisi, Kutsal Yerlere sahip olması ve ikincisi konumu, İstanbul. Sultan, Doğu dünyasının tarihi başkentinde, hiyeratik prestij hâlesiyle kaldığı sürece, müslümanlar onu sadece Halife olarak görmekle kalmayacak, aynı zamanda yenilmemiş olarak da görecekler. Gelecekte uluslararası rahatsız edici bir güç olmaya devam edecektir. Türk Hükûmeti orada kaldığı sürece İstanbul, tüm Müslümanların yöneleceği merkez ve eksen olacak ve Türkler, Avrupa'nın rekabetleri ve kıskançlıkları üzerine oynamaya devam edecekler. Konstantinopolis'ten çıkarıldıktan sonra, Türkiye, İran veya Afganistan ile aynı temelde bir Asya Devleti olacak ve Türkler, dünya milletleri arasında ikinci veya üçüncü sıraya düşeceklerdir.[65] | ” |
— Lord Curzon - 5 Mart 1919 |
“ | Sultan, halife olarak kaldığı ve Konstantinopolis'te durduğu sürece, dünyanın Müslüman ülkeleri ona, gerçekten de, şimdi bile, sadece manevi liderleri olarak değil, aynı zamanda büyük, güçlü ve yenilmez bir Devletin başkanı olarak bakıyorlar. Bu koşullarda, Türk'ün Avrupa'dan çıkarılması elzemdir. Bu karar alınırsa, derhal onun yerine ne tür bir idarenin kurulması gerektiği sorusu gündeme gelir. Türk'ün ortadan kaybolmasından sonra Konstantinopolis'te bir Büyük Gücün kurulması halinde hırsları ya tatmin olmayan ya da sadece yarı tatmin olan Balkanlar'daki bütün küçük Devletler, Konstantinopolis'teki egemen Güç etrafında toplanacak ve ajitasyon ve entrika kariyerlerine devam edecekler. Bu, Doğu sorununun kapanması değil, yeniden açılması olacaktır. Diğer taraftan Rusya'nın etrafını saracak birçok küçük devletin doğasındaki zayıflığa bakılırsa gelecekte kaçınılmaz olarak sınırlarını genişletmek ve eski egemenliğini mümkün olduğunca geri kazanmak için ısrar edecek güçlü ve canlanmış bir Rusya ortaya çıkacaktır. Böyle bir Devletin hırsları İstanbul'a yönelebilir ve böyle bir durumda Rusya ile İstanbul'da kurulan Büyük Güç arasında ortaya çıkacak çatışmada en ciddi öneme sahip yeni bir uluslararası sorun ortaya çıkabilir. Tek alternatif Boğazlar'da uluslararası bir yönetimin kurulmasıdır.[66] |
” |
— Lord Curzon - 12 Mart 1919 |
Lord Curzon, Türklerle imzalanacak kapsamlı bir antlaşmanın geciktirilmesinin büyük bir hata olacağını söylüyordu. Paris Barış Konferansı'ndaki üç aylık ihmal zaten durumda ciddi bir bozulmaya yol açmıştı[67]:[68]
“ | Görkemli bir barışı kutlamaya hazırlanan herkes için büyük bir şok etkisi oluşturacak bazı olaylara karşı tetikte olmalıyız. Herkes Almanya'nın muhtemel tavrını tartışırken Türkiye'de neler olabileceğine dair kimsenin kafa yormadığı görülüyor. Türkiye'nin kendisine dikte edebileceğimiz her türlü şartı kabul edeceği öngörülüyor. O zaman birçok kez yalvardım ama başarılı olamadım ki, Türkiye ile Mütareke şartlarının çok daha kapsamlı ve şiddetli hale getirilmesi gerekiyor.
Konstantinopolis'teki konumumuz daha çok blöf yapmaya dayalıydı. İttihat ve Terakki çözülmek şöyle dursun, arka planda her yerde aktiftir. Türk İmparatorluğu'nun büyük bölümünde hâlâ baskın güçtür, Enver Paşa hala ulusal bir kahraman olarak görülüyor. Çanakkale kaleleri hiçbir zaman yok edilmedi, sadece zayıf ve az sayıdaki İtilaf müfrezeleri tarafından işgal edildi. İtilâfların kendi iradelerini icrâ etme kâbiliyetinin göstergeleri her yerde günden güne azalıyor. Bolşevikler, Fransızları ve Yunanları Ukrayna'dan ve Odessa'dan çıkardılar. Yardımımızı geniş çapta ilan ettiğimiz General Denikin, Don'da ve Kafkasya'da pek iyi gitmiyor. Mümkün olan en kısa sürede Kafkasya'yı terk edeceğimiz yaygın olarak biliniyor. Özbekistan ve Hazar'dan zaten çekiliyoruz. Çok geçmeden İngiliz bayrağı artık Hazar Denizi'nde dalgalanmayacak. Türkler, Mısır'da İngilizlere karşı Türkiye lehine ciddi ve büyük bir isyan olduğunu ve Türk bayrağının fiilen Nil Vadisi'nde yeniden dalgalandığını, derin bir memnuniyetle, görmezlikten gelemezler. Filistin'in durumu belirsiz, Suriye'de Fransızlar ve İngilizler keskin bir şekilde bölündü. Bu bölgelerin kaderi, inceleme ve rapor için bir komisyon gönderilene kadar bir kez daha ertelenecektir. Tüm bunların entrika için ne gibi muhteşem fırsatlar sunacağını belirtmeme pek gerek yok. Hâlâ eski rejimi yeniden kurmayı uman "Eski Türkler" ile gücü yetiyorsa zaferin ganimetlerini İngilizlerden almak isteyen Genç Türkler'in, İstanbul'un işgal edilmiş kalelerinden seyrettiği tablo işte böyledir. Kendime soruyorum. Türkler; Ermenistan'dan tamamen mahrum bırakılacaklarını, İstanbul ve Avrupa'dan çıkarılacaklarını, Anadolu'daki azalan bölgenin bile nefret ettikleri düşmanlar arasında paylaşılması ya da ona eşdeğer bazı yabancı zorunlu güçler tarafından manda edilme ihtimali olduğunu anladıklarında ne yapacaklar? Boyun eğecekler mi? Yoksa İslam için ve özgürlükleri için karşı mı çıkacaklar? Meslektaşlarıma Doğu'da şu anda bile en iyi planlarımızdan bazılarını altüst edebilecek yeni sorunların ortaya çıkabileceğini belirtiyorum.
Tüm bu hadiseler, Türkiye'de ortaya çıkabilecek ciddi bir krizle baş edilmesinden korkulmasına neden olmaktadır. |
” |
— Lord Curzon - 25 Mart 1919 |
Curzon, İtalyan işgalini haksız buluyordu ve Yunanistan’ın Selanik’in beş mil ötesinde bile düzeni sağlayacak gücü olmadığını ifade ederek talep ettikleri Aydın Vilayeti'nde barışı ve düzeni sağlamaya çalışmakta başarısız olacağını belirtiyordu. Curzon’a göre Anadolu’yu parçalama politikası sadece adaletsiz bir politika değildi, aynı zamanda tehlikeliydi. İngiliz Hindistanı nüfusunun dörtte birini oluşturan Hint Müslümanlar, padişahın dünya Müslümanları üzerindeki manevi liderliğinin sonunun gelebileceği ihtimâlinden mutsuzdu. Hindistan'daki camiler, sıklıkla hâlife için dua ettiler. Küçük bir azınlık açıkça Osmanlı'nın yanında yer aldı ve bu yüzden hapse atıldı veya idam edildi; diğerleri, bunun oluşturduğu korku ortamı ile sessiz kaldı. 1919'da İtilafların, Osmanlı İmparatorluğunu bölmeyi, padişahı tahttan indirmeyi ve hilâfeti kaldırmayı planladıklarına dair söylentiler Hindistan'a ulaştığında, Müslüman gazeteler, İngilizlerden padişahı korumalarını isteyen makâleler yayınladılar ve yerel ileri gelenler hilâfet komiteleri kurdular. Woodrow Wilson'ın hâlifeliği korumak için söz verdiğine dair çok sayıda dilekçe İngiliz makamlarına ulaştı. Hilâfet ve İslam birliği adına kurulan Hint Hilâfet Hareketi adı altındaki oluşum kısa sürede büyüdü. İngiliz murahhas heyetleri, görünüşte önemsiz bir mesele gibi görünen hâlifeliğin kaldırılmasının, aniden Hindistan'da başlıca sorun hâline gelmesiyle alarma geçti. İngiliz İmparatorluğu'nun Hindistan Dışişleri Bakanı Edwin Montagu da bu doğrultuda Türkiye'yi bölme planlarına karşı çıktı. Hindistan'daki İngiliz güvenliğinin Türk bütünlüğüne ve Türk barışına bağlı olduğunu yineledi: 'İngiltere milyonlarca Müslümanı barındıran bir ülkeydi ve Müslüman dünyanın liderleri ile dost olmalıydı. İstanbul’un işgali ve halifelik kurumunun zarar görmesi İngiltere’yi çok zor bir durumda bırakabilirdi.'[69][70][71][72][73]
Paris Barış Konferansı’nda Venizelos bölgedeki Yunan nüfusunun çoğunlukta olduğunu vurgulayarak Wilson İlkeleri'ne göre İzmir ve çevresinin Yunanistan’a bağlanmasında ısrar etti.[74][75] Venizelos’un toprak isteklerini İngiliz ve Fransız delegeler kabul ederken İtalyanlar ve Amerikalılar karşı çıktılar.[76]
Fransız hükûmeti, Anton Denikin altındaki Beyaz Ruslara yardım etmek için asker yollama kararı verdiğinde Georges Clemenceau Yunanlara başvurmuştu. Fransızların desteğini kazanmak isteyen Venizelos, tereddüt etmeden, Fransız komutasında Ocak 1919'da iki Yunan tümenini Odesa’ya göndermiş ve Yunanlar burada yüksek kayıplar vermişti. Karşılığında Fransa, Paris Barış Konferansı’nda Yunan taleplerine göz yumdu.[77]
Yunanları İzmir'e çıkmaya teşvik eden kişi yalnızca Lloyd George idi. O, sadece Curzon'a değil, çoğu askerî ve siyâsî uzmanlara karşı, yerel koşullarla ilgili herhangi bir çalışma yapmadan ve tavsiyelere karşı çıkarak, tamamen kendi inisiyatifiyle hareket etmişti. Olabilecek sonuçları göz ardı ederek ve etnografik, politik, ekonomik veya stratejik nedenlerle gerekçelendirmeksizin Venizelos'un etkisiyle Yunan iddialarını destekliyordu. Buna karşılık Curzon, Anadolu'da herhangi bir bölünmeye, özellikle de Yunanların İzmir'e çıkarılmasına karşıydı.[78][79]
Venizelos’un memorandumu üzerine Paris’te görevli olan İngiliz uzman Arnold Joseph Toynbee bir rapor hazırladı.[80] Bu rapora göre:
Diğer taraftan İtalyanların amacı bir işgâl hareketi değildi; aksine Türk direnişine yardımcı olarak Venizelos'un ilerlemesine engel olmak, bağımsız bir Türkiye'de ticari kazanımlar elde etmek ve Yunanistan'ı burada yıpratarak Arnavutluk ve Balkanlar üzerindeki İtalyan nüfuzunu artırmaktı. Böyle stratejik bir tutum, 1912'ye kadar Osmanlı'ya bağlı olan Libya'daki İtalyan aleyhtarlığını da önleyecekti. İtalya'nın daha çok Arnavutluk, Hırvatistan ve Libya ile ilgilenmesine rağmen, aslında Anadolu'da da bir toprak isteği vardı. Fakat İtilafların, özellikle de ABD'nin bunu kabul etmeyeceğinin farkındaydı. İtalyanlar ya herkesin Anadolu'dan pay almasını ya da hiç kimsenin almamasını istiyordu. Eğer 1917'de Saint-Jean-de-Maurienne Anlaşması ile İtalyanlara verileceği taahhüt edilen Batı Anadolu, Yunanistan'a verilirse, bu durum İtalyan kamuoyunda ciddi bir iç muhalefete ve prestij kaybına yol açacaktı. Bir İtalyan senatör şöyle dedi: “Diğerleri hiçbir şey almayacaksa, biz de hiçbir şey talep etmeyeceğiz.” Öte yandan Anadolu işgâli İtalya için aynı zamanda bir pazarlık kozuydu. İtalyanlara göre diğer devletler, zaten İtalya'nın buradan çıkmasını isteyecekti. İtalyanlar da buna karşılık Arnavutluk'un kendilerine verilmesini şart koşacaklardı.[81][82]
İtalyanlar, Venizelos'un İzmir'i istediğini biliyordu. Baharda gerçekleşen olaylar bu önseziyi doğruladı. Mart ayının ilk günlerinde, Antalya'daki sivil kargaşanın durumu hakkında Sidney Sonnino'ya bilgi verildi. Bu, askerî bir müdahale için bir bahane olarak kullanılabilirdi. 16 Mart 1919'da ise Konstantinopolis Ortodoks Patriği, Antalya'nın Ortodoks Yunan Devletine ilhakını talep etti. Ayrıca Antalya'nın Hristiyan mahallesi bir bombardımanla sarsıldı.[83]
Katolik İtalyanlar harekete geçerek 21 Mart’ta Antalya’yı işgâl etmek için İngilizlerden izin istediler. Ancak Lloyd George buna olumlu bir cevap vermedi. Clemenceau ise İtalya’nın bu isteğine yanıtsız kaldı. Bunun üzerine İtalyanlar 23 Mart’ta bütün sorumluluğu üstlenerek resmî karar aldılar ve 25 Mart’ta Antalya’yı işgâl ettiler. İtalyanlar daha sonra 24-25 Nisan’da Konya’yı, 11 Mayıs’ta Bodrum’u, 12 Mayıs’ta Marmaris ve Fethiye’yi işgâl ettiler. Yunanistan da karşılık olarak Midilli, Sakız ve Sisam adalarına askerî birlikler gönderdi. ABD Başkanı Wilson’a göre, İtalya’nın savaş sonrası izlediği politika ile Arnavutluk ve Fiume boyunca olan toprak istekleri, kendisinin savaş sonrasında ortaya koymuş olduğu etnik ve stratejik ilkelere uygun değildi. Nisan ayında Yugoslavya'nın bir parçası olan Fiume'nin İtalya tarafından keyfi olarak ele geçirilmesi Paris'te tansiyonu yükseltti. Görünüşe göre Roma, Adriyatik Denizi'nin tamamını ele geçirme niyetindeydi. 23 Nisan 1919'da Woodrow Wilson, İtalyanları açgözlü davranmakla suçladı. Bunun üzerine İtalya 24 Nisan’da görüşmelerden ayrıldı. 2 Mayıs'ta Başkan Wilson, İtalyanların Fiume ve İzmir'e gemi gönderdiğine dair bir rapora yanıt vererek İtalya'nın 'barış için bir tehdit' olduğunu söyledi. İtalya’nın görüşmelerden ayrılması Yunanistan’ın ve Venizelos’un işini kolaylaştırmış ve Başkan Wilson'ın İtalyanlara bu son tepkisi Lloyd George’a aradığı fırsatı sunmuştu. 5 Mayıs'ta Lloyd George, İtalyanların Yunanlara karşı Türkleri cesaretlendirdiğini ve bölgedeki Türklerin Yunanlara zulmettiklerini, İtalyanların niyetlerinin Türkler ile Yunanlar arasında hadiseler çıkartıp bunun ardından asayişi sağlamak bahanesiyle İzmir’e asker çıkarmak olduğunu iddia etti. İtalyanlar işgale girdikten sonra onları bölgeden çıkarmanın zor olacağını belirtti. Bunu önlemek için de Yunanistan’ın Batı Anadolu’daki yurttaşlarını korumak niyetiyle İzmir’e asker çıkarmasını teklif etti. Mümkünse bu karar, İtalyanlar 7 Mayıs'ta Paris'e dönmeden önce alınmalıydı. Bunun üzerine Clemenceau ve Wilson, Lloyd George’un Yunanistan’ın İzmir’e asker çıkarması teklifine onay verdi. Karar, danışmanlarla uygun şekilde istişare edilmeden büyük bir gizlilik içinde verildi. Yunan nüfusu korumak için Yunan birliklerinin mayıs ayında İzmir'e gönderilmesi, gerçekte, İtalyanları cezalandırmak ve Anadolu'daki İtalyan etkisini sınırlamak için tasarlanmıştı.[78][84][85]
İngiliz askerî uzman ve Mareşal Henry Wilson, olaylar hakkında "Her şey çılgınca ve kötü" diye yazdı. Mareşal Wilson, Lloyd George'la doğrudan yüz yüze geldi ve ona 6 Mayıs'ta, İzmir çıkarmasının başka bir savaşı başlatacağını fark edip etmediğini sordu. Curzon, Churchill, Montagu ve Hardinge, planı öğrendiklerinde kararı eleştirdiler. Arthur Balfour ise olan biteni gördüğünde büyük bir öfkeye kapıldı: "Orada oturan, kafalarına göre kıtaları bölen, her şeye gücü yeten ve tamamen cahil üç adamım var." Lloyd George'a Türkiye'yi bölmenin ne kadar tehlikeli olacağını anlatan güçlü bir memorandum gönderdi. Türkiye'yi bölmenin, Hindistan da dahil olmak üzere Müslüman dünyayla “ebedi savaş” anlamına geldiği konusunda onu bir kez daha uyarmak için Londra'dan gelen Winston Churchill ve Edwin Montagu da aynı görüşleri paylaşıyordu.[86][85]
Osmanlı imparatorluğu hakkında Paris'teki herkesten daha çok şey bilen Lord Curzon bu gerçekleşenleri endişe ve umutsuzlukla izliyordu. Arthur Balfour Barış Konferansı için Paris'e gidince onun yerine Londra'da kalarak Dışişleri Bakanlığı görevini üstlenen Curzon, "Türklerin işini bitirdiğini varsaymanın tehlikeli olduğunu ve kapsamlı bir antlaşmayı geciktirmenin aptallık olacağını" bildiren bir dizi memorandum ve mektup göndermişti. Curzon'a göre antlaşma bir an önce yapılmalıydı[87]:[88][89]
“ | Meslektaşlarım, Türkiye'deki durum ve günden güne artan sorunlar konusunda bir süredir ne kadar endişeli olduğumu biliyorlar. Derin ve artan huzursuzluk, askeri güvensizlik ve yaklaşan kan ve kaos, bizi zaferin meyvelerinin birçoğundan mahrum bırakabilir. Barış Konferansı ilk toplandığında Türkiye'deki askeri gücümüz yeterliydi. İngiliz konumu, hem askeri hem de siyasi anlamda olağanüstü güçlüydü. Ermenistan dışında, Anadolu'nun bölünmesi düşünülmemişti bile. Şimdi ise yaklaşık dört ay geçti. Avrupa'daki Türkiye'nin kaderi henüz belirlenmedi, ancak Türklerin Amerika'nın mandasına veya bir uluslararası gücün mandasına devredilecek olan Konstantinopolis'i kaybedeceği anlaşıldı. Her halükarda, Mısır, Kafkaslar, Küçük Asya ve Hindistan'daki olayların Türkleri daha yumuşatması veya boyun eğdirmesi olası değildir ve Avrupa'dan çıkarılmalarına ilişkin kararı, Anadolu'da isyanlar ve katliamlar ve Doğu Müslüman dünyasında büyük kargaşaların izleyecek olması çok muhtemeldir. Asya'da en umut verici görünen politika; askeri, mali veya diğer koşullar ne olursa olsun, Türkiye'nin eski egemenliklerinin Asya'daki kalıntılarında kurulmasıdır. Suriye sorunu hala çözülemedi. Bu arada Filistin'deki Siyonistlerin abartılı talepleri orada yeni bir huzursuzluk ortamı yarattı. Mısır'da isyan yükseldi ve Doğu'daki tüm konumu tehlikeye atan milliyetçi, Türk yanlısı ve İngiliz karşıtı duyguların şiddetli ve tehlikeli bir şekilde yeniden ortaya çıkmasına neden oldu. Sonunda, isyan Hindistan'a ulaştı ve isyandan bu yana en ciddi ve tehditkâr İngiliz karşıtı gösteri patlak verdi. Çoğu Mısır, Mezopotamya, Suriye, Kafkasya veya Konstantinopolis'ten yeni gelen her yetkiliyle konuştum. Şunu belirtiyorlar ki, kaderi bir altı ay daha ertelenecek olan tüm Türkiye bir direniş ve mayalanma halinde olacaktır. Bu durumda Irak çalkalanacak, İran'daki konumumuz tehlikeye girebilir. Selanik kapılarının 5 mil dışında düzeni sağlayamayan Yunanlara gelince, İzmir gibi büyük bir şehri işgal etmelerine ve yönetmelerine gönül rahatlığıyla izin verileceğine inanılır mı? Türkler bunu anlayınca, Anadolu'yu büyük bir kargaşaya dönüştürebilecek son ve çılgın bir milli ve dini öfke patlamasına maruz kalmayacaklar mı? Son zamanlarda Türkiye'nin her yerinde sıkıntılar baş gösterdi. Musul'un kuzeyinde az önce bir İngiliz subayı öldürüldü, Diyarbekir'den, Sivas'tan, Samsun'dan ve iç kesimlerde ulaşamadığımız birçok yerden Hristiyan karşıtı hareketler rapor edildi. General Allenby Urfa, Antep ve Maraş'ta huzursuzluk olduğunu bildiriyor. Tüm Türkiye'nin ayağa kalkması için yalnızca bir işarete ihtiyaç duyduğu giderek daha belirgin hale geliyor. Karadeniz'deki konumumuz da iyi değil. Odessa düştü ve Sivastopol Bolşeviklerin işgalinde. Karadeniz'deki tek ikmal hattımız -belki de tek geri çekilme hattımız- Konstantinopolis'ten geçiyor ve Konstantinopolis'te çok az askerimiz var. Çanakkale kaleleri arkamızda hasarsız duruyorken Amiral'in yakın zamanda şikayet ettiği gibi çok fazla gemimiz ise yok. Türkler, yenilginin ilk dehşetinden kurtuldu ve tüm eski ruhları ve becerileri ile merak uyandırıyorlar. Kararlar o kadar uzun süre ertelendi ki, Ocak ayında kolayca uygulanabilecek olan bir karar, mayıs veya haziranda çok zor uygulanabilir. İyi ya da kötü, varılan çözüm ne olursa olsun, Türk sorununun, sıkı bir şekilde ele alınması ve mümkün olan en az gecikmeyle nihai bir sonuca varması son derece arzu edilir görünüyor. Gecikme, Doğu dünyasındaki yeni isyanların kesin habercisidir. Eğer çok geç değilse, Anadolu'da herhangi bir bölünme veya manda politikası takip edilmemesini ısrarla talep ediyorum. Zaman Türklerden yana ve bunu biliyorlar. Geçen her hafta, her bölgede yeni entrikalar ortaya çıkarır. Hindistan'da, tüm İslam coğrafyasında, hatta Londra'da bile. Türklerin başkent Konstantinopolis'ten çıkarılmasına, Ayasofya'ya ve Hilafete Hristiyan müdahalesine karşı aktif olarak ajitasyon yapılan her yerde. Türk, gecikmenin her anını bir kazanç olarak sayıyor. İtilafların artan anlaşmazlıkları, onu, her gün kendisine dayatılacak koşullara direnmek için daha iyi bir konuma getiriyor ve hatta sonunda intikamını almasını bile sağlayabilir. |
” |
— Lord Curzon - 18 Nisan 1919 |
Lloyd George, Frances Stevenson'a "Curzon'dan ve temsil ettiği her şeyden nefret ettiğini; tavırlarından, ideallerinden, geleneklerinden iğrendiğini" söyledi. Liberal partiye bağlı Başbakanlık ile Muhafazakar partiye bağlı Dışişleri Bakanlığı arasında, özellikle de Türkler konusunda ciddi görüş ayrılıkları vardı. Fakat yine de sürecin sonunda Lloyd George'u deviren Lord Curzon olacaktı.[87] Lloyd George, bölgede Türkiye'ye barış şartlarını dayatacak askerî birliklerden yoksun olan İngiltere'ye hiçbir askeri bedel ödemeden, deneyimli ve hâlâ seferber olan Yunanistan ordusu ve donanmasının yardımcı olacağını umuyordu. Halbuki, 15 Mayıs'taki çıkarmadan kısa bir süre sonra kimliği belirsiz bir kaynaktan ateşlenen bir mermi, kıyametin kopması için gereken tek şeydi. İngiliz egemenliğindeki Hint Müslümanlar arasındaysa Dünya'daki tek Müslüman büyük güç olan Türkiye'nin bölüneceği korkusu uyanmıştı.[90]
Lloyd George, Paris'e gelen İngiliz kabinesinin dehşete düşmüş üyeleriyle 19 Mayıs 1919'da Paris'te görüştükten sonra, Lord Curzon'un önerisi üzerine Anadolu'da Fransız yerine Amerikan kontrolü önerdi. Bu, İstanbul işgâl kumandasını yoğun tartışmalardan sonra İngilizlere vermeye razı olan Clemenceau'yu iyice çileden çıkardı. Clemenceau, Türkiye ile en çok ekonomik ve kültürel ilişkilere Fransızların sahip olduğunu savundu; Osmanlı borçlarının %60'ı sadece Fransa'ya aitti. Fransızlar ile İngilizler arasında kutuplaşma ortaya çıktı. Suriye konusunda da, İngilizlerin sonradan Fransa'ya bırakılması kararlaştırılan Suriye'de bir bağımsız Suriye devleti kurulması fikrini ortaya atmaları nedeniyle, Lloyd George'a zaten kızgındı.[91] Fransa ve İtalya, İngilizlerin Türkiye hakkındaki üstünlüğünü belirtme üzerine kesin kararını hiç memnuniyetle karşılamamıştı.[92]
6 Mayıs 1919 tarihinde alınan işgâl kararından, Osmanlı Devleti, 14 Mayıs günü saat 11.30'da Amiral Webb’in Sadrazam Damat Ferid Paşa’ya, İzmir’in Amiral Calthrope komutasındaki İtilâf güçleri tarafından, ateşkes antlaşmasının şartlarına ve İzmir bölgesinden gelen raporlara istinaden teslim alınacağını bildirmesiyle haberdar oldu. Bir gün sonra 15 Mayıs 1919 târihinde sabahın ilk saatleri ile Yunan ordusu İzmir’e çıktı ve işgâl başladı.[78] Bunun ardından Yunanlar işgâllerine devam ettiler:
İzmir'de işgal günü Yunan ordusunun en yaman birlikleri olan evzon askerleri şehirde zafer turu attılar. Bu zafer turu sırasında Türk subayları sahil şeridine dizdiler. Aziz Nesin bu olayı daha sonra araştırmalarına dayanarak kitabında anlatacaktı: "Bir Türk subayı evzon askerinin "Zito Venizelos (Yaşasın Venizelos)" diye bağırmasını istediği halde yapmadığı için öldürüldü. Evzon askerleri şehri her gezdiklerinde ve subaya geri döndüklerinde bir kez süngüleniyordu. Bu Türk subayı 22 kez süngülendi ve öldürüldü. Yunanlar daha ilk gün birçok Türk asker ve vatandaşı öldürdü. Böylece işgal daha ilk günde 400 kişiye mâl oldu." Aynı gün, Hasan Tahsin, işgal askerine Kordonboyu'ndan ilk kurşunu sıkarak Türk direnişini başlattı ve direnişin sembolü hâline geldi. Karakollara giren işgalciler bu baskınlarda 50 ila 100 eri daha öldürdüler.
Bu sırada İstanbul'da olan Mustafa Kemal Paşa, artık gidilecek yerin milliyetçi ideallere bağlı asker ve subayların bulunduğu Anadolu olduğuna karar vermişti. Sorun oraya nasıl gidileceğiydi. Bu sorun, asayişi yeniden sağlamak için Samsun'a bir subay gönderilmesinde ısrar eden İngiliz işgâl yetkilileri tarafından farkında olunmadan çözüldü. Mustafa Kemal Paşa 30 Nisan 1919'da 9. Ordu müfettişi olarak atandı ve kararname, işgâl kararından bir gün önce 5 Mayıs'ta dönemin resmî gazetesi olan Takvîm-i Vekâyi'de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bu doğrultuda 3. ve 15. kolordular emrine verilmişti. Ek olarak, Trabzon, Erzurum, Sivas, Van, Erzincan, Samsun, Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Ankara, Kastamonu, Kayseri, Maraş vilayetleri ve sancakları, ayrıca buralarda bulunan 1'inci, 12'nci, 14'üncü, 17'nci ve 20'nci kolordular, göreviyle ilgili olarak Mustafa Kemal Paşa'nın bütün emir ve taleplerini kabul edecek ve yerine getireceklerdi. İzmir işgâlinin ertesi günü, İngilizlerden aldığı bir vize ile İstanbul'dan ayrıldı. 19 Mayıs'ta Samsun'a gelerek Millî Mücadele'yi resmen başlattı. İngilizler olan bitenin farkına varmakta çok geç kalmışlardı.[93] Lloyd George buna dâir “Türkiye'nin parçalanmış ve tükenmiş ordularını yeniden organize etme konusunda Anadolu'daki faaliyetleri hakkında hiçbir bilgi alamadım. Askerî istihbâratımız hiç bu kadar akılsız olmamıştı.” dedi.[94]
Öte yandan Yunanları bir sürpriz bekliyordu. İngiliz istihbarat raporlarına göre Türkler zaten Mart 1919'dan itibaren silahlanıyordu. İngilizler de bunun farkındaydı. Yunanlar daha ilk gün karşılarında organize bir direniş buldular. Çıkan olaylarda çok sayıda insan öldü ve Yunan ordusunun prestiji ciddi zarar gördü. Dahası, işgâl kararı bölgede iş yapan İngiliz vatandaşların tepkisini çekti. Kapitülasyonlardan faydalanan İngilizlerin bölgedeki en büyük ticari rakipleri Yunanlardı. İngiliz yerel yetkililerin Londra'ya gönderdikleri raporlar hep aynıydı: Yunanların derhal geri çekilmesi gerekliydi. Amiral Calthorpe, güvenliğin tesis edilmesi için barış antlaşmasının bir an önce imzalanması gerektiğini söyledi. Ancak antlaşma o kadar gecikti ki ancak işgâlden 15 ay sonra yapılabildi. O tarihte Türk direnişi çoktan örgütlenmişti. Halbuki İngiliz istihbarat subayı Yarbay Smith, 13 Mayıs'ta şöyle bir rapor sunmuştu: "Eğer Yunanlar tarafından bir işgâl yapılacaksa, bu, ancak, her şeyden önce, Fransız veya İngiliz kuvvetleri tarafından bölgenin kontrolü ve polisliğinin üstlenilmesi ile yönetimin kontrol altına alınması ve daha sonra geri çekilen birliklerin yerini aşamalı olarak Yunan birliklerine devretmesiyle gerçekleştirilebilirdi." Fakat bu gerçekleşmedi ve böylece bir Türk-Yunan savaşının ilk kıvılcımı alevlendi. Daha sonra ise İngiliz savaş dâiresinin fikirleri 16 Temmuz 1919'da şu şekildeydi: "Görüşümüz, İngilizlerin bu askerî girişim ile ilişkilendirilmesinin en istenmeyen durum olacağıdır, çünkü her ihtimalde, bölgede çok uzak olmayan ciddi askerî ve siyâsî zorluklarla karşılaşılacaktır." İngiliz Savaş Bakanlığı, yani Churchill, Henry Wilson ve ayrıca Curzon açık şekilde işgâl yanlısı değillerdi. Ezcümle, İngiliz temsilcilerin Mayıs çıkartmasından önce olay yerindeki tahminleri ve önerileri tek bir yöne meylediyordu: İtilafların vesâyeti ve koruması altında bir Yunan çıkartması ve işgâli gerçekleşecekti. Fakat bu yapılmadı ve böylece Anadolu'daki Yunan varlığı elverişsiz koşullar altında başlayıp bir direnişi tetikledi. Yunanistan'ın İzmir Yüksek Komiseri Aristidis Stergiadis, Atina'ya, "İtalyan propagandasının İzmir'deki yerel Türk yetkilileri kendilerine karşı manipüle ettiğini ve bunun sonucunda birçok gösteri ve ayaklanmanın gerçekleştiğini" bildiriyordu.[95]
İşgâle karşı ilk cepheler Yunanların işgal ettiği bölgelerde kuruldu. Bunlardan ilki Ayvalık Cephesi’ydi. 172. Alay komutanı Yarbay Ali Bey (Çetinkaya), halkı da silahlandırarak 29 Mayıs 1919’da Ayvalık’ı işgal eden Yunanlara karşı direnişe geçti. Bu arada Yörük Ali Efe gibi çete reisleri de zaman zaman Yunanlara karşı baskınlar düzenliyordu. Aydın'da Kuvâ-yi Milliye, 28 Haziran 1919’da Yunan askerlerine saldırıya geçti ve üç gün süren kanlı çatışmalardan sonra işgalcileri Aydın’dan çıkarmayı başardı. Ne var ki Yunanlar kısa bir süre sonra kenti yeniden işgal ettiler. Bu bölgede faaliyet gösteren Çerkez Ethem Bey ise Salihli'de çatışmalara girdi.
20 Eylül 1919 Cumartesi günü gecesi saat üçte Binbaşı İsmail Hakkı, Yüzbaşı İsmet ve Yüzbaşı Süleyman ve Mülazım Tahsin Beyler Kuvâ-yi Milliye teşkilatı yapmak üzere Kütahya'ya gelerek icabeten teşkilat yapıp yardım olarak ahaliden yüz elli bin lira iane alınmasına karar verdiler. Kuvâ-yi Milliye Heyeti Reisliği'ne eski Kütahya ahızasker şubesi reisi binbaşı Nüzhet Bey seçildi.
Mütarekeyi müteakip Çanakkale Boğazı'nın düşman tarafından tazyiki üzerine pek çok cephanelik mühimmat Kütahya'ya nakledilip büyük bir handa muhafaza edildi. İngilizlerin bu cephanelere el koymak istemesi haberi üzerine Bedrettin oğlu Şeyh Seyfi Efendi, yazı işleri müdürü Hasan Sami ve polis başkomiseri Fevzi Beyler'in himmetleriyle bu cephanelerin bir kısmı geceleyin şehre ve civar köylere, köylüler vasıtasıyla naklettirildi.
Millî Mücadele'nin bilhassa ilk zamanlarında silaha çok ihtiyaç vardı. Düşmanın yavaş yavaş ilerlemesi ve muhacirlerin gelişi henüz halkı heyecanlandırmamıştı. Daha İsmail Hakkı Bey gelmeden Alaşehir'in düşman eline geçtiği duyulmuş ve elinde silahı olanların bir hizmet olmak üzere silahlarını hükûmete vermeleri ilan olunarak camilerde hocalar vasıtasıyla halka telkin yapılmıştı. Bazı kişilerin karşı propagandasıyla halk tereddüt etmiş ve vaziyeti iyice kavrayamamıştı. Bunun için Kuva-yi Tedibiye kumandanının şiddetli bir beyanname yazması gerekliydi. Nitekim böyle bir ilan yayımlanmış ve bu ilan üzerine üç gün zarfında Kütahya'da iki yüz işe yarar silah ve yüzlerce cephane toplandı ve bundan başka köylere de silahlar gelmeye başladı.[96]
Asıl olarak Yunan işgaline karşı Batı Anadolu'da verilen savaşları kapsayan Batı Cephesi ya da Garp Cephesi, 22 Haziran 1920'de Milne Hattı'ndan başlayan Yunan ordusunun gelen taarruzunun hemen ardından, 25 Haziran 1920'de oluşturuldu ve komutanlığına Ali Fuat Paşa getirildi. Bu arada Yunan kuvvetleri 24 Mart 1920'de Dumlupınar'ı, 28 Mart'ta da Afyon'u ele geçirmişlerdi. Yunanlara karşı verilen asıl savaşlar da bu tarihten sonra oldu.
İngiliz cephesinde İzmir'in işgalini sağlayan Lloyd George, kısa sürede kendisini kendi hükûmetinin içinden yükselen bir muhalefet dalgasının kurbanı olarak buldu. Nisan ayında İngiliz uzmanlardan, Lloyd George ve Clemenceau'nun planını "mali ve ekonomik açıdan uygulanamaz" olarak nitelendiren ve "Müslüman dünyasında bu kadar yoğun ve haklı bir öfkeye neden olacağını" iddia eden güçlü protestolar gelmişti. Ve şu ileri sürüldü: "Müslüman dünyasında o kadar yoğun ve haklı bir infiaya yol açacaktı ki, İngiliz İmparatorluğu askeri olarak bunu gerçekleştirmek mümkün olsa bile, buna rıza göstermeyi göze alamazdı." Yunan birliklerinin İzmir'e gönderilmesi kararı, askeri ve diplomatik çevrelerde aynı derecede büyük eleştirilerle karşılandı. Çıkarmanın ardından Anadolu taksim planının yeniden canlanmasıyla birlikte İngiliz kabinesi telaşa düştü. Montagu, Curzon ve hatta Balfour'dan istifa tehditleri geldi. Özellikle Balfour, Türklerin İstanbul'dan gönderilmesini kabul etmeye istekli olsa da, Anadolu'nun herhangi bir şekilde bölünmesine tıpkı Curzon gibi şiddetle karşı çıktı. 17 Mayıs 1919 sabahı Dörtler Konseyi'ne sunduğu bir muhtırada Balfour şöyle dedi: "Anadolu Türkleri, tek bir hükümdarın idaresi altında tek bir halk olarak kalmak istediklerini söylüyorlarsa, isteklerini kabul etmediğimizde hangi ilkeye başvuracağız?" Bu nedenle Balfour, Türkiye'nin, başkenti Anadolu'da olan, herhangi bir manda yönetimine tâbi olmayan, tek, bölünmemiş bir devlet olmasını önerdi.[97]
İngiliz hükûmeti içinde İstanbul'un Türklerden alınmasına karşı da güçlü bir muhalefet gelişmişti. 17 Mayıs öğleden sonra Dörtlü Konsey, Hindistan Hükûmeti'nden bir delegasyonu kabul etti. Hindistan Dışişleri Bakanı Edwin Montagu'nun başkanlığındaki heyet; Anadolu, Trakya ve İstanbul'u da içermesi gereken Milletler Cemiyeti'ne kabul edilecek bağımsız bir Türk devletinin muhafaza edilmesini istedi. Heyet, Padişahın halife olarak dini rolünü vurgulayarak, Hindistan'da, çoğu Yakın Doğu'da İngilizler için savaşmış ve hepsinin halifeyi Konstantinopolis'te tutmak isteyen yetmiş milyon Müslüman olduğuna dikkat çekti. Buna ek olarak heyet, İslam ile tarihi İngiliz-Fransız sömürge bağlarına ve Wilson İlkeleri'ne dikkat çekti.[98]
Lloyd George, Anadolu'daki bölünme sorunlarının çok büyük göründüğünü açıkladı. Müslüman dünyasında yol açacağı huzursuzluk muazzam olacak ve herhangi bir Batılı ulusun herhangi bir Müslüman bölgesinde bir manda yönetimini başarılı bir şekilde yönetmesini imkansız hale getirecekti. Bu nedenle, kesinlikle padişahı İstanbul'da İslam'ın dini lideri olarak bırakmanın bir yolunu bulmaktan yanaydı. Elbette Boğazlar Türklerin elinden alınacaktı, ancak padişahın ve başkentin İstanbul'da olduğu izlenimini sürdürmek için bir yöntem bulunması gerekecekti. Lloyd George'un 5 Ocak 1918'de yaptığı ve başkentin Türklere bırakılacağına dair Hindistanlılara verdiği söz ile bunu söylediği konuşma birdenbire kutsal bir bağ haline gelince Birleşik Krallık'ın bu söze bağlı olduğunu ciddi bir şekilde savundu.[99]
18 Mayıs 1919'da Vittorio Emanuele Orlando, Lloyd George'u aradı ve ondan tüm Anadolu üzerinde bir İtalyan mandasını desteklemesini istedi. Lloyd George bunu reddederek ona, "Küçük Asya'da bir manda mı yoksa Fiume'yi mi tercih edersin?" diye sordu. Orlando "Fiume" diye yanıtladı. Lloyd George'a göre Türkler ve diğer Müslümanlar her yerde İngilizlere, Fransızlara ve Amerikalılara saygı duymalarına rağmen İtalyanlardan nefret ediyorlardı. Sonuç olarak, bir İtalyan mandası, diğer İtilaflar için kendi mandalarında ve diğer Müslüman bölgelerde zorluklar yaratacaktı. İtalyanlar, Anadolu'dan tamamen çıkarılabilseydi bu harika olurdu.[100]
Tüm bu gelişmeler üzerine Paris'te 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü saat 15.00'te bir İngiliz kabine toplantısı yapıldı. 18 Mayıs'ta İngiliz kabine üyeleri, İngiliz barış delegasyonu ile üst düzey görüşmeler için Londra'dan Paris'e gelmişlerdi.[101][102]
Toplantıda Başbakan Lloyd George, Arthur Balfour'un tepkisi nedeniyle Büyük Dörtlü'nün Anadolu'nun bölünmesi planını askıya aldığını söyledi. Hint hilâfet hareketinin argümanları da bunda etkili olmuştu. Bu nedenle Başbakan, kabine üyelerinin Türkiye'ye dair görüşlerini öğrenmek istedi. Bununla birlikte Yunanistan'ın İzmir'den çıkarılması şimdilik zor görünüyordu. Balfour, bunun, 1916 Sykes-Picot Antlaşması'nın iptali anlamına mı geldiğini sordu. Orlando, Lloyd George'a kendileri için önemli olan yerin Batı Anadolu değil, Fiume (Hırvatistan) ve Adriyatik kıyıları olduğunu söylemişti. Başbakan, bu noktada İtalyan istekleri tatmin edilebilirse, muhtemelen İtalya'nın iddialarından vazgeçmeye istekli olacağını söyledi. Montagu ise, İtalya ve Fransa'ya Türkiye'den herhangi bir bölge verilmemesi gerektiğini söyledi. Fransa Cezayir ve Afrika'daki tutumu, İtalya ise Trablusgarp boyunca saldırıları nedeniyle İslam dünyasının tepkisini çekiyordu. Mandacılık için sadece ABD ve İngiltere ön plana çıkıyordu.
Curzon kendi görüşlerini şöyle sıraladı:
Balfour, 1916 Sykes-Picot'a dikkat çekti. Curzon ise bunun uygulanamaz bir antlaşma olduğunu vurguladı. Churchill de İtalya ve Fransa'nın çıkarılıp bölgede bir ABD mandasını uygun gördü. Ayrıca İtalya'nın Fiume'ye karşılık Anadolu'dan kolaylıkla çıkacağını belirtti. Başbakan Lloyd George, Fransızların yanı sıra İtalyanların da Anadolu'dan uzak tutulması için kabinede ortak bir görüş olduğunu söyledi. Başbakan, çeşitli Bakanlar tarafından ifade edilen görüşleri özetledi ve eğer uygulanabilirse, Amerika Birleşik Devletleri'nin hem Anadolu'yu hem de İstanbul'u ele geçirmesi konusunda pratik bir oybirliği olduğunu söyledi.[103] Böylece, daha önce antlaşmanın bir an önce imzalanması gerektiğini söyleyen Lord Curzon'un, 19 Mayıs 1919'da savunduğu Amerikan mandası fikri, Türkiye ile barışın 6 ay ertelenmesine neden oldu. Ve bu süre Mustafa Kemal Paşa'nın gerçek bir milli direniş oluşturabilmesi için tam da ihtiyâcı olan süreydi. Barış müzâkereleri tekrar başladığında tarih 12 Şubat 1920 idi.[104] Halbuki Lord Curzon, İngiliz kabinesine daha önce verdiği memorandumda, Türkiye üzerinde bir ABD mandası teklif edilse bile ABD'nin bu öneriyi kabul etmesinin pek mümkün görünmediğini belirtmişti. Yine Lord Curzon Boğazlar bölgesinde de, tek olası çözümün, bir tek güç yerine uluslararası bir yönetiminin kurulması olduğunu söylemişti. Fakat 19 Mayıs 1919'da, Boğazlar'da sadece Amerikan mandasını savundu.[64] ABD Başkanı Wilson ise, ABD'nin Türkiye'de bir manda almak için en isteksiz konumda olduğunu söylemişti.[105]
Ekonomik olarak bakıldığında ise savaştan önce Türkiye ticâretinin %26.7'si Birleşik Krallık ileydi. Bu Türkiye'nin Fransa (%12.3) ve Almanya (%14.7) ile olan toplam ticâretine eş değerdi. Başka bir deyişle, Türkiye kaosa girerse Britanya İmparatorluğu'nun ticareti de kaybedilecekti. Bu Manchester'da çok sayıda insanın işsiz kalması anlamına geliyordu.[106] Fransa da Türklerin en çok borcu olan devlet olduğu için bir bölünmeye karşıydı. Clemenceau ve Wilson ile 21 Mayıs'ta görüşen Lloyd George, Yakın Doğu sorununun çözümü için yeni ve kapsamlı bir plan sundu. Bu, Konstantinopolis ve Boğazlar, Ermenistan ve Kilikya üzerinde "tam" bir ABD mandası ve tüm Anadolu üzerinde "hafif" bir ABD mandası anlamına geliyordu. Lloyd George, bu yeni planı sunarken, Ermenistan, Konstantinopolis ve İzmir'in alınmasından sonra Anadolu'nun geri kalanının Türklere verileceğini vurguladı. Bu sorunu son iki gündür İngiliz kabinesi ile tartıştığını ve buna karşı "resmi bir karar" verildiğini belirtti.[107]
Anadolu'nun tamamı için bir manda söz konusu olduğunda, Lloyd George Amerika'nın bunu alacağını umuyordu. Birleşik Devletler, Türklerin saygı duyduğu tek ulustu, çünkü esas olarak Müslümanlarla geçmişte hiçbir ilişkileri yoktu. Türkler hem İngilizlerden hem de Fransızlardan nefret ediyordu. Lloyd George, özellikle tüm Anadolu üzerinde bir Fransız mandasına karşıydı, çünkü Türkler, "Cezayir deneyiminin Türkiye'de denenmesinden dürüstçe endişeliydiler." Ayrıca, manda Fransa'ya verilseydi, İtalya Londra Antlaşması hükümlerine göre tazminat talep etme hakkına sahip olacaktı. İtalya'nın bir Anadolu mandasına sahip olmasına izin verilemezdi, ancak bunu Fransa'ya vermek "İtalya'nın konumunu imkansız hale getirirdi", özellikle de tüm İtalyan iddialarının temelinde "Fransa'nın kendini tek Akdeniz Gücü olarak görmesinden" korkmak vardı. Burada da görüşleri İngiliz meslektaşlarıyla istişare içinde hazırlanmıştı. Bu nedenle Lloyd George, Amerika Birleşik Devletleri Anadolu mandası almazsa Türklerin Anadolu'da yalnız bırakılması gerektiğini savundu.[107]
Amerikan mandasının yanı sıra Anadolu'nun dağlık bölgelerinde güvenli bir şekilde kurulmuş bir Türk başkentiyle, “İstanbul nüfusunun yalnızca yüzde kırkını oluşturan” Türklerin çoğu, Boğazlar boyunca yeni yuvalar aramaya sevk edilmeliydi.[108] 27 Haziran 1919'da Paris Konferans heyeti, Curzon'un önerisi üzerine, Amerika Birleşik Devletleri hükûmeti Türkiye'nin herhangi bir bölgesi için manda alıp almayacağına karar verene kadar, Türkiye ile Barış Antlaşması'nın askıya alınmasına karar verdi. "Çok erken bir barış", çıkan çatışmalara karşı tek çareydi ve hem Londra'ya hem de Paris'e iletildi. 29 Temmuzda General Milne'nin bölgedeki askerî sorumlu olmasına karar verildi ve General Milne tarafından 7 Ekim'de Milne Hattı oluşturuldu. Bu hat 3 Kasım'da Türklere bildirildi. İngiliz Savaş Bakanlığı, Venizelistlerin geri çekilip İzmir ile yetinmesi gerektiğini düşünüyordu. Yunanlar ise bunu kendilerini sınırlayan bir engel olarak gördüler. Bölgedeki ekonomik durum, Türk tarım nüfusunun kaçması nedeniyle çökmüştü.[109]
Curzon'un, Dışişleri Bakanlığı'nda özel sekreteri olan Robert Vansittart, Türkiye'de erken bir barış olasılığının en düşük düzeyde olduğunu vurguladı. Venizelos ise Yunanistan'ın Anadolu'daki varlığını çok uzun süre finanse edemeyecek olması nedeniyle zamanın kısıtlı olduğunu düşünüyordu. Zaman Yunanistan'ın aleyhine işliyordu. Sonuçta 1912 yılından beri savaşlar sürüyordu. Çözüm ne kadar uzatılırsa, Yunanistan gibi küçük bir ülke için finansal zorluk o ölçüde artacaktı.[110]
Monroe Doktrini gereği kendi kıtası dışına çıkma eğiliminde olmayan ABD, İngiliz istekleri doğrultusunda Amiral Bristol ve General Harbourd'u incelemeler yapmak üzere Türkiye'ye gönderdi. Hazırlanan raporlarda İzmir işgâlinin haksız olduğu, doğuda Ermenilerin çoğunlukta olmadığı, Türklerin amacının tek bir çıkarsız gücün, tercihen Amerika'nın mandası altında İmparatorluğun toprak bütünlüğünü korumak olduğu fakat Anadolu'da Amerikan ihtiyaçlarını karşılayacak bir kaynak olmadığının belirtilmesiyle İngilizlerin teklifi değerlendirilmedi. Wilson, bunun yerine sadece Türk-Ermeni sınırı konusunda hakem olmakla yetindi.[111][112]
Bundan sonra İngiliz tarafının kararlaştırdığı plan, Trakya'nın Midye-Enez Hattı'na kadar olan kısmının Yunanistan'a bırakılmasını ve İzmir bölgesinin özerk halde Türk egemenliği altında bırakılmasını içeren bir tür uzlaşmaydı. Fransızlar da Türkiye'nin asla bölünmemesi görüşünü savunuyordu. Fransa daha Paris'teyken, Anadolu'daki Yunan varlığına Fransız desteğini geri çekme belirtileri göstermişti.[113]
Curzon ise zamanın tükenmekte olduğunu düşünüyordu. 1919 Ekim ayında Mustafa Kemal Paşa'yı tanıyan yeğeni Yarbay Alfred Rawlinson'ı, hangi barış koşullarının kabul edilebileceğini öğrenmek için görevlendirmişti. Türk Ulusal Hareketi artık iç bölgenin dörtte birinden fazlasını kontrol ediyordu; yıl sonuna kadar, Ankara'da İstanbul'a rakip bir başkent kurulmuştu. İstanbul'un işgâli üzerine yeni meclis Ankara'da açılacaktı. Gücün merkezi artık açıkça Ankara'daydı. Curzon, en doğru tercihin Mustafa Kemal'in başında olduğu yeni bir Türkiye'nin ortaya çıkmasına izin vermek olabileceği sonucuna varıyordu. Maalesef Lloyd George'u ikna edemedi. Curzon'a göre İstanbul'daki bir hükûmet ve Halîfe-Sultan, -her ne kadar kaleleri ve savaş gemileri ortadan kaybolmuş olsa bile- kendileri için daha büyük bir risk faktörüydü.[114]
“ | Londra'ya dönünce Mareşal Wilson ve Lord Curzon'a rapor verdim. Rapor, Mustafa Kemal'in kişiliğine, etkisine ve emellerine ayrılmıştı. Padişah'a ve İstanbul hükûmetine karşı başarılı bir devrim örgütleme umutları ve başarılı olması durumunda böyle bir devrimin yönlendirileceği nihai amaç ve hedefler. Curzon'un içerideki tüm durum hakkında sahip olduğu bilgilerin çeşitliliğini ve derinliği, hatta küçük ayrıntılarına kadar şaşırtıcı aşinalığı beni her şeyden çok etkiledi. | ” |
— Alfred Rawlinson[115] |
Rawlinson, Kâzım Karabekir ile de görüşmüştü.
“ | Tam iki saat konuştuk. Lord Curzon diyor ki:
a) Hükûmet: Şimdiye kadar barış yapmamamızın sebebi, Türkiye'de kuvvetli bir hükûmet görmediğimizdendir. |
” |
— Kâzım Karabekir, 11 Kasım 1919[116] |
Sivas'ta kumandanlar toplantısında (16-28 Kasım 1919) Meclisin İstanbul'da toplanması kararı alınmış ve sonra Millî hükûmetin Anadolu'da kurulmasını sağlamak için Rauf Orbay, gerekirse İngilizlere İstanbul'da toplanacak meclisi bastırmak vazifesini üzerine aldığını itiraf etmiştir.[117][118]
“ | Evvelce Sivas'ta kumandanlar toplantısında verdiğimiz kararla tespit ettiğimiz şekilde, Millet Meclisinin ve Millî Hükûmetin Anadolu'da kurulmasını sağlamak için, ne olursa olsun, kaçmamak kararını verdim.
Sivas'ta kararlaştırdığımız gibi, meclisi bastırmak için orada kalacağız. Aksi takdirde buradakiler, kendilerine haber verilmeden aralarından ayrılışımıza küserler de içtimaya devam ederlerse, o zaman meclisin Ankara'da toplanması meselesi ciddî şekilde tehlikeye girer. |
” |
İngiliz imparatorluğunun eski Hindistan genel valisi Lord Charles Hardinge, 14 Ekim 1919'da şöyle diyordu: "Bence, Türkleri Avrupa'dan kovmak ve nüfusu Türk olmayan bölgeleri Türk İmparatorluğu'ndan koparmak için İngiliz politikasının en büyük avantajı, İmparatorluğumuzdaki müslüman nüfus için tek gerçek ve gizli tehlike olan Pan-İslamcılığa indirilecek bir darbedir. Konstantinopolis'teki Sultan, Halife olarak Hindistan'da büyük bir prestije sahiptir. Eğer onu İstanbul'dan gönderirsek bu sorun çok yakında ortadan kalkacaktır." Curzon "Aynı fikirdeyiz." dedi.[119]
Öte yandan Curzon, Türkiye üzerinden Fransızlarla anlaşmanın şart olduğunu kabul etti. Kasım 1919'da Paris ile temasa geçti ve gizli görüşmeler önerdi. Yıl sonundan önce Amerika'nın bölgede olası bir faktör olmayacağı anlaşılmıştı. Kasım ayında Fransız Stephen Pichon ve Lord Curzon, barış konferansından önce iki hükûmet arasında, Londra'da, Türk barışı sorununun değerlendirilmesini kararlaştırdılar.[120][121]
Fransa Dışişleri Bakanlığı sekreteri Philippe Berthelot ve İngiliz murahhas Curzon, Londra Konferansı öncesinde Aralık 1919'da Londra'da bir araya geldiklerinde iki önemli nokta üzerinde anlaşmışlardı; bağımsız bir Ermenistan devleti kurma planı ve Türkiye'nin artık İstanbul'u ve Boğazları tutmaması gerektiği. Ancak Yunanistan, Trakya'ya karşılık olarak İzmir'den çıkmalıydı. İtalyanların ve Yunanların çekilmeleri ile Anadolu, herhangi bir manda yönetimi olmadan Türklerin eline bırakılmalıydı. Lloyd George ise hâlâ İzmir'in Venizelos'a verilmesi gerektiğini düşünüyordu. İngiliz Savaş Bakanlığı (Churchill, Henry Wilson) ve Hindistan Ofisi (Montagu) ise Türk'ün İstanbul'da kalması gerektiğini söylüyordu. Churchill'e göre İstanbul'un günlük maliyeti en az £50.000 tutarındaydı. İngiliz cephesinde üç farklı görüş ortaya çıkmıştı. Sonunda Lloyd ve Curzon'un isteği ile İstanbul'a girilmesi kararlaştırıldı. Kabinedeki diğer üyelerin aksine, Curzon'a göre, asıl tehlike Mustafa Kemal değil, İstanbul'daki Sultan Vahdettin'di. Başkent Anadolu'ya taşınırken, halîfe olan Sultan ise bir 'Vatikan' gibi boğazlarda kalabilirdi. Churchill'e göre de Sultan Vahdettin, asla İstanbul'tan ayrılmamalıydı. Eğer bu olursa derhal Enver, Mustafa Kemal, Troçki gibi kişileri etrafında toplayacak ve Anadolu ile Arabistan'da, İngilizlere karşı büyük bir askerî güç oluşturacak ve tüm bölgeyi kaynayan bir bela kazanına çevirecekti. Onu göz önünde tutmak en doğru seçenekti. Venizelos, Londra Konferansı'na kadar, İzmir'e ilişkin doğrudan bir ilhak politikasını savunmuştu. Ona göre Curzon'un önerdiği bir 'Türk özerk egemenliği' gelecekte sorun yaratacaktı. Bu sadece savaşın uzaması anlamına geliyordu ve gerçek bir çözüm değildi. Fakat konferansta Fransız ve İtalyanlar, Venizelos'un teklifini reddettiler. Fransızlar, esas olarak Suriye'deki istikrarsız konumlarından dolayı da endişeliydiler.[122][123][124]
22 Aralık 1919'da İngiliz ve Fransız delegeler İstanbul'un geleceği hakkında görüştüklerinde Fransız delege Philippe Berthelot, Anadolu'ya taşınacağı varsayılan başkentin, Anadolu'da bir yer bunun için hazırlanmadıkça, taşınma işleminin yapılmaması gerektiğini belirtti. Bununla birlikte ekonomik bir felaket oluşmaması için Türk'ün İstanbul'dan çok hızlı bir şekilde değil de, kademeli olarak Anadolu'ya nakledilmesi gerektiğini söyledi. Ayrıca, Boğazlar'da kurulacak uluslararası komisyonun detayları belirlendi ve Ayasofya için, tüm mezheplerin ve inançların eşit ilgiye sahip olacağı, herhangi bir inanç tarafından dini ibadet amacıyla kullanılmaması gereken eski bir anıt olarak kabul edilmesi kararlaştırıldı. Konferansta İngiliz ve Fransız delegeler, Türkiye'de mandalara ve bireysel nüfuz alanlarına izin verilmeyeceği konusunda prensipte mutâbakata vardı.[124][125][126]
İngiliz kabinesinde bu rapora en şiddetli tepki Montagu'dan geldi. Başkentin taşınmasına itiraz eden Montagu şöyle diyordu:[124][127]
Curzon ise kendisini şu şekilde savundu:[124][128][129][130]
Curzon'un planı açıktı. 1918'den beri ısrarla savunduğu tez; tüm yabancı güçlerin çıkarıldığı, saltanâtın ve eğer mümkünse hilâfetin de kaldırıldığı, cumhuriyetin ilan edildiği, homojen, bağımsız, diğer milletler ve Müslüman devletler üzerindeki nüfûzundan ve iddialarından tamamen vazgeçmiş, başkenti Anadolu'da olan, İngilizler için bir daha asla sorun haline gelemeyecek, kendi içine kapanık, Rus yayılmacılığına karşı bir tampon görevi görecek Asyatik bir Türkiye idi. Öte yandan Forbes Adam ve Robert Vansittart, Türkiye'de herhangi bir genel çözüm için, Güney Anadolu'nun İtalyan birlikleri tarafından mevcut işgalinin süratle sona erdirilmesinin esas olduğunu belirttiler. Belki bunun için Afrika'da İtalya'ya taviz verilebilirdi. Fransa zaten Adana, Urfa ve Maraş'ın kuzeyindeki bölgeden vazgeçmişti.[124][128][131]
İstanbul'un uluslararası bir kalıcı boğazlar komisyonu kurulması için işgâli ve başkentin Anadolu'da bir yere nakledilmesi durumu için Mareşal Sir Henry Wilson'un raporu 6 Ocak 1920'de kabineye sunuldu:[128][130][132]
(i) Boğazları korumak için mâkul bir güvenlik yeterlidir. Ancak Karadeniz'in kontrolü üstün bir İtilaf Filosu'nun varlığını gerektirir.
(ii) Türkiye sınırlarının Midye-Enez hattına kadar uzanacağı durumda 2 Tümen yeterli olacaktır.
(iii) Pâdişah ve hükûmet Anadolu'ya götürülürse, tüm askerî pozisyon bizim aleyhimize değişir, çünkü onu kontrol etme gücümüzü kaybederiz. Ve çok daha büyük bir garnizon ve daha ayrıntılı bir savunma sistemi gerekli olacaktır.[133]
Her ne kadar Curzon 1918'den beri başkentin taşınmasında kararlı olsa da, İngiliz kabinesi, askeri pozisyonun aleyhte değişeceğine, Sultan'ı İstanbul'da gözetim altında tutmanın daha doğru olduğuna ve 1918'de Hindistanlılara -Sultan'a ve hilâfete dokunulmayacağına dair- verilen söze binaen Padişah'ın ve hükûmetin İstanbul'da kalmasına oy çokluğu ile karar verdi. Kabineye göre, diğer bir gerekçe, eğer bu yapılsaydı tüm sorumluluk İngilizlere ait olacak ve müslüman sömürgelerde Fransız sempatisi oluşacaktı. Dahası Ayasofya'nın uluslararası bir anıt olması fikri tamamen Türkleri kızdıracaktı. Kabine Suriye, Irak, Hindistan, Mısır, İrlanda, Rusya ve Kafkasya'daki sorunlara bir yenisini daha eklemek istemiyordu. Kabine görüşü şöyleydi: "Bitmek tükenmek bilmeyen dertlere yol açacak Avusturya'yı biz yok etmiştik, Türkiye'yi de yok etmek başlı başlına yeni bir felâket olurdu."[130][134] Ancak yine de her ihtimale karşı, eğer başkentin taşınması kararı alınırsa Bursa, Ankara veya Konya şehirlerinden biri Sultan'ın ikamet edeceği başkent yapılacaktı.[128][135]
Curzon "Bu Avrupa'nın yaklaşık beş asırdır beklediği ve bir daha asla tekrarlanmayabilecek bir fırsat" dedi ve başkentin taşınmasını veto eden kararı şiddetle protesto etti: "İstanbul'daki Türk, Konya'daki Türk'ten çok farklı bir ölçüye sahiptir. O, salt gösterişli bir egemenliği elinde tutacaktır." Bu, hem Başbakan Lloyd George, hem Arthur Balfour hem de Lord Curzon'un ortak kararıydı ve veto edilmemeliydi. Curzon protestosunu tüm kabine üyelerine dağıttı. Protesto mektubunda, İstanbul'daki bir hükûmetin doğru hesaplanmış bir karar olmadığını ve sürprizlere neden olacağını îmâ etti.[128][136]
ABD'nin Boğazlar'da, Anadolu'da veya Ermenistan'da bir manda yönetimi üstlenmeyeceği anlaşılınca 12 Şubat 1920'deki Londra Konferansı'nda barış müzakereleri yeniden başladı. Fransa'da Georges Clemenceau'nun yerine Alexandre Millerand geçmişti ve Francesco Nitti, Vittorio Orlando'nun yerine İtalya'yı temsil ediyordu.
Konferans'ta Türklerin Konstantinopolis'i elinde tutmasına izin verildi. Boğazların İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Romanya ve Japonya tarafından temsil edilen bir uluslararası komisyon tarafından yönetilmesine karar verildi. Fransızlar, İzmir'deki Yunan varlığının genişletilmesine karşı çıktılar. Ancak Konferans, İzmir bölgesinin Türk nominal egemenliği altında Yunanistan'a verilmesine karar verdi. İtalyanlar ise Anadolu'daki varlıklarının çok maliyetli bir girişim olduğunu kendileri de anlamışlardı. Yunanistan'ın önemli rakibi olan İtalya'nın, ekonomik taleplerinin karşılanması şartıyla iddialarından vazgeçeceği görülüyordu. İtalya'nın yaşadığı ekonomik ve sosyal kriz, barışın önemini vurguladı. İtalyan toplumu hala derin bir kriz yaşıyordu. Aralık ve Ocak en çalkantılı aylardı; neredeyse tüm İtalyan işçileri greve gitmiş, trenleri, posta hizmetlerini, endüstriyel ve tarımsal üretimi durdurmuştu. İngilizler ve Sivas'a doğru uzanan bölgeden vazgeçen Fransızlar, konferansta, İtalya'nın Anadolu'yu tamamen boşaltmasını istediler. Fakat İtalya, Anadolu'yu boşaltmak için, İngilizlerin ve Fransızların kendisine Suriye ve Irak mandaları karşılığı tazminat vermelerini istedi. Bu nedenle İngilizler ve Fransızlar, 1915 Londra Paktı'nda İtalyanlara bırakılması öngörülen fakat Sevr'de verilmeyen Güneybatı Anadolu'ya kendi şirketlerini sokmayacaklarını ve bölgede sadece İtalyan şirketlerinin faaliyet yürüteceğini İtalyanlara garanti ederek Türkiye'deki tüm İtalyan askerlerinin çekilmesini ve işgalin sonlandırılmasını talep ettiler. Aynı şekilde Kilikya bölgesinde de Fransız ekonomik çıkarları tanınırken, hem İtalya hem de Fransa Sevr Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi durumunda Anadolu'daki ve etki alanlarındaki tüm askerlerini çekmeyi ve Anadolu'yu Türklere bırakmayı kabul ettiler.[137][138][139]
Bu sıralarda Fransızlar Türklerin Anadolu'ya silah taşımasına göz yummaya başlamışlardı. Türkler, Gelibolu’da Fransızların korumakta oldukları bir silah deposundan büyük ölçüde silah yağma etmişlerdi. Fransızlar buna karşı, sadece, saldırganların kendi nöbetçilerinden sayıca üstün olduğunu söylemekle yetindiler. Yunanlarla çekişme halinde olan İtalyanlar, daha baştan beri Türkleri tutmakta ve şimdi de, birliklerini çekmeye hazırlandıkları şu sırada Türklere silah satmaktaydılar. Üstelik taşıyıcı kişilere kendi müttefiklerinin kontrolünden sıyrılmak için yardım bile ediyorlardı. İngilizlere gelince, onlar da en baştan beri Türklerin silahsızlandırılmasına pek önem vermemişlerdi. Bir İngiliz kurmayı, genel karargâhta, yalnız Türklerin silahlarını alıp da Rumlarınkini bırakmanın haklı bir şey olmadığını söylemişti. Türklerin silahlanması böylece sürüp gidiyordu.[140]
İngiliz Yüksek Komiser Amiral de Robeck İstanbul’daki durumlarını güçlendirmeleri gerektiğini bildirdi. Bunun üzerine Yüksek Kurul, bir kuvvet gösterisine girişmeyi tasarladı. Bu da, Mustafa Kemal’in önceden sezdiği gibi, İstanbul’un büsbütün ve sıkıca işgali biçiminde olacaktı. Yüksek Konsey, De Robeck'in görüşünü takdir etti ve 5 Mart'ta İstanbul'un işgaline karar verildi. Türk hükûmetine barış şartları kabul edilip uygulanıncaya kadar işgalin devam edeceği bildirildi. 16 Mart 1920'de işgal yapıldı. Mart 1920'de Konstantinopolis'i yeniden işgal etme kararı Müttefiklerin prestijini yeniden pekiştirmek yerine, Sultan'ın otoritesinin son kalıntılarını da yok etti.[141][142]
Rauf Orbay ise Sivas’ta Kumandanlar toplantısında Mustafa Kemal ile almış olduğu karara uygun olarak İngilizlerin kendisini Meclis’te yakalamalarını istiyordu. Meclis binasında, Rauf Orbay'ın dostları kılık değiştirmeleri için iki er üniforması bulup getirmişlerdi. Rauf Bey bunu reddetti. Çünkü parlamentonun kendi kendine dağılmasını değil, işgal kuvvetlerince dağıtılması gerektiğini söylüyordu. Böylece meclis Anadolu'da açılabilecekti.[143]
İstanbul'un işgâli 26 Şubat 1920'de İngiliz parlamentosunda bir dizi tartışmaya neden oldu:
Walter Guinness: Biz Anadolu'yu hiç fethetmedik. Çok zor ve masraflı bir sefer olmadan da fethedemeyiz. Özellikle de Barış şartlarının açıklanmasındaki gecikme nedeniyle İstanbul Hükûmeti'nin kontrolü çok hızlı bir şekilde azalıyor ve Küçük Asya'nın tamamı -bu devasa bölge- Ekim Devrimi'nden sonra Rusya'da olduğu gibi yavaş yavaş bir devlet haline geliyor. Fakat Türkleri Konstantinopolis'ten çıkarmanın ve onları Anadolu'ya göndermenin etkisi, neredeyse kesinlikle İstanbul Hükûmeti'ni düşürüp tamamen Mustafa Kemal'i iktidara getirmek olacaktır. Genel olarak yeni Türk başkentinin Bursa olabileceği varsayılır. Türk Konstantinopolis'i terk ederse, İtilaf deniz gücünün kontrolü altında kalması muhtemel midir? Milletler Cemiyeti'ne gülebileceği en ulaşılmaz semte taşınacak.[144]
Aubrey Herbert: Bazı çevrelerde Hintlerin Sultan'ı gerçek halîfe olarak kabul etmede oldukça yanlış oldukları söyleniyor, ancak Hindistan Müslümanları esas olarak onun öyle olduğunu düşünüyor ve gerçekten önemli olan da bu.
Lloyd George: Büyük savaşta İstanbul'u Ruslara vereceğimize dâir antlaşma yapmıştık. Ancak Bolşeviklerden sonra İtilaflar, elbette bu karardan vazgeçtiler. İtilaf Konferansı, daha iyi yolun Türk'ü İstanbul'da tutmak olduğu sonucuna vardı. 1918'de savaş şartları ağırlaşmıştı. İnsanlar bizim emperyalist olduğumuzu düşünüyordu. Hindistan'da askere almak için özel bir çaba sarf ediyorduk. Fransa için bulabileceğimiz tüm adamlara ihtiyacımız vardı. Britanya İmparatorluğu'nun 4'te 1'i Müslüman bir kitleden oluşuyor ve onları ikna etmek için Türklere, Hilâfete ve İstanbul'a dokunmayacağımıza dâir güvence vermek zorundaydık. Güvenceden sonra destek ciddi şekilde arttı.
Şimdi bize istediğimizi yapabileceğimiz söyleniyor. Fakat bunu söyleyenler dünyadaki en büyük Müslüman gücünün Britanya İmparatorluğu bünyesinde olduğunu unutuyorlar. Biz ciddi bir söz verdik, kabul ettiler ve bizim ona uymamamızdan rahatsız oldular. Hindistan gönüllü olarak, savaş sırasında 1.160.000 kişiyi yardımımıza gönderdi ve öncesi ile birlikte ise neredeyse bir buçuk milyon. Onların yardımı olmadan galip gelemezdik. Gerekli birliklerimiz yoktu. Zafer saatinde onlarla olan inancımızı mı kıracaktık? Karşılaştığımız şey buydu. Onlara gidip "Şartlar değişti. Size bu sözü 1918 Ocak'ında verdik. Türk, 1918 Kasım'ına kadar boyun eğmedi" deseydik hiçbir şey Asya'daki İngiliz gücüne bundan daha fazla zarar veremezdi. Bu bizim için ölümcül bir tehlikeydi. Ancak Türklerin boğazları kapatması savaşı uzattı ve bunu çözmeliyiz. Türklerin yanlış yönettiği milletler üzerindeki hâkimiyetini elinden almalı ve onu böylesine bir güç haline getiren Karadeniz yolunun hakimiyetinden tamamen yoksun bırakmalıyız.[145]Albay Yate: Hükûmetin, Sultanın İstanbul'da kalması politikasını ifade ettiğini duymaktan çok memnun oldum. Hem Hindistan Müslümanları hem de Afganistan Müslümanları olan Müslümanlar arasında çok yaşadım. Hive, Buhara ve Orta Asya'dan gelenleri tanıyorum. Asya'daki ve özellikle Orta Asya'daki bu Müslümanların tamamı, Sultan ve Halîfelerinin bağımsız bir hükümdar olması gerektiğini dinlerinin temel bir ilkesi olarak görüyorlar.[146]
9 Mart 1920'de, işgâlden önce, İngiliz yüksek komiseri Amiral De Robeck verdiği raporda şöyle diyordu: "Venizelos'u ve Yunanistan'ı ödüllendirmek için neredeyse kesin olarak Asya'yı kana bulama riskini göze almak akıllıca mı? Venizelos'un ölümsüz olup olmadığını merak etmeliyim. Başka bir deyişle, o sadece geçicidir. Bolşevik tehdidine karşı hayati önem taşıyan proje, asker bulunamadığı için terk edilmek zorunda kalındı. Fakat İmparatorluğu korumak değil de, Venizelos'un aşırı taleplerini tatmin etmek konusunda, bütün bu güçlükler ortadan kalkıyor. Diğer taraftan, askerlerimin Venizelos için kendilerini feda etmeye çağrılmaktan pek hoşlanacaklarını sanmıyorum."[147][148]
16 Mart 1920'deki İstanbul'un işgâline dâir İngiliz Savaş Bakanlığı raporu kabineye sunuldu:[149]
İşgalden sonra Mebusan Meclisi’nin, çalışmalarını süresiz olarak durdurması kabul edildi. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, işgali bir başarı olarak kabul ediyordu. Bunun milliyetçilere karşı öldürücü olmasa bile, ağır bir darbe olduğunu söylüyordu. Genelkurmay Başkanı Sir Henry Wilson, bu düşüncede değildi: “Biz hiçbir zaman, hatta mütarekeden sonra bile, Anadolu'nun içerilerine sokulmayı denemedik.” Gerçekten de, Anadolu’daki İngiliz işgali, şimdi boşaltılmış olan birkaç noktayla sınırlanıp kalmıştı. İşin aslına bakılırsa, İngilizler, birbiri ardınca gerçekleştirdikleri iki olayla –biri Yunanların Anadolu’ya gönderilmesi, diğeri de on ay sonra İstanbul’un işgali ile– Anadolu’da olduğu kadar Avrupa Türkiyesi’nde de en geçerli fermanın, Mustafa Kemal’in fermanı olmasını sağlamışlardı.[150]
İngilizler, Mustafa Kemal’e bir kez daha, büyük bir siyasi bağışta bulunmuşlardı. O da bundan yararlanmakta gecikmedi. Hemen bir bildiri yayımlayarak “Osmanlı Devleti’nin yedi yüz yıllık hayat ve egemenliğine son verilmiş” olduğunu açıkladı ve Ankara’da kendi girişimiyle yeni bir meclis toplama işine girişti.[151]
Venizelos, 27 Kasım 1919'da Neuilly Antlaşması'nda, Bulgar işgâli altında olan Batı Trakya'nın Yunanistan'a eklenmesini sağladı. Elefterios Venizelos şöyle diyordu: "İtilaf Devletleri'nin iradesini dayatacağı Türkiye'nin, Avrupa'dan tamamen çıkarılacağına yürekten inanıyorum. Sonra ise Küçük Asya'daki İtalyanlarla en yakın işbirliğinin temelleri atılacak. Yunanistan tüm Trakya'yı hak ediyor."[152]
Venizelos girişimlerini sürdürerek yeni İtalya Dışişleri Bakanı Tommaso Tittoni ile Venizelos-Tittoni anlaşması'nı yaparak aralarındaki sorunları çözmeye çalıştı. Daha sonra 18-26 Nisan 1920'daki San Remo Konferansı'nda Lloyd George ve Venizelos önderliğinde Sevr'in taslağı hazırlandı.
Öte yandan 1920 yılı ilerledikçe bazı beklenmedik gelişmeler olmaya başladı. Fransa Başbakanı Georges Clemenceau, Küçük Asya'daki sistemin ve Yunan ilerleyişinin yanlış olduğunu vurguladı. Clemenceau'nun istifası ile 20 Ocak 1920'de Başbakan olan ve daha sonra 23 Eylül 1920'de de Cumhurbaşkanı olacak olan Alexandre Millerand'ın gelişiyle Fransız siyâseti daha çok Türk yanlısı olmuştu.[153] Aynı zamanda Temmuz 1920'de yoğun bir Yunan karşıtı olan Kont Sforza'nın (Aynı zamanda İtalya, 1918 İstanbul işgâl komiseri) İtalya Dışişleri Bakanlığına gelmesi ve Venizelos-Tittoni Antlaşması'nı derhal iptal etmesi ve bu antlaşmayı yapan Tittoni'yi kınaması ile İtalyanlar da Türk yanlısı olduklarını gösterecekti. Birleşik Krallık Başbakanı Lloyd George, 1920'nin sonuna gelindiğinde, Yunan politikalarını desteklemeye devam eden tek güç olarak kalacaktı.
6 Aralık 1919'da Fransız mümessili Mösyö Picot ile görüştüm. Picot, Fransa'da yakın zamanda bir yönetim değişikliği olacağını, Aristide Briand'in yönetime geleceğini ve tamamen Türk yanlısı bir politika takip edeceklerini söyledi: "Mösyö Briand'ın siyaseti, Anadolu'da kuvvetli ve bağımsız bir Türkiye devletinin teessüs edebilmesidir. Bunun için mümkün olan her şey yapılacaktır."
— Ali Fuat Cebesoy[154]
Aldığı bilgilerden endişelenen Venizelos, tekrar Paris ve Londra'ya gitmeye karar verdi. 19 Mart 1920'de Londra'daki görüşmelerinde Yunanistan'a karşı olumsuz bir hava ile karşılaştı. Dönemin Savaş Bakanı Winston Churchill, İngiliz Ordusu Genelkurmay Başkanı General Henry Wilson ve Curzon ile yaptığı görüşmelerde, İngilizlerin Yunanistan'a Küçük Asya'daki operasyonlarında askerî olarak yardım edemeyeceği ortaya çıktı ve aslında bölgedeki Yunan harekâtının başarısızlığını öngördüler. General Wilson şöyle yazdı: "Churchill ve ben bu öğleden sonra Venizelos ile bir saat geçirdik. Yeterince savaş yorgunu olduğumuzu ve bu yüzden onlara ne askeri, ne maddi, ne Trakya'da, ne de İzmir'de yardım etmeyeceğimizi açıkça belirttik. Yardım sadece silah ve cephâne yönünden olacaktı. Ona ülkesini yok edeceğini, Türklerle ve Bulgarlarla yıllarca savaşacağını, Yunanistan'ın büyük askerî ve ekonomik kayıplara uğrayacağını belirttik. Söylediklerimizin tek bir kelimesine bile katılmadığını söyledi."[155][156]
Venizelos ise Churchill'e, Kemalist güçlerin tehlikesini ana hatlarıyla belirtti ve saldırı için izin istedi. Saldırıdan sonra Venizelos, Yunan birliklerinin tekrar konumlarına çekilebileceklerini önerdi. Churchill, Yunanistan Başbakanı'nın sunduğu rakamları dikkate almadan Venizelos'un bu önerisini reddetti. Zaman tamamen Yunanistan'ın aleyhine ve Türklerin lehine işliyordu. Örneğin, Şubat 1920'nin başlarında, Türkler, İtilafların mütareke şartlarına göre tüfek, silah ve mühimmat bulundurduğu Gelibolu'daki kışlalara saldırmıştı. Ancak Lord Curzon, 24 Şubat 1920'de Gelibolu olayından sonra Venizelos'tan müzâkereler sırasında askerî statükoyu korumaya çalışmasını istemiştir. Bu sırada Yunan toplam bütçesinin üçte ikisi çekilen kredilere dayanıyordu. Ayrıca Venizelos, seçimleri ertelemiş, ülke Türkiye ile savaş halinde olduğu için barış anlaşması imzalanmadığı sürece sıkıyönetim uygulamasına devam etmişti. Öte yandan Venizelos, İtilaflar tarafından yerine getirilmesi gereken bir görev olan Türk terhisinin yavaşlığından şikayetçiydi. Her durumda Osmanlı büyük bir imparatorluktu. Türk Harbiye Nezareti ile direniş hareketleri arasında bağlantılar olduğunu bildirdi: "Toplam 300.000 kişilik bir kuvvetin yakında savaş durumuna gelmesi muhtemeldir ve 'olacak' dedi. Böyle bir orduya yetecek miktarda malzeme ve mühimmat ellerinde var."[157]
Venizelos'a karşı İtilaf çekinceleri San Remo Konferansı'nda da tekrarlandı. Bununla birlikte, Sevr Antlaşması'nın fiilen iptali için en ciddi tehlike, Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğindeki Millî Mücadele hareketiydi. Yakın dostu Lloyd George'un desteğine güvenen Venizelos antlaşmanın son metninin hazırlandığı 3 Temmuz 1920'de Mustafa Kemal Paşa'ya ve Türklere antlaşmayı kabul ettireceğini taahhüt etti. 7 Temmuz 1920'deki konferansta Türk delegeleri antlaşmayı imzalamayı reddettiler. Antlaşma nedeniyle idam edileceklerini ve sorumluluk alamayacaklarını açıkladılar. Fakat İtilâf Devletleri'nin baskısı sonucu nihayet 10 Ağustos 1920'de geldiler ve antlaşmayı imzaladılar.[158]
Diğer taraftan Fransız siyâseti, Clemenceau hükûmetinin düşmesinden ve Alexandre Millerand'ın Başbakanlığı üstlenmesinden sonra daha fazla Türk yanlısı hale gelmişti. Haziran 1920'de, Antlaşma imzalanmadan önce, Fransız Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri, Paris'teki İngiliz büyükelçisine, Anadolu'daki Yunan varlığından rahatsız olan Fransız Ulusal Meclisinin imzalanacak barış anlaşmasını onaylayıp onaylayamayacağından şüphe duyduğunu vurguladı.[153]
“ | Bu projeyi vücuda getirmeye memur edilen Ermeni kuvveti üç zayıf tümenden ibârettir. Binâenaleyh imhâ politikasını Doğuda tatbik ettirecek bir kuvvet yoktur. Batıda ise bütün kuvvetini sarf etmiş olan Yunan ordusu bize aman dedirtmek için yeni bir vâsıtaya mâlik değildir. Bundan sonra işleyecek zamanlar hep bizim lehimizde cereyan edecektir. İtilâf devletlerinin memleketlerinde daha büyük orduları ve teşkilâtları vardır. Fakat bugün buraya tahsis ettikleri kuvvetlerin azlığı ve bizim aleyhimizdeki projeyi yalnız Ermeni ve Yunan ordularından bekledikleri, kuvvetli esbâb ve istihbârâta müstenittir. Fransız ve İngiliz milletlerine Türk milletinin imhâsı için maddeten gösterilecek bir menfaat yoktur. Bu proje hırs-ı istilâ ile, hırs-ı tağallüp ile zevk alan reislerin projeleridir.[159] | ” |
— Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekili İsmet Bey (İnönü), 29 Mayıs 1920 |
Sevr Antlaşması'na önceki İngiliz Kraliyet Donanma Komutanı Lord Rosslyn Wester Wemyss'in tepkisi şöyle oldu:[160]
İzmir ile ilgili düzenlemenin kaosu ortadan kaldırmaya yardımcı olduğuna gerçekten inanan var mı? Bir plebisitin, ne zaman olursa olsun, tüm kıskançlıkları yatıştıracağına ve tüm bu sorunları bir kez olsun çözeceğine gerçekten inanan var mı? Ben bunlara sadece bir perde olarak bakıyorum ve ilk rüzgarda da uçup gideceğinden eminim. Mesela, Nil Nehri'nin denize döküldüğü yerde plebisitle birlikte yerel bir Parlamento'nun kurulmasının, bizi o ülkedeki güçlüklerden kurtarmanın bir yolu olacağını düşünen herhangi biri, hatta en çılgın hayal gücüne sahip biri olabilir mi? Peki ya Trakya? Nüfusu Türk olan yerleri Yunanistan'a bırakmak da ne demek?
Kendime şu soruyu soruyorum, bu işlemin sebepleri nelerdir? Tatmin edici bir cevap bulamıyorum. Yunanistan'a ödül mü? Bu pek mümkün değil. Yunanistan, tüm İtilâflar arasında, savaşta en az şey yapan ve savaştan en az zarar gören ülke gibi görünüyor ve "ödül" kelimesinin İtilâf kelime dağarcığında yeri olmadığını yeterince yüksek sesle ilan etmedik mi?
Türkiye'ye izledikleri yoldan dolayı verilen bir ceza olduğuna da inanamıyorum. Cezanın etkili olabilmesi için caydırıcı olması gerekir. Bu ise caydırıcı olmaktan son derece uzak. Korkarım ki bu, sadece, yakında pek çok eli silahlı kimseyi görmemize neden olacak.
Ateşkes imzalanmasından bu yana yirmi ay geçti. Elimizde ise barış yerine savaş var. Zafer saatimizde bize güvenen halkların, müzakere saatinde bize güvenmemeyi öğrendiği yirmi aylık gecikme ve kararsızlık dolu; hipnotize edilmiş bir dünyanın üzerine mükemmel bir edebiyat ve hitabet selinin döküldüğü yirmi ay, sadece düşmanlarımızın elinde propaganda için malzeme yapmaya hizmet eden her türlü imkansız ve uygulanamaz fikri ortaya çıkardı. Türk İmparatorluğu'nun, makul olarak beklendiği gibi meşru, orijinal parçalarına değil, küçük devletlerin karmaşıklığında doğası gereği mümkün olmayacak şekilde çözüldüğü yirmi ay.
Böyle bir zaman, Hindistan'daki milyonlarca insanın duygularını çileden çıkaran ve şimdiye kadar bizi dostları olarak gören insanların düşmanlığını doğurmaya yardımcı olan bir Antlaşmayı dünyaya duyurmak için doğru bir zaman mı?
Anlaşmaya dâir Lord Curzon, Lloyd George'a şöyle dedi: "Türkiye'de barışı sağlamak istiyorum ancak İzmir'deki Yunanlar ve Venizelos'un emirlerini yerine getiren Yunan tümenleriyle bunun imkansız olduğunu biliyorum." Sahadaki Türk-Yunan savaşı, politik olarak ise koalisyon hükûmetindeki Curzon ile Lloyd'un mücadelesi gibiydi. Curzon sık sık kendisini dışlayan ve yabancıların önünde küçümseyen Lloyd ile anlaşamıyordu.[161][162][163]
Boğazların bu statüsü, elbette Karadeniz ve Kafkasya'da Rus güvenliği için ciddi tehlike arz ediyordu. Dolayısıyla bir Türk-Sovyet yakınlaşması doğuracağı muhakkaktı. Rusya aynı zamanda Polonya ile de savaş halindeydi ve hem Avrupa'da hem Kafkasya'da hem Orta Doğu ve Hindistan'da sürdürdüğü yayılmacı politika gereği Batı ile arası açılmıştı.[164][165][166]
Fransız Mareşal Ferdinand Foch, Türkiye'nin direnmesi durumunda anlaşmayı uygulamak için en az yirmi yedi tümen gerekeceği sonucuna varmıştı. Mareşal Wilson'a göre de 25-30 tümen gerekliydi. İngilizler ise Yunanistan'a yardım yapma konusunda istekli değildi. Mareşal Sir Henry Wilson, 17 Haziran 1920'de şöyle demişti: "Winston Churchill'e söyledim ki, bana göre, Konstantinopolis, Dardanelya (Çanakkale), Mezopotamya ve İran'da felâkete doğru gidiyoruz. Tekrar ve tekrar söylediğim gibi, politikamız emrimiz altındaki güçlerle orantılı değil. Ve tüm bu taahhütlerimizi gerçekleştiremeyiz. İrlanda'da (Bu tarihte İrlanda Bağımsızlık Savaşı devam ediyordu), Konstantinopolis, Filistin, Mezopotamya (Irak) ve İran'da, kabine politikasını yürütmek için yeterli bir asker yok. İngiltere, Mısır ve Hindistan'dan bahsetmiyorum bile."[167][168]
İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, 7 Nisan'da Curzon'a şöyle diyordu: "Türkiye'nin dostluğu bizim için Yunanistan'ın dostluğundan muhtemelen daha değerlidir, hatta çok daha değerlidir. Türkler gibi sağlam bir muhâfazakar halkın, Orta Doğu'daki Bolşevizm mayasına karşı son derece değerli bir tampon olduğu unutulmamalı." Churchill de Birleşik Krallık'ın Türkiye ile bir an önce barış yapması gerektiğine inanıyordu ve Yunanları desteklemenin hiçbir değeri yoktu. Yunanistan Ruslara karşı boğazların güvenliğini sağlayamazdı. Churchill, "Türk giderse, uluslararası güç dışında İstanbul'u savunacak kimse kalmayacak" dedi. Kabinenin diğer üyesi Montagu'ya göre Trakya bile Türklere geri verilmeliydi. Türklere destek verilmesi gerektiği fikrinin en hararetli savunucuları ise Muhafazakar grubun en önde gelen üyeleri, General Sir Charles Townshend, Sir Aubrey Herbert ve Lord Lamington idi. 1 Nisan 1920 tarihli Savaş Bakanlığı bildirisi de şöyleydi: "Rusya'nın, Türkiye'nin tükendiği ve Almanya'nın desteği olmadığı bir dönemde tekrarlanabilecek Konstantinopolis yürüyüşünü artık düşünmediğini gösterecek hiçbir şey yok. Ya Konstantinopolis'teki Rus üstünlüğüne hazırlıklı olmalıyız ya da çok geç olmadan Türkiye ile anlaşıp çıkarlarımız için potansiyel bir engel olarak yeniden inşa etmeliyiz."[169]
Ortadoğu ve Asya'da Rus yayılmacılığına karşı Türkiye ile diplomatik ittifak yapmak İngiliz imparatorluk çıkarları için en uygun seçenekti. Yunanistan ilerlemesi devam ederken, önce boğazları çevrelemek sonra ise zamanla İstanbul'u da ele geçirmek ve Karadeniz'de de bir Pontus devleti kurma hayali taşıyan Venizelos'un faaliyetleri Fransa ve İtalya'nın tepkisini çekiyordu. Dahası, büyüyen bir Ortodoks Yunanistan, Katolik İtalya'nın tarihsel amacı olan Akdeniz'in kontrolü için, daimi bir tehdit unsuruydu.[170] Ayrıca İtalya, Libya'yı İtalyan ekonomisi için bir kaynak haline getirmenin en uygun yolunun Türkiye ile kurulacak iyi ilişkilere bağlı olduğunu düşünüyordu. Türkiye'nin bağımsızlığına verilecek destek, uzun vadede ticari ayrıcalıklar elde etmek için stratejik bir hamleydi.[171]
“ | Gerek İtalyanlar, gerek Fransızlar memleketimizde azami iktisadi faydalar temin etmek için devletimizin bağımsız kalmasını, diğer bir yabancı devletin esareti altında bulunmamasını sağlamayı kendi menfaatleri gereğince telâkki etmektedirler ve her ikisi de bunu bize birçok münasebetlerle söylediler ve elyevm söylemektedirler.
Yunanlar doğrudan doğruya İngilizler tarafından himaye edilmek sureti ile muhafaza-i mevki ediyorlar ve çıkmak niyetinde olmadıkları anlaşılıyor. |
” |
— Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan 1920[172] |
Anadolu'da işgâle karşı direniş örgütlenirken, bir yandan Rusya ile etkileşime geçilmiş, karşılıklı müzâkereler başlamış, diğer yandan Eylül 1919'da Mustafa Kemal Paşa, General James Harbord yönetiminde bir Amerikan Askeri Misyonu bile almıştı.[173] Harbord, raporunda, Türklerin amacının tek bir çıkarsız gücün, tercihen Amerika'nın mandası altında İmparatorluğun toprak bütünlüğünü korumak olduğunu ifade ediyordu.[111] Elbette bunlar İngilizleri yakından ilgilendiriyordu. Özellikle Rus teması Bolşeviklerin Müslüman dünyasını İngiliz İmparatorluğu'na karşı döndürme tehlikesini gösteriyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın milliyetçi hareketinin daha da güçlenmesindeki son kıvılcım, Osmanlı başkentine 28 Ocak'taki Misak-ı Millî kararlarından sonra yapılan, ismen uluslararası, ama gerçekte İngiliz işgâliydi.[174]
Fransa ise bir taraftan Türkiye ve Suriye'de karşılaştığı ciddi aleyhtarlık ve direniş hareketlerinin arkasında İngiliz istihbarat faaliyetlerinin olduğuna emindi.[175] Diğer taraftan İzmir'in işgâli Fransız stratejik vizyonunun bir parçası değildi. Aralık 1919'da Fransızlar, Yüksek Komiser M. Picot vâsıtası ile Mustafa Kemal'le Sivas'ta temas kurdu ve ona "gayr-i resmî bir şekilde, Fransa'nın oradaki tüm ekonomik tavizlerin tekelini alması koşuluyla Fransız birliklerinin Kilikya'dan çekileceğini garanti etti." Mustafa Kemal, Picot'a, tüm Anadolu üzerinde bir Fransız ekonomik mandasını kabul etmeye istekli olduğunu belirtti. Ayrıca, eğer mümkünse Amerikan yardımını kabul etmeye hazır olduğunu belirten daha önce Harbord Komisyonu'na yaptığı açıklamaları da yineledi. Ayrıca istediği şeyin tek bir gücün, tercihen Fransa'nın yardımı olduğunu da açıkça belirtti.[176] Burada bir mutâbakat sağlanmamıştı. Fransızlar, sonra, Mayıs 1920'de bir heyeti müzâkere yapmak üzere Ankara'ya göndermişti ve Kilikya'da iki taraf arasında geçici bir ateşkes yapılmıştı. Bir yandan Suriye'deki karışıklıklar ve Maysalun savaşı, Fransızları, çıkarları gereği Türklerle antlaşmaya zorluyordu.[177]
Tüm bunlar, özellikle Fransızların "kırmızı kumaş" olduğu eski Yunan kralı Konstantin'in 1920 yılı Kasım ayı seçimleri sonunda sürgünden dönüşüyle birleşince İtalya, Fransa ve Rusya'nın desteğinin Türkiye'de temerküz etmesine neden oldu.[178] Tüm dengelerin değişmesi ve Türk zaferi olasılığının birdenbire yükselmesi Emperyalist İngiliz çıkarları gereği Yunanistan'a zorunlu bir muhâlefet oluşturdu. Eğer Batı Anadolu ve Kuzey Afrika boyunca bir İtalyan genişlemesi olursa, bu Britanya İmparatorluğu'nun bölgedeki etkisinin kırılıp kalbinden hançerlenmesi anlamına gelirken diğer İngiliz hâkimiyet alanları ise kolaylıkla Fransa'ya hatta Rusya'ya gidebilirdi. Fakat İngilizler bir yanda sürekli azalan ekonomik ve askerî kaynaklar gereği Bolşevik tehdidine karşı İtalya ve Fransa ile ortak harekete de mecburdu.[179]
Suriye'de Fransa'ya olan mevcut gerilimlere ek olarak, Almanya'daki ve Ren'deki Fransa ve Birleşik Krallık arasında bölgesel anlaşmazlıklar da vardı. Bu nedenle, Yunanistan'ı desteklemeye devam etmek ve İngiliz-Fransız çatlağının daha da alevlenmesi yalnızca meseleleri daha da zorlaştırır ve Avrupa, Orta Doğu ve Asya'daki İngiliz İmparatorluk çıkarlarına zarar verirdi. Yunanistan'a karşı oluşan ve Fransız-İtalyan-Sovyet-Türk İttifakı ile sonuçlanan Fransa'nın ve İtalya'nın sert dış politika değişikliği, tüm dengelerin değişmesine ve İngilizlerin tüm Orta Doğu hesaplarını gözden geçirmesine neden oldu. Yeni durumda Yunanistan'a vereceği destek ile İngilizlerin kazanacağı hiçbir şey yoktu. Fakat Türkler zaferi kazandıklarında Kıbrıs'tan ve Musul'dan İngilizlerin çıkarılmasını şart koşacaklardı. Kıbrıs stratejik açıdan hayati önemdeydi. Keza değerli petrol rezervlerine hâvi Filistin ve Musul da öyle. Hilâfet'in Hindistan'daki Müslümanlar üzerindeki etkisi ise göz ardı edilemezdi. Bu yeni koşullar ışığında, 9 Haziran 1921'de bir kabine toplantısı, İngiliz politikacıları arasında tartışmaya neden oldu ve Mareşal Wilson dedi ki: "Yunan ordusunu desteklemek imkansızdı ve gerçek önemdeki tek şey, Türkiye'yi dost yapmaktı." [180][181][182]
İngiliz Mareşal Henry Hughes Wilson, kendi görüşlerini Dışişleri Bakanlığına şöyle belirtti: "Tüm bunların Türkiye ve Rusya ile savaş anlamına geldiğini ve İstanbul'dan atıldığımızda sona ereceğini belirteceğim. Bir dereceye kadar Venizelos'u gördüm. Lloyd George'a her şeyi vadediyor ve Lloyd George, söylediği her şeye inanıyor; fakat Venizelos'u sıkıştırdığım zaman görüyorum ki aslında hiçbir şey bilmiyor ve hiçbir şey söz veremiyor. Onlara Türkiye ve İrlanda'daki şartların büyük ölçüde aynı olduğunu söyledim. Fakat İrlanda'dan çıkamayız. Türkiye'den ise çıkmalıyız. Türklere yazın ki; 'Şimdiye kadar ilgilendiğimiz İzmir, Boğazlar, İstanbul, Trakya ve Edirne'yi devralmaya hoş geldiniz. Eskiden olduğu gibi arkadaşlığımıza devam ediyor ve Türkiye'yi tamamen tahliye ediyoruz'. Sonra Yunanlara da söyleyin ki, 'Venizelos'un kumandası altında kendi yıkımlarına sebep olacak ve herkesi tehlikeye atacak kadar genişlemeyi denediler. Bu nedenle tekrar anlaşma yapmaları gerekir'. Kısa sürede politikamızı kesinlikle ters çevirin ve Yunanların yerine Türklerle arkadaş olun. Fakat bana Lloyd George'un bunu asla yapmayacağını söylediler. Onlara Türklerle anlaşmak için bir kez daha yalvardım ve Türklere Bolşeviklerden daha fazlasını sunabileceğimizi söyledim. Saatlerce konuştuk. En son Lloyd George bana 'önce Venizelos ile konuşması gerektiğini' söyledi." Genelkurmay başkanı gibi, ısrarla Türklerle anlaşılması gerektiğini savunan Montagu da, 1 Haziran 1921'de Mareşal Wilson'a şöyle yazdı: "Doğu'daki ve Hindistan'daki barış senin ellerinde."[183][184]
“ | "13 Haziran 1921'de bir motörle İnebolu'ya Hanri ve Şturton isminde iki İngiliz binbaşısı gelir. Bunlar İstanbul'daki itilâf orduları Başkumandanı İngiliz generali Harington'un yakınlarındandırlar. Beraberlerinde bize teslim edilmek üzere bir miktar cephâne getirmişler ve bu gibi sevkiyâta adamları vâsıtası ile devam edeceklerini söylemişlerdir." | ” |
— Yusuf Hikmet Bayur[185] |
Aynı zamanda bazı İngiliz istihbarat raporları, Tatarların, Gürcülerin, Türklerin ve Kürtlerin İngilizleri bölgeden kovmak ve Türk hâkimiyetini yeniden sağlamak için faaliyette olduklarını gösteriyordu.[186]
İngilizler, Doğuda, herhangi bir duygusal düşünce bir yana, Anadolu'daki Türkler ile Azerbaycan arasında bir Ermeni blokunu sokmanın İngiliz çıkarlarına büyük ölçüde yarayacağını düşünmüşlerdi.[187]
Sevr'de herhangi bir Ermeni sınırı çizilmemişti. ABD başkanı Woodrow Wilson, bu sınırı 7 Kasım'da Gümrü'de Ermeniler yenildikten 15 gün sonra, 22 Kasım'da çizmişti.[188] Türkiye ve Rusya'ya karşı iki ateş arasında kalan Ermeniler yenilmişti. 2 Aralık'ta Gümrü Antlaşması ile Ermeniler Doğu Anadolu'yu Türkiye'ye bırakırken; Türkiye ve Rusya'nın Kafkasya'daki ortak harekâtı sonucu Ermenistan ve Gürcistan Sovyetleştirilmişti.
Bu, Kürt topraklarının bir kısmının Türk denetimine bırakılması anlamına gelse bile, bağımsız bir Kürt devleti söz konusu değildi ve bu Curzon ve Lloyd George'un üzerinde anlaşabildikleri tek konu olmuştu. Savaş sırasında, Osmanlı ve Rus orduları kuzey uçlarında savaşmış ve İngilizler güneyden ilerlemişti. Bazı tahminlere göre 800.000 kadar Kürt Osmanlı ordularında İngiliz ve Ruslarla savaşırken ya da açlıktan ve hastalıktan ölmüştü.[189] Ayrıca Kürtler, 1919 boyunca İngiliz işgâl güçlerine karşı mücadele ediyor ve buldukları İngiliz ajanlarını öldürüyorlardı. Kürtler, Türk birliklerinin de yardımıyla, nihai amaçları olarak Bağdat'ın alınması ve İngilizlerin bölgeden çıkarılması için operasyonlara girişiyorlardı.[190] Nisan 1920'de San Remo'da Lloyd George şunları itiraf etti: "Yaptığımız araştırmalardan sonra İstanbul, Bağdat ve başka yerlerde bizimle anlaşabilecek herhangi bir Kürt temsilcisi bulamadık. Öte yandan, Kürtler büyük bir Gücün desteği olmadan varlıklarını sürdüremeyeceklerini hissettiler. Ve onlar Türk yönetimine alışmıştı. Alternatif bir koruyucu bulunmadıkça onları Türkiye'den ayırmak zordu." Anlaşmada Kürdistan'ın statüsü havada bırakıldı ki İngilizlerin planı eğer ileride Kürtleri ayrılmaya ikna ederlerse bu sayede Türklerin Musul'a ve Mezopotamya'ya inmesini önlemekti. Halbuki Yunan taarruzu bir Müslüman-Hristiyan savaşı gibi görüldü ve onları Milli Mücadele'ye destek olmaya sevk etti.[191]
Sevr projesi, Venizelos'un büyük bir diplomatik başarısıydı, ancak Yunanistan dahil onu imzalayan tarafların hiçbiri tarafından onaylanmadı. Bu sırada Kuva-yı Milliye çoktan teşkilatlanmıştı. Curzon'un bölgede Amerikan mandası önermesi nedeniyle süreç epey uzamış, barış ancak 15 ay sonra yapılabilmişti. Yine İstanbul'un işgâli sonucu TBMM bir duvar gibi Yunanların karşısına dikilmişti. Dolayısıyla, bu bir barış antlaşmasından ziyade esâsen bir "savaş antlaşması" idi. Venizelos, Sevr'in "ölü bir mektup" olarak kalma tehlikesi olduğunu anlayınca bunu empoze etmeye karar verdi. 1920 yazında askerî operasyonların (hızla her iki tarafta da sert şekilde totaliter bir savaşa dönüşen) yoğunlaştırılmasını ve ordunun Anadolu'nun iç kesimlerine ilerlemesini emretti. 1920 yazında Yunan kuvvetleri, İngiliz kuvvetleriyle birlikte ilerledi ve Bandırma, Mudanya, Bursa, İzmit ve Uşak işgâl edildi. Simav cephesinde de vaziyet Türk tarafı için iyi değildi; Yunanlar Demirci'yi zapt etmiş, Simav'a ilerliyorlardı. Bu yüzden, 20 Ağustos'ta Gediz'de bulunan üçüncü taburun Simav'a hareket etmesi emrolundu. Yunan ordusunun Anadolu'daki İtilâf kuvvetleri ile birlikte gerçekleşen tek operasyonu buydu. Bu operasyon General Paraskevopoulos tarafından yönetildi.
Bu sırada Uşak sukut ediyor ve alayın başında bulunmak üzere Kütahya Millî Alay Kumandanı İsmail Hakkı Bey; Çerkez Ethem tarafından cepheye davet ediliyordu. İsmail Hakkı Bey 28 Ağustos 1920'de otomobille Gediz'e hareket ederek yerine vekil olarak Müdafaa-i Hukuk Reisi Binbaşı Nüzhet Bey'i bıraktıysa da Gediz'in de tehlikeye düşmesinden dolayı abluka tehlikesine maruz kalmamak için Kütahya'ya geri döndü ve istirahat için Eskişehir'e gitti (4 Eylül 1920). 5 Eylül'de düşman Gediz'i alarak Efendiköprüsü civarına kadar geldi. Son taarruzda muvaffak olunamaması işleri büsbütün bozmuştu. Efendiköprüsü Kütahya'ya 6 saat mesafede olduğundan Kütahya'da telaş baş gösterdi ve pek çok memur aileleri Eskişehir ve Ankara'ya gitmeye başladı. Uşak'ın sukutunu müteakip Afyonkarahisar'da vaziyet ciddileşti ve Simav da Yunan kuvvetleri tarafından işgal edildi.
Venizelos, 5 Ekim 1920'de David Lloyd George'a uzun bir telgrafta, Yunanistan'ın durumunu gerçekçi terimlerle sundu ve askerî operasyonların kesinlikle gerekli olduğunun altını çizdi. İkincisi, bu sefer sadece finansal olarak değil, aynı zamanda savaş alanında da gerçek yardımla İngilizler tarafından desteklenmeliydi. Yunanistan, kıştan önce yardım almazsa, "siyâsî ve mâli durumlar" göz önünde bulundurularak Yunan Ordusunun terhis edilmesini emretmek zorunda kalacaktı. "Tek radikal çare" diye vurguladı Venizelos, "İngiliz desteğiyle yapılacak yeni bir harekât olurdu". Bu sırada Yunanistan'da seçimlerin ertelenmesi ve uygulanan sıkı yönetim nedeniyle halkın zâten var olan memnuniyetsizliği muhâlefeti iyice artırdı. Venizelos, 12 Ağustos 1920'de eski kralcı subaylar tarafından bir suikast girişimine uğramış ve yaralanmıştı. Eski subaylar, Venizelos'u, "ülkelerine sefâlet getiren bir zorba" olarak nitelemişlerdi.[192]
Alman yanlısı kral Konstantin'in sürgüne gönderilmesi üzerine yerine tahta çıkan genç kral Aleksandros bir maymun ısırığı sonucu 25 Ekim 1920'de öldü ve Yunanistan'da seçimlere gidildi. Yunan halkının çoğunluğu hem savaştan hem de Venizelistlerin artık neredeyse diktatörlük hâline gelmiş olan rejiminden bıkmıştı. Ayrıca Venizelist karşıtları İzmir'den çekilme fikrini de desteklediler. I. Dünya Savaşı sırasında Konstantin'in şiddetli şekilde düşmanı olan Venizelos, eski kralın dönüşüne karşı çıktı ancak Venizelos ve destekçileri şu anda hiçbir netice vermeyen bir Yunan-Türk savaşından sorumlu görünüyorlardı. Yunanistan bu noktada 1912'den beri kesintisiz sekiz yıldır savaş halindeydi: I. Dünya Savaşı gelmiş ve geçmişti, ancak ülke halihazırda Türklerle savaş halindeyken, kalıcı bir barış belirtisi yoktu. Genç erkekler yıllardır savaşıyor ve ölüyordu, topraklar onları yetiştirecek kimseler olmadığı için nadasa bırakılmıştı ve ahlâki olarak bitkin olan ülke ekonomik ve politik çözülmenin eşiğindeydi. Referandum öncesinde de halk prenslerin önünde, “İzmir’i istemiyoruz! Trakya’yı istemiyoruz!” diye bağırmıştı.[193]
14 Kasım 1920'de yapılan 1920 Yunanistan genel seçimlerini Dimitrios Gunaris kazanırken, "Yunanistan'ın kurtarıcısı" ilân edilen Venizelos'un partisi 369 sandalyeden sadece 118'ini aldı. Venizelos'un kendisi milletvekili bile seçilemedi ve hükûmeti düştü. 17 Kasım'da Venizelos, aktif siyâsetten emekli olduğunu açıkladı ve Fransa'ya gitti. Venizelos, Yunan halkının büyük bölümünün kendisini zalim olarak nitelendirdiğinden ve kendisinden kurtulmak için Sevr’i istemediğinden yakınmaktaydı. Venizelos'un kaybedişindeki bir etmen de Müslümanlar ve Yahudilerin oyunu alamamasıydı. Türkler Makedonya’daki camilerini ışıklarla süslemişler, Kemalistler ise rahat bir nefes almışlardı.[194]
Dimitrios Gounaris liderliğindeki yeni hükûmet, Kral Konstantin'in dönüşü üzerine bir halk oylaması için hazırlandı. Kral'ın I. Dünya Savaşı sırasındaki düşmanca tutumuna dikkat çeken İtilâf Devletleri, Yunan hükûmetini, kralın tahta geri dönmesi durumunda Yunanistan'a yapılacak tüm mâli ve askerî yardımı kesecekleri konusunda uyardılar. Fakat halkın bundan pek haberi yoktu ve Konstantin %99 oy alarak tahtına geri döndü.
“ | Yunanistan seçimlerinin sonuçlarını açıklayan telgraf geldiğinde ben tesadüfen Kabine Odasında Bay Lloyd George ile birlikteydim. Şok geçiriyordu ve I. Dünya Savaşı sırasında yaşananları göz önünde bulundurarak dedi ki: "Artık sadece ben kaldım." | ” |
— Winston Churchill[195] |
İtilâf Devletleri Konstantin'e çok öfkelilerdi ve Yunanistan bir anda kendisini uluslararası sahnede izole buldu. Bu değişim, Yunanistan'ın tüm İtilâf desteğini kaybetmesine ve Anadolu operasyonlarında tamâmen yalnız kalmasına sebep oldu. İtalya ve Fransa keskin şekilde Türk yanlısı politikalarını ilan ettiler. İngiliz cephesinde, Bonar Law, bu âni değişiklik üzerine "Türklere karşı eski korumacı sevgisine geri dönmüştü". Lloyd George ve Curzon ise daha çok "bekle ve gör" tavrında oldular. Churchill ise İzmir'in Türklere geri verilmesi gerektiğini savunarak Lloyd George'un politikasını eleştirdi. İzmir'in özerkliğine bile karşıydı. "Antlaşmanın yararına yapıldığı Yunanistan" ortadan kaybolmuştu. Kabinenin diğer üyeleri Bonar Law, Austen Chamberlain ve Edwin Montagu da bu fikri desteklediler.[196]
Çileden çıkmış bir maymun ısırığı tarihin seyrini değiştirdi. Trajediyi ise Konstantin'e karşı eski duyguların yeniden canlanması izledi.[197]
— David Lloyd George
Savaş Bakanı Winston Churchill, İngilizlerin hiçbir sorumluluk almayacağı şekilde Yunanistan'ın yenilmesi gerektiğini ifade eden Lord Curzon'un görüşüne katılmıyordu. Churchill'e göre, Türklerle anlaşma, Yunanistan parçalanmaya terk edilmeden önce yapılmalıydı[18][198]:
“ | Geçmişte baktığımız zaman, Rusya düşmanımızken Türk dostumuzdu. Türkiye düşmanımız iken Rusya dostumuzdu. Şimdi ise elimizde sadece Alman yanlısı bir Yunanistan var. Biz dünyanın en büyük Müslüman gücüyüz. Bu nedenle, İngiliz imparatorluğundaki müslüman hassasiyetini de göz önünde bulundurarak Türkiye ve Araplarla bir dostluk politikası uygulamalı ve istikrarlı ve tutarlı bir şekilde takip etmeliyiz. Bu kararlar da uzun süre ertelenemez. Lord Curzon'un son konferansta önerdiği, 'Yunanistan'ın İzmir'de yenilmesine izin vermemiz gerektiği ve böylece olanlardan bizim hiçbir sorumluluğumuzun kalmaması ve sonra da Türkler tarafından başarılmış gerçeğe boyun eğmemiz gerektiği' politikasına tamamen karşı çıkıyorum. Biz, Yunan tümenleri geri çekilmeden önce Türklerle anlaşmalıyız. Zaten Yunanistan'a para akışını kestik. Konstantinopolis'i kapsayan Yunan birliklerinin çökmesi veya geri çekilmesi, Türklerle olan pazarlık gücümüzün büyük bir bölümünü yok edecektir. Eğer Türkiye ile tatmin edici bir barış yapacaksak, bunu sahadaki Yunan orduları dağılmadan önce yapmalıyız. Curzon'un önerdiği şey, bizi bir Türk zaferi ile karşı karşıya bırakacak ve İstanbul'daki konumumuz tehlikeye girecektir. Bence Mustafa Kemal'i ve uzlaşmış bir Türkiye'yi Bolşeviklere karşı bir bariyer haline getirmeli ve Orta Doğu ve Hindistan'daki tüm işlerimizi yumuşatmak için kullanmalıyız. | ” |
— Winston Churchill - 16 Aralık 1920 |
Mareşal Henry Wilson şöyle dedi: "Lloyd George'u anlayamıyorum. İmparatorluğumuzun geleceğini düşünen herhangi bir bilge adam, İzmir'den Bakü'ye kadar bizimle Bolşevikler arasına sağlam bir dost Türk bloğu ve Bolşevikler ile Hindistan arasına da sağlam bir dost Afgan bloğu koyardı."[199] General Harington, İtilafları ve Türkleri İngilizlerin gerçek tarafsız tutumuna ikna etmek amacıyla Yunan gemilerinin Konstantinopolis'ten ayrılmalarını önerdi. Dahası Mustafa Kemal'e kapıyı kapatmanın yanlış olacağını savundu. Dışişleri Bakanlığı, "Kemalistlerle flört ediliyor izlenimi vermemeyi gerekli gördü." İngiliz politikacılar, Yunanistan'ın derhal geri çekilmesi için baskı yapmanın İngiliz davası için bir risk olacağına inanıyorlardı. Bu, Kemal'i daha da talepkar hale getirirdi. Curzon'un en önemli adamlarından Nicolson'un görüşü de şöyle oldu: "Yunanistan ambargomuzun sadece devamı ile Mustafa Kemal'e verilen muazzam teşvik, kısa bir süre içinde Türkiye ile Yunanistan arasında, İtalya'nın desteğiyle Türkiye'nin galip geleceği bir savaşa yol açacaktır."[200]
Fransa'da ise Konstantin'in dönüşü üzerine Fransızların talep ettiği şey, yeni rejimi kınamak ve Yunanistan'a İtilâf desteğini geri çekmek için ortak bir bildiriydi.[201] İtalyan Dışişleri Bakanı Sforza, Venizelos'un talepleri lehine İtilaf politikasına daha önce defalarca karşı çıkmıştı ve Yunan askerî güçlerinin Anadolu'ya girmesinin bir hata olduğunu söylemekten çekinmemişti. Fransa cumhurbaşkanı Alexandre Millerand, Türklere karşı politikayı değiştirmenin zamanının geldiğini fark etti ve bir İtilaf konferansının planlandığı Londra'ya gitmeden önce İtalyan Kont Carlo Sforza'yı kendisini ziyaret etmeye davet etti. 28 Kasım'da Sforza, Elysée'de Millerand ile buluşmak için Roma'dan ayrıldı. Söyleşi, Türk Sorunu üzerine odaklandı. Millerand, bölgeyi istikrara kavuşturmak için gelecekte Yunanistan'a güvenmenin imkansız olduğunu söyledi. Sonuçta, İtilafların askerî müdahale şansı yoktu. Geriye tek çözüm kalıyordu, "Türklere destek vermek". Sforza, açık şekilde Millerand ile anlaştı ve aynı gün Lord Curzon ile görüşmek üzere Londra'ya ulaşmak için Paris'ten ayrıldı. Bu sırada hem Curzon hem de Fransa Cumhurbaşkanı, Türkler ve Bolşevikler arasında Batı ülkelerine karşı olası bir ittifaktan da endişe duyuyorlardı. Sorun bir an önce çözülmeliydi.[202]
Yunanistan ekonomik olarak zaten zor bir süreçten geçiyordu ve ekonomisi sürekli geriliyordu. İngilizlere 14 milyon sterlin, Fransızlara 300 milyon frank ve Amerikalılara 50 milyon dolar kredi borcu vardı. Mayıs 1919 - Aralık 1920 dönemi için Küçük Asya seferinin giderleri tam 1.018.012.000 Fransız Frangı tutarındaydı.[203] Sonuç olarak Birleşik Krallık ve Fransa, Konstantin'i devlet başkanı olarak tanımayı reddederek Yunanistan'a verilen tüm kredileri (Yapılması öngörülen yardım toplam 850.000.000 altın frank tutarındaydı[204]) ve desteği kestiler, askerî ambargo uyguladılar ve gelişmeler de Yunan halkından gizlendi. Aynı zamanda Ankara'ya kademeli olarak desteklerini artırdılar. Mustafa Kemal Paşa güçlenirken Yunanistan’ın Anadolu’daki geniş cepheyi İtilaf yardımı olmaksızın tutabilmesi imkansızdı. Ekonomisi birdenbire zayıflamaya başladı. Bu arada İtalyanlar gizlice, Fransa ise Türkiye’ye diplomatik ve finansal desteğe başlamıştı. İngilizler ise herhangi bir doğu macerasına iç politikalarından dolayı harcama yapma niyetinde değillerdi. İngilizler tarafsız görünürken sadece Başbakan Lloyd George, sözlü olarak Yunanistan'ı desteklemeye devam etti.[205][206][207]
Konstantin ve destekçilerinin iktidara dönüşünün diplomatik düzeyde olduğu kadar askerî sonuçları da oldu. Yunan ordusunda, tüm Venizelist generallerin ihrâç edilmesine yol açtı. Büyük ölçüde İzmir ve Anadolu'daki ilerlemeyi sağlayan Birinci Dünya Savaşı gazileri görevden alınırken, yerlerine pek çok tecrübesiz subay getirildi. Ordu Kumandanlığına da Konstantin'e çok yakın bir kişi olan General Anastasios Papulas getirildi.[208]
İlerleyen süreçte ise Fransızlar ve İtalyanlar, Ankara ile ardı ardına barış anlaşmaları imzalayıp çekildiler. Dahası, iki Akdeniz gücü, Konstantin'e karşı koymak için Ankara'ya silah satmayı kabul etti. İtalyanlar da Antalya'daki üslerini Türk milliyetçilerine yardım etmek ve onlara Yunan kuvvetleri hakkında bilgi vermek için kullandılar. Türkler ve Fransızlar arasında imzalanan bir anlaşma, Kilikya'daki Fransız askerî varlığına son verdi. Fransa daha sonra Türk silahlı kuvvetlerine 10.000 üniforma, 10.000 tüfek, 2.000 at, 10 savaş uçağı ve kontrol ettiği Adana telgraf merkezi ve Akdeniz limanlarını ücretsiz verdi. Son olarak Fransa, Türk ordusunu ikmâl için Adana'da bir mühimmat fabrikası bile kurdu.[209][210]
“ | Konstantin'in dönüşü ile Fransa, Sevr'in revizyonu konusunda aceleci davrandı. İtalya zâten dâimâ Yunan'a düşmandı. Bu koşullar altında Konstantin'in ilk yaptığı şey, Venizelos'un dikkatle seçip yetiştirmiş olduğu Türklerle yüzleşen gayet muntazam ve tecrübeli orduyu yıkmak oldu. Ordusunu kendi eliyle bir enkâza çevirdi. Orduda tüm geri hizmet ve disiplin bozuldu. Bu sersem kafalı saraylılar grubu, böylece ordunun en iyi savaşan subaylarından kurtulmuş, ordunun ikmâlinden sorumlu subayları görevden almış ve onların yerine kendi siyasi favorilerini koymuşlardır. Neticesi, askerlerin kötü beslenmesi ve kötü giyinmesi oldu. Ordu gözle görülür şekilde günden güne kötüleşti.
Onlara yürek vermek için Konstantin, Ankara'ya karşı pervasız ve aptalca bir saldırı emri verdi. Kral, dalkavuklarının pohpohlamalarıyla şişirilerek, kendisinin birinci dereceden bir askerî deha olduğu ve yarı aç her Yunan askerinin, bu ünlü savaşçının bir kez daha önderlik edeceği bilgisiyle yeni bir şevkle heyecanlandığı inancına kapıldı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, büyük şanlı hükümdar, seçtiği birliklerini Asya cephesinden çekti ve Konstantinopolis'in fethi için yeni bir ordu oluşturmak üzere Trakya'ya gönderdi. Geride kalan birlikler paramparça oldu. Saldırıya uğradığıklarında, geri kalan birlikler sadece bir ayaktakımı içinde kaçtılar. O kadar çok koştular ki, takip eden Türkler, İtilâf zırhlılarının koruması altında İzmir'e çıkmadan önce onları yakalayamadı. Tüm bu iş sırasında İtalya ve Fransa açık şekilde Türklere silah sattılar ve Mustafa Kemal'i desteklediler. Onların kontrol noktalarında tutulmalarını engellediler. Tüm kuvvetlerini Ermeni ve Suriye cephesinden çekmesini ve morali bozuk Yunan Ordusu'na karşı kullanmasını sağladılar. |
” |
— David Lloyd George[211] |
Ekim 1920'de Ali Fuat Paşa ile Kuvâ-yi Seyyâre Komutanı Çerkez Ethem Yunan işgâline karşı Gediz Muhârebeleri harekâtını düzenlediler. Gediz'i geri alarak, İzmir'in işgâlinden beri ilk defa Yunanların işgâl ettikleri bir bölgeden geri çekilmelerini sağladılar. Türk askeri toplam 316 kayıp verirken Yunan zâyiâtı toplam 165'ti. Harekât dönüşü İngiliz yanlısı Venizelos'un düşmesi ve Yunanistan'daki iç karışıklıklar hengâmında düzenli ordu kurulması emri verildi ve Kuvâ-yi Milliye Komutanlığı lağvedildi. Bu karara göre Kuzey Cephesi, İzmit, Ertuğrul, Eskişehir, Kütahya sancaklarını kapsayacak şekilde Genelkurmay Başkanı Albay İsmet Bey (İnönü) komutasına verildi. Güney Cephesi ise Afyonkarahisar, Isparta, Burdur, Denizli, Aydın, Menteşe, Antalya, Konya, Silifke, Niğde ve Adana merkez sancağını kapsayacak şekilde İçişleri Bakanı Albay Refet Bey (Bele) komutasında kuruldu. 21 Kasım'da Batı Cephesi komutanı olan Ali Fuat Cebesoy ise Moskova büyükelçiliğine atandı.[212] Yeni kurulan (Aralık 1920) düzenli ordunun Batı Cephesi Komutanlığı'nda bulunan kuvvetler, 1.728 subay ve 27.571 er idi.[213]
“ | Bundan sonra bütün gazetelerde Mustafa Kemal Paşa çeteleri namı olmayacak, Anadolu Büyük Millet Meclisi ordusu namı olacaktır.[214] | ” |
— Fevzi Paşa (Çakmak) - (Müdafaa-i Milliye Vekili) - 9 Aralık 1920 |
Balkan Savaşı'nın muzaffer Başkumandanı Konstantin'in Atina'ya dönüşü son derece coşkulu kutlamalara sahne olmuştu. Seçimlerden önce barış yapılacağı söylenirken bu durum Anadolu'daki helen nüfusunun akıbeti için büyük sorun teşkil ediyordu. Ayrıca Kralcı ve Venizelist olarak orduda da bir bölünme ve particilik çıktı. Venizelos döneminde 1917-20 arasında ordudan atılan 1500 subayın tekrar geri getirilmesi iç karışıklıkları iyice artırdı.[215]
Konstantin, tüm bunlara rağmen Anadolu'yu boşaltma planını geçici olarak askıya aldı ve bir keşif taarruzu yapılmasını emretti. Keşif taarruzu kararının alınmasının sebebi, Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe gibi Kuva-yı Milliyecilerin tasfiyesinden sonra kurulan yeni Türk düzenli ordusunun denenmesinin yanında, yeni atanmış olan Yunan subaylarının da tecrübe kazanmasının istenmesiydi. Ordu yeni şekliyle henüz denenmemiş olduğundan ve kış şartlarından dolayı harekât kapsamlı tutulmadı. Ulaşımın düğüm noktası olması sebebiyle, taarruz için Eskişehir seçildi. Yunan târihinde yazdığına göre, birliklere Bozüyük ve İnönü'ye doğru hareket emri verilmiştir. Görev tamamlandıktan sonra, kolordu tekrar üstlerine geri dönecektir.[216]
Savaşta Türk ordusunda 12.000 askerin elinde 6.000 tüfek, 50 makineli tüfek ve 28 sahra topu vardı. Saldıran Yunanların 18-20.000 askerinin ise 12.000 tüfeği, 140 makineli tüfeği ve 72 sahra topu vardı.[217][218]
6 Ocak 1921 târihine kadar Uşak ve Bursa bölgesinde hazırlıklarını sürdüren Yunanlar, Türk-Batı Cephesi birliklerinin Çerkez Ethem Kuvvetlerinin Tenkili harekâtı ile meşgul olmasından da faydalanarak, İnönü-Eskişehir istikametinde taarruza başladılar. İsmet Bey ve Refet Bey, Ethem’e karşı yürütülen harekâtı durdurup Bilecik'e yöneldiler. 6-9 Ocak 1921 tarihleri arasındaki muhârebeler, örtme ve emniyet kuvvetleri harekâtı şeklinde cereyan etti. İnönü mevzilerindeki muhârebeler 10 Ocak 1921 târihinde başladı ve Yunan kuvvetlerinin taarruz çıkış hatlarına çekildiği 11 Ocak 1921 târihine kadar sürdü.
10 Ocak ikindi vakti tüm Türk yerleşimleri Yunanlar tarafından işgal edildi. Türkler yeni bir hatta doğru gerilediler. Türk birlikleri, bu yeni hatta Yunanların yeniden saldırmasını beklerken, Yunan birliklerin geri çekilmesi karşısında şaşırdılar. Maneviyatlarını yükseltmek için bir zafere ihtiyacı olan Türkler, Yunanlara karşı ilk zaferlerini kazandıklarını ilan ettiler.[219]
“ | Miralay İsmet Bey, bir taraftan ricat emri vererek çekilir iken, diğer taraftan Yunanlar da geri çekilmeye başlamış; İsmet Bey Yunanların ricatini haber alınca, geri dönerek ricat eden düşmanı takibe koyulmuş ve Mustafa Kemal'e de, düşmanın ricat ettiğine dair telgraf çekmiş. Bu telgraf hepimizi sevindirdi.[220] | ” |
— Kılıç Ali |
“ | Ben bütün harekâtı, yaptıklarımı ve umumi hatlar üzerindeki cephe gerilerini ve halen kuvvetlerin son vazifelerini, velhasıl kafamda topladığım bütün raporumu okuyordum. Düşmanın umumi ricat halinde olduğunu ve halen durumun devamında savaş halinde oyalayıcı bir hareket olduğunu söylemiştim. Bu haberim üzerine derhal şu emir verildi: “Çabuk kıtaya yetişin. İkinci emre kadar oldukları yerde kalacaklardır.”[221] | ” |
— Vecihi Hürkuş, 10 Ocak 1921 |
Yunan ordusu bu savaşta 51 ölü, 130 yaralı zâyiât verirken[222] Türk kayıpları ise 121 ölü, 97 yaralı ve 34 er esir olmak üzere toplam 252 kişidir.[223] Türk tarafı, her ne kadar sürekli geri çekilmiş olsa da, Yunan kuvvetlerinin Eskişehir yönünde ilerlemesini durdurmuş olduklarını ileri sürerek savaşı, kesin bir zafer olarak tanımlamaktadırlar. Yunan tarafı ise, harekâtın zaten sınırlı hedefli olduğu ve planlanan hedeflere ulaşıldığı gerekçesiyle bunu reddetmektedirler. Bu tartışmalar günümüzde de sürmektedir.
Savaşı, Türk tarafının zaferi olarak değerlendiren çevrelerde ileri sürülen görüşler temelde, Türk tarafının belirli bir miktar malzeme kaybetmesine, bölgedeki demiryollarının imha edilmiş olmasına karşın, toprak kaybetmediği olgusuna dayanmaktadır. Yunan kuvvetlerinin geri çekilmesinin ise, plan ne olursa olsun, gerek Türk, gerek dünya ve gerekse de Yunan kamuoyunda, Yunan kuvvetlerinin zaferi olarak algılanmadığı ileri sürülmektedir. Çünkü, savaş sonrasında, kazanan tarafın, karşı tarafa iradesini kabul ettirdiği bir antlaşma yoktu.
Savaştan hemen sonra Türk tarafında durum bu şekilde değerlendirildi ve Ankara'da geniş çaplı kutlamalar yapıldı. Gerek Türk kamuoyu, gerekse de Türk Silahlı Kuvvetleri, muhârebeleri kesin bir zafer olarak değerlendirdi.
28 Kasım 1920'de Kont Sforza ve Lord Curzon bir görüşme gerçekleştirmişti. Bu görüşmede Curzon, İtalya'yı, kendilerine bilgi vermeden Ankara'ya silah satmakla suçlarken, Sforza çözüm için uğraştığını ve aksi bir durumun sadece Türkleri Ruslara yaklaştıracağını iddia ederek kendini savundu. Lloyd George, her ne kadar Sforza ile aynı fikirde olsa da Sevr'in zayıflamasına karşıydı. Fransız temsilci Leygues ise kalıcı barışı sağlamak için Sevr üzerindeki düzenlemelere açık olunması gerektiğini söyledi. Lord Curzon ise Sevr'in yeniden düzenlenmesi için öncelikle İstanbul ve Ankara hükûmetlerinden temsilcilerle görüşülmesi gerektiğini ifade etti. Konstantinopolis'ten, şartları açıkça şunu gösteren bir telgraf almıştı: "Mustafa Kemal, İstanbul Hükûmeti ile ortak hareket etmeye çok hevesliydi. Mustafa Kemal'in kaygısı, kısmen, büyük rakibi Enver Paşa'nın onun yerini alıp İstanbul'daki hükûmetin kontrolünü ele geçirmesinden endişelenmesinden, kısmen de Bolşevizm'in ilerleyişi hakkında gerçek bir güvensizlik ve endişe duygusundan kaynaklanıyordu." Londra'da İtilâflar, Sevr Antlaşması'nın revizyon şartları üzerinde anlaşamadılar ve Yunanistan'daki seçim sonuçları kesinleşene kadar tartışmayı erteleme kararı aldılar.[224][225]
Lord Curzon bir rapor hazırladı:[226]
“ | Boğazlar Komisyonu'nun Boğazların askeri koruması veya kontrolü ile hiçbir ilgisi yoktur. Sevr onaylandığında, Gelibolu Yarımadası'ndaki ve Marmara'nın kuzey kıyısındaki tüm kaleler ve bataryalar imha edilecek. Yegane birlikler Konstantinopolis'teki İtilaf Başkumandanı komutasındaki itilaf birlikleri olacak. Yunanistan ne şimdi ne de antlaşma onaylandığında Boğazlar'ın hakimi olamaz. Yunanların şimdi veya gelecekte İtilaf için bir tehdit haline gelmeleri veya Boğazları kontrol etmelerinin nasıl mümkün olduğu anlaşılamıyor. Eğer İtilaf İstanbul'dan çekilirse, anlaşma kendi yazarları tarafından bozulacak ve yeni bir durum ortaya çıkacak. Diğer durum İzmir'in öngörüldüğü gibi Yunanlara verilmemesi. Her iki durum da anlaşmanın tam bir revizyonunu gerektirir. Revizyonun yalnızca İzmir veya Boğazlar ile sınırlı kalmayacağı kesinlikle mutlaktır. Böyle bir revizyon, Mustafa Kemal'in önemli bir askeri faktör olarak ortaya çıkmasıyla her an karmaşık bir hal alabilir. Hatta şartları kabul etmek yerine onları dikte edebilecek bir konumda olabilir. | ” |
— Lord Curzon - 27 Kasım 1920 |
Konstantin'in dönüşüyle 24 Ocak 1921'de, Paris'te yeniden bir İtilâf toplantısı düzenlendi. Fransa Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Aristide Briand ile Lloyd George, Lord Curzon ve Kont Sforza yer aldı. Briand toplantıda Konstantin'in Yunanistan'a dönüşünden sonra İtilâfların artık kararlarını yeniden gözden geçirmek zorunda olduklarını vurguladı: "Yunan halkı İtilaf uyarılarını dikkate almamış ve İtilaf Devletleri Konstantin'i tanımayı reddetmişlerdi. Fransız kamuoyu, Konstantin yönetimindeki Yunan Hükûmeti'ni reddetme konusunda hemfikirdi." Ayrıca Sevr Antlaşması'nda bazı değişiklikler yapılması için baskı yapmaya hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Sforza, Briand'ın görüşlerini tamamen tasdik etti:" Benim fikrim, Türk meselesinin ancak Türklerin rızasıyla çözülebileceğidir. Yani Ankara'nın". Çünkü, İtalyan ticaretini ve firmalarını genişletmenin mümkün olduğu bağımsız bir Türkiye'nin tanınmasını umuyordu. Roma bunun için gerekenleri yapmaya hazırdı.[224] Lloyd, Yunanistan'ın Türklerin eline bırakılmaması gerektiğini söyleyerek bir şekilde Yunan çıkarlarından yanaydı. Lord Curzon ise Venizelos döneminde alınan İtilaf kredilerinin neredeyse tükenmek üzere olduğunu ve Konstantin'in herhangi bir yeni kredi alamadığını hatırlattı. Yunan ticareti etkilenmiş ve ekonomisi ciddi şekilde bozulmaya başlamıştı. Er ya da geç, en fazla birkaç ay içerisinde bir mali çöküş kaçınılmazdı. Kalıcı barış için her siyasi görüşün onayını almak önemliydi. Curzon, Sevr'de revizyona gidilmesini teklif etti. Curzon; İstanbul ve Ankara'dan gelen Türklerin, Yunanların ve İtilaf Devletleri temsilcilerinin katılacağı bir konferans yapılmasını önerdi. Böylece Lord Curzon, Ankara'nın resmi olarak tanınmasını sağlamış oldu.[227]
Paris'teki toplantı 29.01.21 târihinde sona erdi. 21 Şubat 1921'de Doğu Sorunu'nu gözden geçirmek için Londra'da yeni bir özel konferans düzenlemeyi kabul ettiler. Konferans yapılması teklifi bizzat İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'dan geldi.[228] Lloyd George, Ankara'nın konferansa resmi olarak katılması teklifini reddetti. Ankara'nın, İstanbul hükûmetine dahil olarak konferansa katılmasını istedi. Ancak Sforza Türk liderini kendi inisiyatifiyle Londra Konferansı'na katılmaya davet etti.[229]
Konferanstan önce 18 Şubat 1921'de İngiliz Kabinesi, Konferansın ana hatlarını tartıştı. Yunanistan'ın İzmir'den tamamen çekilmesi ve yalnızca özel bir uluslararası jandarmaya sahip yerel bir Hristiyan hükûmetine bırakılması fikri sıcak bir şekilde desteklendi. Montagu, Trakya'nın da Türklere geri verilmesi gerektiğini savunurken Başbakan Lloyd George şöyle dedi: "İzmir'in Yunan işgalinden büyük ölçüde biz sorumluyduk. Mesele İzmir'in Yunanistan'ın mı yoksa İtalya'nın mı eline geçeceğiydi. Bu nedenle İzmir için özel bir sorumluluğumuz var." Lloyd George'un kendisi, Türklere karşı bir Yunan saldırı girişiminden yanaydı. Her bakımdan Yunan ordusunun cephede üstün durumda olduğunu düşünüyordu. Fakat Lloyd George, Yunanistan'ı desteklemek yerine sadece dostane tavsiyeler vermekle yetindi. Bu yaklaşım, yanlışlıkla, Yunan Hükûmeti tarafından, Türklere yapılacak bir saldırı durumunda İngilizlerin kendilerini desteklemeye devam edeceği izlenimine kapılmalarına neden oldu. Ancak Yunanistan'a herhangi bir ekonomik yardım yapılmadı.[230]
Lord Curzon, Türk heyeti Londra'ya gelmeden önce, Yunan heyeti ile görüşülmesini önerdi. Yunanlar şu anda Küçük Asya'da hangi güçlere sahipler ve bu güçler ne ölçüde artırılabilir; mevcut mali durumları ve savaşı ne kadar sürdürebilecekleri ve bu kaynaklar sona erdiğinde, hangi adımları atmayı teklif edecekleri ve ayrıntılı savaş planlarının öğrenilmesini istedi. Böylece askeri uzmanların bulunacağı bir toplantı yapıldı. Toplantıda Lord Curzon, Yunan birliklerinin hangi noktaya kadar ilerlemeyi düşündüklerini sordu. Yunan albay Sariyannis, 'ilk aşama olarak Ankara'ya kadar' dedi. Yunan Hükûmeti her an bu harekâtı başlatmaya hazırdı. Kont Carlo Sforza şöyle dedi: "Yunan ordusu üç ay içinde Ankara'ya ulaşarak Mustafa Kemal'in güçlerini dağıtabileceğini söyledi; Ancak Yunan ordusu, Mustafa Kemal'in ordusuyla temas etmeden Ankara'ya ulaşırsa, Mustafa Kemal'in geri çekilmesi nedeniyle, şüphesiz çok ciddi bir durum ortaya çıkacak. Bu Napolyon'un Rusya seferine benzeyecektir." Fransız general Henri Gouraud da şöyle dedi: "Yunan ordusunun 600 kilometrelik bir mesafeyi katetmesinin zorluklarını vurgulamaya gerek yok. Fakat Türklerin geri çekilmesi durumunda tam olarak ne olacak? Hâlâ kendi ülkelerinde olacaklar ve zorlanmadan dağılabilecekler, bunun sonucunda Yunan ordusu kendisini çok kritik bir konumda bulacaktır." Lloyd George ise geçen yaz Yunan birliklerin Bandırma ve Bursa'yı kolaylıkla ele geçirdiğini hatırlayarak neden Türklerin Kilikya cephesinde, Yunan cephesine göre çok daha iyi savaştıklarını merak etti. Fransız albay Georges, Yunan ordusunun şimdiye kadar sadece zayıf bir direnişle karşılaştığını söyledi.[231] Yunan heyeti son derece art niyetsiz olarak itilaflara ayrıntılarıyla Yunan Ordusu’nun analizini yapmış ve cephedeki taarruz planlarını anlatmışlardı. Lord Curzon, tüm Yunan stratejisinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. “Kim Türklerin Fransızlar ve İtalyanlardan bunları öğrenmediklerinin teminatını verebilirdi?”[232]
Konferansta Sadrazam Tevfik Paşa, söz sırası kendisine gelince, "Türklerin yaşadığı toprakların bütünlüğünün ve bağımsızlığının sağlanmasını, Türkiye'nin açık ve tam egemenliğinin tanınmasını, Boğazlar konusunda uluslararası bir antlaşmaya varılmasını" istedi ve "Ben sözü Ankara Milli Meclisi tarafından seçilen ve bu Meclis adına konuşmaya yetkili temsilcilere bırakıyorum" diyerek kendisi hasta olduğu için konuşma sırasını Bekir Sami Bey (Kunduh)'e bıraktı. Bekir Sami Bey, Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde Türkiye'nin tam egemenlik haklarından yararlanması gerektiğini, Merkez-i hilafet ve Türkiye'nin başkenti olan İstanbul'un güvenliğini tehlikeye atmayacak şekilde mutlak eşitlik temelinde İtilaf devletlerinin Boğazlar hakkındaki her türlü kararını kabul etmeye hazır olduklarını, İtilaf Devletleri tarafından diğer ülkelerdeki azınlıklar lehine tanınan hakların Türkiye'deki yerleşik azınlıklar lehine de tanınacağını söyledi. Ankara temsilcisi olan Bekir Sami Bey, ayrıca, Türk milletinin tek gerçek temsilcisinin TBMM olduğunu söyledi.[233]
Türk heyeti, Aydın bölgesi için geçmişte toplam Türk nüfusunun 1.296.595 ve Rum nüfusunun 230.711 olduğunu; Trakya'da ise 360.417 Türk, 224.680 Rum nüfus olduğunu belirtti. Yunan heyeti ise İzmir'de 504.000 Türk ve 505.000 Rum olduğunu; Trakya'da ise 345.198 Türk'e karşılık 365.278 Rum olduğunu savundu. Lord Curzon, Türk verisinin İzmir'in tamamına ait olduğunu Yunan verisinin ise sadece Yunan işgali altındaki bölge ile ilgili olduğunu söyledi. Kont Sforza ise İzmir'in Türkiye'ye ait olması gerektiğini varsayarak bunun diğer sorunları da kendiliğinden çözeceğini söyledi: "Ankara fanatizmini ayakta tutan tek şey Türk topraklarında yabancıların ve özellikle İzmir'in işgaliydi." Konferansta Fransa Başbakanı Aristide Briand, İzmir ve Doğu Trakya için bir soruşturma komisyonu kurulmasını talep etti. Briand ve Sforza, bu öneride Yunanları İzmir'den çıkarmanın bir yolunu gördüler. Böylece bundan sonra diğer sorunları çözmek kolaylaşacaktı. Türk heyeti araştırma komisyonu kurulmasını şartlı olarak kabul ettiği halde Yunan heyeti böyle bir soruşturmayı reddetti. Lord Curzon'un konferanstaki revizyon teklifi ise şuydu: İzmir bölgesi Türk egemenliği altında kalacak, ancak Hristiyan bir valiyle yerel özerkliğe sahip olacaktı. İstanbul tahliye edilecek ve Türkiye'de 'kalıcı Boğazlar Komisyonu Başkanlığı' kurulacaktı. Ancak bu teklifi Atina da Ankara da kabul etmedi.[234][235][236][237]
Lloyd George, Yunanistan'ın daha fazla zaman kaybetmemesi için teklife bir an önce cevap verilmesini istemişti. Bekir Sami Bey ise Mustafa Kemal'e zaman kazandırmak için, Ankara'ya ulaşmasının on dört gün süreceğini ve teklife cevabın gelmesi için on gün daha süreceğini söyleyerek 24 gün süre istemişti. Ayrıca Bekir Sami Bey, Musul'da İngiliz çıkarlarının korunacağına dair Lloyd George'a güvence verdi ve Musul'un kendileri için çok önemli bir yer olmadığını söyledi.[238] Yunanlar, İzmir konusunda taviz verecek durumda olmadıklarını kesin bir dille belirtmişlerdi. Kalogeropoulos, Yunan ordusunun Mustafa Kemal'i en kolay şekilde yenebileceğine inanmış görünüyordu. Bekir Sami Bey ise Türklerin Konstantin'i yeneceğine emindi. Lloyd George, daha önce birbirini yenebileceklerinden bu kadar emin olan iki savaşçıyı hiç görmemişti.[239] Lloyd George, Yunanların Türklere saldırmakta özgür olduğunu ve tam tersi Türklerin de Yunanlara saldırmakta özgür olduğunu ve konferansın böyle bir saldırıyı önlemek için herhangi bir düzenleme yapmadığını her iki tarafa da belirtmişti. Konferansın son günü, gerçek adil ve tarafsız bir savaş olması için, Türkler güçlenmeye devam ederken Yunanistan'ın da İtilaf Devletleri tarafından kısıtlanmaması gerektiğini söyledi.[240]
Londra'daki Konferansta Kemalistlerin İtalya Dışişleri Bakanlığı ile işbirliği yaptığı doğrulandı. 13 Mart'ta Sforza, Türk heyeti başkanı Bekir ile anlaşma imzaladı. Anlaşma İtalyan-Türk işbirliğinin ilkelerini belirledi. Altı maddeden oluşan antlaşma gereği İtalya, Anadolu'da geniş ticari imtiyazlar elde ederken dördüncü madde ile Trakya ve İzmir'in Türkiye'ye iadesine ilişkin tüm talepleri etkin bir şekilde desteklemeyi taahhüt etti. Beşinci madde ile de şu anda Osmanlı topraklarında bulunan tüm İtalyan birliklerini geri çekeceğine dair resmi bir güvence verdi.[241] Fransız Hükûmeti de Türklerle bir uzlaşmaya vardı. 10 Mart'ta Mösyö Briand, Türk heyetiyle, derhal esir değişimi, yeni bir Suriye sınırı ve Kilikya'da Fransa'ya ekonomik avantajlar sağlanması karşılığında Kilikya'nın Fransız askeri tahliyesini sağlayan bir ateşkes imzalamıştı.[242] Lloyd George ve Lord Curzon anlaşmaları keşfettiklerinde, hemen iki metni istediler. Yapılan antlaşmalar İngilizlerin tepkisini çekti ve iyileşmesi zor bir kriz başlattı. İngilizler, ortak hareket edilmesi gerektiğine inanıyorlardı.[243]
“ | Londra'ya gitmeden önce Fransa'da hukuk okumuş olan dönemin Yunan Başbakanı Nikolaos Kalogeropoulos, 16 Şubat 1921'de Cumhurbaşkanı Millerand ve Başbakan Briand ile görüşmek için Paris'e uğradı. Burada Fransa'nın çıkarlarının Ankara ile olduğunu ve Yunanistan'ın herhangi bir yardım almayacağını öğrendi. Kalogeropoulos, 18 Şubat 1921'de Londra'ya vardığında ve Lloyd George ile görüştüğünde, durumun çok ciddi olduğunu fark etti ve Gounaris'i acilen Londra'ya gelmesi için aradı. Ona yüksek sesle şunu söylemişti: "Edindiğim bilgi, Türklerin bizim sadece Küçük Asya'dan değil, Doğu Trakya'dan da ayrılmamızı talep edecekleridir."
21 Şubat'ta başlayan ve 12 Mart 1921'de sona eren konferansta, Fransa ve İtalya'nın, padişahı tamamen görmezden gelerek Kemalist Türkiye'nin yanında yer aldığı ortaya çıktı. Fransa, Kilikya'dan çekildi ve Türklere, Ağustos 1921'de Yunanlara karşı Sakarya savaşında kullanılan, büyük miktarda askerî teçhizat bıraktı, İtalyanlar ise Doğu Trakya ve İzmir'in topraklarının Türkiye'ye verilmesini destekleme sözü verdi. Nihai sonuç şuydu: Sevr Antlaşması'nın uygulanması ve geçerli olabilmesi için Yunanistan, Türkiye ile savaşı sürdürmek ve onları yenmek ya da İzmir'den ayrılmak ve Doğu Trakya'ya çekilmek zorundaydı. Atina'ya dönen Gounaris, savaşmaya karar verdi. Ve Eskişehir, Kütahya ve Afyon savaşlarının yapıldığı bahar taarruzu başladı.[244] |
” |
Bu tarihlerde Fransız basını da Trakya ve İzmir'in Türklere verilmesi gerektiğini yazıyordu. Gerek Fransa ve gerekse İtalya, Ege’nin iki tarafına yayılacak daha büyük bir Yunanistan fikrine karşı çıkmışlardır. Fransa’nın tepkisinin başlıca sebebi, I. Dünya Savaşındaki en büyük düşmanları olan Almanlar ile yakın akraba olan ve düşmanca tavırlar sergileyen eski kral Konstantin'in dönüşüdür. Suriye ve Ren'de İngilizler ile olan anlaşmazlıklar, ayrıca Türkler ve Müslüman bölgeler ile olan kültürel ve ticari faaliyetler de bunda etkilidir. Öte yandan İzmir işgali, Fransızların isteksizce göz yummak zorunda kaldığı bir girişimdir. İtalya ise zaten en başından beri büyük Yunanistan (Megali İdea) fikrine karşı çıkan bir devlet olmuştur. Bununla birlikte İngilizler, -Lloyd George'un Yunan yanlısı, Lord Curzon'un ise Türk yanlısı olmasıyla birlikte- Sevr Antlaşması’nın yeniden düzenlenmesinin diğer antlaşmalar için de kötü bir örnek teşkil edebileceğinden endişelenmektedir. Londra Konferansı, aslında Yunanlara karşı kesin şekilde Türk yanlısı politikalarını ilan eden ve bu nedenle Sevr Antlaşması'na karşı çıkan Fransız ve İtalyan talepleri doğrultusunda, Sevr'in yeniden düzenlenmesi için gerçekleştirilmiştir. 9 Mart 1921 tarihli bir haber Türk-Fransız anlaşmasının çoktan hazır olduğunu duyurmaktadır. Mayıs 1921'de ise İtilâf, Türk-Yunan savaşında tarafsızlıklarını resmen ilân ettiler.[245][246][211]
“ | Fransız Büyükelçi, Yunan saldırının bugün başlayacağını belirtti ve ardından bana tahminlerini verdi: "Mustafa Kemal ne Eskişehir'de ne de o civarda Yunanlarla savaşmayı tasarlamadı. Böylece Yunanlar başlangıçta kansız bir zafer elde edecekler. Mustafa Kemal Ankara'ya çekilecek, kuvvetlerini orada toplayacak ve ardından Yunanları gerilla savaşıyla taciz edecek. Bu şekilde, savaş, üzüntü vermeyecek şekilde aylarca uzayacak."[247] | ” |
— Lord Curzon - 23 Mart 1921 |
Zaman ve mekan Türklerden yanaydı. 15 Mayıs 1919'dan beri geçen her gün Türkiye'nin lehine ve Yunanistan'ın aleyhineydi. Gün geçtikçe Türklerin gücü artıyordu. Rusya ile dostane bir ittifak yapmışlardı ve şimdi Fransa bile onlarla anlaşmaya çalışıyordu. Kilikya'daki Türk kuvvetleri yakında Batı cephesini güçlendirmekte özgür olacaktı. Gittikçe daha fazla silah ve savaş malzemesi yağmaya başladı. Yunanların bu en iyi şanslarını kaçırmamak adına kaybedecek bir anları bile yoktu.[248]
Londra Barış Konferansı’ndan bir sonuç çıkmaması ve İtalya ile Fransa'nın sert şekilde Türk yanlısı politika göstermeleri üzerine, isteklerini zorla Türklere kabul ettirmek isteyen Yunanlar, Bursa üzerinden Eskişehir’e, Uşak üzerinden Afyon’a doğru 23 Mart 1921'de saldırıya geçtiler. Asıl amaçları Türk ordusunun ikmâlini durdurmak amacıyla Eskişehir-Afyon-Kütahya demiryolu hatlarını ele geçirmekti. 27 Mart 1921'de Yunan birlikleri İnönü mevzilerine ulaştılar.
Yunanlar, Bilecik’i, İnönü’de Metris Tepe’yi ve Uşak’ı ele geçirmeleri üzerine, TBMM Muhafız Taburu cepheye gönderildi. Böylece güçlenen Türk kuvvetleri karşı saldırıya geçerek Yunan saldırısını püskürttü. Bölgede faaliyet yürüten Fransız demiryolu şirketi de 28 Mart gece yarısından itibaren asker ya da savaş malzemesi taşıyan hiçbir vagonun hareket ettirilmemesini emrederek Yunanların ikmal yapmalarını engellemiş ve Yunanları geri çekilmeye zorlamıştır.[249][250] Böylece 1 Nisan 1921’de Yunan ordusu Bursa’ya çekilmeye başladı. Sonuç olarak Yunanlar İnönü’de ikinci kez yenildiler.
“ | Sabahın üç buçuğuna doğru kapı açıldı. İçeriye Binbaşı Şemsettin Bey girdi; haber onda idi. Yüzü birdenbire en vahim bir haberin karşısında olduğumuzu anlamaya kâfi geldi. Bütün kanı çekilmiş, gözlerinde getirdiği haberin yası, içeri girdi. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında oturduğu masanın üstünden telgrafı uzattı. “Okumaya lüzum yok. Harbi kaybetmişiz.” Size o anda nasıl bir sessizliğin oda içinde hüküm sürdüğünü tarif etmek müşküldür. Başlarımız eğildi. Daha işitmediğimiz haberin fecaatini ve bu vaziyetten doğacak felaketi düşünüyorduk. İsmet Paşa, “Geri çekilin, yenildik!” emrini vermişti. Durum gerçekten feci idi. İsmet Paşa ricat emrini verdikten sonra, kendisi de karargahıyla cepheden uzaklaşmıştı. Halbuki o sırada düşman da geri çekilmeye başlamıştı. Fevzi Paşa, o esnada Yarbay Naci’ye “Ricat edilmeyecek, derhal düşmanı takibe başlayacak ve durumdan sık sık beni haberdar edeceksiniz” emrini verdi. | ” |
— Hamdullah Suphi Tanrıöver, 1 Nisan 1921[251] |
“ | "Milletin makus talihini yendiniz" şeklindeki telgraf için bizzat Hamdullah Suphi Bey'le 1951'de görüştüm. Manisa Milletvekili, bu telgrafı kendisinin yazdığını ve Mustafa Kemal'e imzalatmış olduğunu bana söylemiş ve hatta bu hususta bir yazı da neşretmiş olduğunu ilave eylemiştir. | ” |
— Ali İhsan Paşa[252][253] |
“ | İnönü muharebesi kumandadaki hata ve idâresizlik yüzünden fenâ bir vaziyet almış, nihâyet ricat (geri çekilme) emri dahi verilmişti. Ankara'da fena halde telaş başlamıştı. Genelkurmayın kullandığı ziraat mektebinde Mustafa Kemal Paşa durumu telgraf başında izliyordu. Hamdullah Suphi ve diğer bazı arkadaşlar da yanındaydı. Yunan ordusunun da geri çekilmekte olduğunu haber alan İsmet Paşa, bunu diğer bir telgrafla Mustafa Kemal Paşa'ya bildirmişti. Hamdullah Suphi Bey, cephe kumandanının moralini yükseltmek için, gelen bu telgrafa taltifkâr bir cevap verilmesini Mustafa Kemal Paşa'dan rica edince, o da telgrafı Hamdullah Suphi Bey'e vererek “Alınız, istediğiniz gibi bir cevap yazınız, gönderelim.” demişti. İşte o dillere destan olan meşhur telgraf bu suretle Hamdullah Suphi Bey tarafından yazılıp Mustafa Kemal Paşa'ya imza ettirilerek çekilmiştir. | ” |
— Ali Kılıç[254] |
Savaştaki Türk kayıpları toplam 3.875, Yunan kayıpları ise toplam 4.138'dir.
Konstantin, İstanbul'un Fethi'nin yıldönümü olan 29 Mayıs 1921'de İzmir'e geldi ve Türk direnişini tamamen kırıp Ankara'yı işgâl edecek büyük bir askerî harekât düzenlenmesi kararlaştırıldı.[255] İngilizler harekât yapılmadan önce bir arabuluculuk teklif ettiler. Fakat Konstantin bu öneriyi reddetti ve Konstantin'in bu hareketi Londra'da hoş karşılanmadı.[256]
1921 Temmuz'unda başlayan Yunan saldırısından önce İstanbul'daki İtilaf birlikleri başkumandanı İngiliz General Harington diplomatik bir çaba başlattı. Haziran 1921'de İnebolu'ya gelen İngiliz subaylar Türklere verilmek üzere askeri ve ticari malzeme getirdiler ve cephane getirmeye devam edeceklerini belirttiler. Bu durumun Harington'un iyi niyetine işaret olarak kabul edilmesini rica ettiler. Karşılığında ise Türklerin elindeki İngiliz esirlerin bir iyi niyet gösterisi olarak serbest bırakılmasını istediler. Bu yapılırsa Malta'daki Türk esirlerin de serbest bırakılacağını söylediler.[257]
Yunan ordusu, tıpkı Türk Ordusu gibi, Kuzey ve Güney Cephe’den oluşmaktaydı. Kuzey Cephe 33.000 askerden oluşuyordu. Güney Cephe ise yaklaşık 60.000 askerden müteşekkildi. Yunanların ayrıca Uşak’ta 11.000 ve Bursa’da 5.000 askeri vardı. Yunanlar Kütahya-Altıntaş civarındaki Türk ordusunu zayıf olan güney kanadından yok etmeyi ve sonra Eskişehir'e ilerleyerek Türk ordusunu kuşatmayı hedeflediler.[258]
Buna göre kuzeyden güneye doğru sırasıyla:
Birlikler genel olarak 19 Temmuz 1921’de harekâta başlayacaklardı. Genel olarak Yunan ordusunda 30 bin kişiden mürekkep 4 tümen kuzeyde, diğer 60 bin kişilik kuvvetler ise güneyde konuşlanmıştı. Buna mukabil Türk ordusundaki 18 tümenin 13'ü kuzeyde, geri kalan 5 tümen ise güney hattındaydı. Mevcudu 122.131 kişi olan Türk ordusunun 90.000'i cephede, 30.000'i ise geri hizmetteydi.[259][260]
Yunanlar tarafından İzmir-Afyon-Kütahya-Eskişehir-Ankara demiryolu hattı sayesinde ikmal ve taarruz yapılması da epey kolaylaşacağı için taarruz yönü olarak Güney cephesi seçildi. Ancak İsmet Paşa Yunanların yine kuzeydeki İnönü istikametinden Eskişehir'e doğru saldıracaklarını düşünmesi ordunun güney kanadının zayıf kalmasına neden oldu. Zira düşmanın asıl taarruzu Altıntaş ve Afyon üzerinden yapılacaktı.
“ | İki haftadan beri düşman taarruzu devam ediyor. Düşmanın kısm-ı küllisiyle ordumuzun sol cenahını çevirmek üzere yaptığı tarruzlar Altıntaş'ın gerek kuzeyinde, gerek doğusunda dört gün, dört gece devam eden kanlı muharebelerle durdurulmuş ve ordumuz yeni bir toparlanmaya sevk edilmişti. Seyidgazi ve Eskişehir hattında, sol cenahta beş gün, sağ cenahta iki gün devam eden muharebatta düşman bütün kuvvetini toplamış ve başlangıçta sağ cenahımız düşmanı muvaffakiyetle Eskişehir'e kadar atmış idi. Ancak soldan yapmış olduğu tazyik üzerine ordumuz Eskişehir'in doğusuna çekilmiştir. | ” |
— Fevzi Çakmak, 23 Temmuz 1921[261] |
10 Temmuz’da Yunan saldırısı İnönü-Eskişehir, Afyon ve Kütahya hattında geniş bir cephede başladı. Bu durumda Mustafa Kemal Paşa fazla kayıplar verilmeden ordunun Sakarya Irmağı'nın doğusuna çekilmesine karar verdi. Ordu, Sakarya’nın doğusunda toparlanmaya başladı. Yunanlar da Sakarya Irmağı kıyılarına kadar ilerlediler. Yunanlar Sakarya Irmağı'nın batı tarafında durdu, yeni bir saldırı için hazırlıklara başladı.
Ali İhsan Paşa: "Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa, düşman taarruzlarına karşı ihtiyat kuvvetlerini yine yanlış kullanarak, 'Düşman sağ cenahımıza karşı kuşatma yapacaktır' diye kendi fikrine saplanmış, Yunanların sol cenahtan yaptıkları kati taarruz hareketlerini önleyememiş ve koca ordu, perişan bir halde, Sakarya gerisine çekilmiş, çekilmiş değil, adeta başı boş halinde çözülmüştü. Mustafa Kemal Paşa'nın Tevfik Bey'e not ettirdiği emir şu idi: "Dağılan ordu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde toplandıktan sonra Sakarya'nın doğusuna kadar çekilecektir." Bu emir üzerine tahminen 90.000 kişilik Garp cephesi ordusundan ancak geri kalanlardan yine tahminen 17.000 kişi kadar bir kuvvet toplanarak Sakarya'nın doğusuna gidilebildi ve orada ihzar edilen mevzilere yerleştirildi."[262]
İsmail Habib'in hatıraları da şöyleydi:
“ | Kral Konstantin, biz kuzeyden üçüncü bir İnönü Muharebesi'ni düşünerek tertibat alırken, düşman bizi güneyden ve Altıntaş tarafından yaman bir şekilde vurdu. 21 Temmuz Perşembe günü Eskişehir de elden gidince, ayaklarımızın altında vatan toprağının sallandığını hissediyor gibi olduk. 24 Temmuz'da Fevzi Paşa, Büyük Millet Meclisi'nde beyanatta bulunarak, artık Ankara'nın da boşaltılması lazım olduğunu bildirdi... Fakat 5/8/1921 Cuma günü, Başkumandanlık Kanunu kabul edilerek Mustafa Kemal kumandayı eline aldı ve ordunun Sakarya gerisinde toplanmasını temin ile bir ay sonra Sakarya zaferi için düşmanla çarpışmaya başladı. | ” |
— İsmail Habib[262] |
Yunan ordusu Kütahya-Eskişehir Muhârebeleri’nde 1491 ölü, 6472 yaralı, 110 kayıp olmak üzere toplam 8.073 kayıp verdi.[263] Türk ordusu ise 55.000 asker kayıp verdi. 1643 ölü, 4981 yaralı, 374 esir savaşta kaybedilirken, 48.000 asker ise geri çekilme esnâsında silahlarıyla birlikte firâr etmişti.[264][265][266]
23 Temmuz'da Yunan taarruzu üzerine TBMM'de meclisin Kayseri'ye nakli tartışıldı.
TBMM 24 Temmuz 1921'de bir oylama yaparak hem askere moral vermek hem de tahkikat yapmak amacıyla cepheye 15 kişilik bir tahkik heyeti gönderilmesini kararlaştırdı.[267] Sinop Mebusu Rıza Nur, Karesi Mebusu Vehbi ve İzmir Mebusu Mahmut Esat Beylerden oluşan heyet cepheden dönüşte TBMM'de 2 Ağustos 1921'de şunları belirtti:
Meclis Raporu[268]
- Zâbitân ve efrâdın mâneviyatını pek yüksek bulduk. Bu bir hakikat-i mahzdır. Fakat bunun yanında diğer bir şey gördük. Maatteessüf ordu ricat esnasında bazı aksâmını zâyi eylemiştir. Adet kâfi derecede değildir. İyi bir ordu, esas bir çekirdek mevcuttur. Bir esas, bir çekirdek tamamiyle mevcuttur. Bizim aralarına girmemiz efrâda, zâbitâna cidden, hakikaten hüsn-ü tesir hâsıl etmiştir. Bunu orada bilfiil anladık. Bizim tarafımızdan onların unutulmadığını gösterdi ve bundan çok istifâde gördük.
- Askerin bir defa çarığı yoktur. Bazı mıntıkalar vardır ki su yoktur. Asker susuz kalmıştır. Efrâdın mataraları eksiktir. Kurbaları yoktur, eksiktir, fıçı yoktur. Bu teşkilât mevcut değildir. Ordunun %20 nisbetinde süngüsü yoktur. Süngü yapmak güç bir şey değildir. Sonra süvari var, kılıncı yoktur. Kılınçsız süvari bir şey yapamaz. Halbuki memlekette pala, yatağan doludur. Ricatlar, bir manevra usulü yapıldığı gibi, bir de mecburî olur. Bizde bu iki kısım memzuç (bir arada) gibidir. Fakat icbarî (zorunlu) kısmı diğer kısmına galiptir.
- Diğer âmiller ve sebeplerden birisi de geri hizmetin iyi yapılmamasıdır. Bu da en ziyade Müdafaa-i Millîye Vekâletine (Fevzi Paşa'ya) taalluk eder. Müdafaa Milli bugüne kadar uyku uyumuştur. Vazifesini bihakkın yapmamıştır. Ne iâşesini (beslenme) ve ne levâzımını (lüzumlu işler) yolunda yapmamıştır. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye kifayeyetsizlik (yetersizlik) göstermiştir. Kifayetsizlik kemmiyeten (pek çok) mevcuttur. Çünki Müdafaa-i Milliye Vekili bugün üç vazife ile mükelleftir. Birisi Müdafaa-i Milliye, ikincisi Erkân-ı Harbiye-i Umumiye, diğeri kabine riyasetidir. Niçin üç iş bir kişide toplanmıştır?
- Bütün Avrupa matbuatı bar bar bağırıyorlar, Yunan kralı geliyor, hücum edecek, yine azamî tedbiri yapmamıştır. Meselâ taarruz başladıktan sonradır ki, Maraş tarafından dokuzuncu, beşinci tümenleri getirmeye başlamıştır. Bunu daha evvel getirebilirdi. Hatta harbin yoğunlaştığı cenahta (güneyde) bir veya iki tümenimiz ihtiyatta buluna idi, harpte biz galiptik. Bugün bütün Türkiye'de düğün bayram olabilirdi. Halbuki bu emri düşman taarruzundan sonra vermişlerdir. Evvelce verebilirlerdi, mani yoktu.
- Uyku uyuyoruz. 15 gündür Müdafaa-i Milliye hiçbir şey yapmamıştır. Meselâ (rumî) 1300 doğumlular silâh altına alınıyorlar, dün emir vermişler. Bu emir daha evvel verilebilirdi. Niçin vermemişler? Bugün ordunun zâbit (subay) zâyiâtı, ki en mühim olan zâyiâttır, fazladır. Ordunun beş altı yüz zâbite ihtiyâcı vardır. İhtiyâcı kaçınılmaz haldedir. Bu zâbitleri bulmak için bugüne kadar teşebbüs yapılmamıştır.
- Buradan cepheye ekmek yollanmıştır. Bu ekmeği alan almış, üç binini alan olmamış. İntizamsızlığa bakınız, alan almış, üç binini alacak adam bulamamışlar. Bir hafta orada bekledikten sonra tekrar buraya gelmiştir ve küflenmiştir. İşi görünüz, nasıl gidiyor. Tekâsül (tembellik) Müdafaa-i Milliyede bütün dehşeti ile mevcuttur.
- Silâhın bir kısmını biliyorsunuz ki, bedava aldık, Ruslar bol bol verdiler. Cephâne ve silâh tedârikinde bir âciz mutasavver değildir. Diğer taraftan satın almak için menbâ da vardır, İngiliz karargâhının kumandanının yâverleri; bol bol silâh satıyorlar. Kumandan da demek müşterektir. Yüzlerce mitralyöz (makineli tüfek) ve binlerce tüfenk satılıyor. Şimdi o adamlar teklif ediyorlar. Parayı veriniz, size istediğiniz noktada teslim edelim. Meselâ İnebolu'ya, güzelce İngiliz gemisiyle almışlar. Her şeyden evvel bunlardan alınmalıdır.
- Biz (TBMM) Ankara'yı terk ettiğimiz vakitte Konya ile aramız kesilecektir. Ya nakliye vâsıtaları? Demek ki Ankara'dan ayrılırsak kaynaklarımız kuruyacaktır. Bunun halkta aksi tesiri olacaktır. Halk ümitsizliğe düşecek, meyus olacaktır.
- Asker vazifesini bihakkın ifâ etmiştir ve arslan gibi döğüşmüştür. Fakat buna mugâyir, idarede mi yoksa nerededir, bazı hatalar olmuştur ki ric'ate tesir eden esbâb sırasına geçmiştir. Eğer biz bu yolda faaliyete geçersek, ordunun noksanlarını âcilen ikmâl edersek, bu ordu düşmanı Sakarya vadisinde parça parça yapar. Fakat eğer bunu yapmazsak tehlike muhakkaktır.
5 Ağustos'ta Sinop Mebusu Rıza Nur ve 8 arkadaşının imzası ile teklif olunan Başkumandanlığın TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa'ya tevcihi hakkındaki kanun 183 mebustan 169'unun oyları ile kabul olundu.[269]
Tahkik heyeti raporu üzerine ilk iş olarak ordunun gereksinimlerinin sağlanması için 7-8 Ağustos 1921'de Tekâlif-i Milliye Emirleri (Ulusal Yükümlülükler) yayımlandı. Tekâlif-i Milliye emirlerinin uygulanmasında çıkacak aksaklıkları ortadan kaldırmak için çeşitli yerlerde İstiklal Mahkemeleri açıldı.
“ | "Bugün memleketimizin hakikî menfaatini temin edecek gündeyiz. Biliyorsunuz Fransız murahhasiyle müzâkere cereyan ediyor, İngilizlerle İstanbul'da temasımız vardır. Kars'ta Ruslarla konferans devam ediyor. İtalyanların mürâcaatı vardır. Size arzederim ki, gayet kuvvetli bir cephe ile Yunanların karşılarına çıkmazsak, yemin ederim ki, hepsi teması keser ve çantalarını alır giderler." | ” |
— Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, 11 Ağustos 1921[270] |
“ | Karar mucibince Meclîsi Âlî (TBMM) Kayseri'ye nakil olunacaktır. Düşman şimdilik faaliyetini tatil etmiştir. Fakat düşman yakında yine harekete başlayabilir ve bu harekât on beş günde Ankara'yı yine tehdid edebilir. | ” |
— Müdafaa-i Milli Vekili Fevzi Paşa, 22 Ağustos 1921[271] |
28 Temmuz 1921’de, Kral Konstantin’in başkanlığında Kütahya’da Savaş Kabinesi toplandı. Türk ordusunda bir çözülme görülmesiyle birlikte yok edilemediği ifade edilerek ordunun Ankara’ya doğru taarruza geçmesi kararlaştırıldı.[272] Yunan ordusu 22 Temmuz-11 Ağustos arası 20 günlük bir hazırlıktan sonra "Tuz Çölü" olarak adlandırdıkları bozkırı kat ederek Sakarya'ya ilerlemeye başladı. Türk ordusundaki 16 tümene karşılık Yunan ordusu 9 tümenden oluşuyordu.
Batı Cephesi'ndeki toplam Türk kuvveti 6.855 subay, 122.186 asker iken, toplam Yunan kuvvetleri ise 5.500 subay ve 178.000 askerdi. 19 ve 20 Ağustos'ta Yunan birlikleri Sakarya'yı geçtiler. Savaşın başladığı tarih, 23 Ağustos 1921’dir. Türk Kurtuluş Savaşı tarihinde Subaylar Muhârebesi ve Melhame-i Kübra olarak da isimlendirilen muhârebe, 13 Eylül günü Yunanların Sakarya Nehri’nin doğusunu tamamen terk etmesiyle son buldu.
5 Ağustos'ta Başkumandan olan Mustafa Kemal Paşa, 12 Ağustos'ta Ankara Polatlı'daki Batı Cephesi karargâhına geldi. Derhal geriye kalan birlikler toplandı ve ordu intizâm altına alındı. Ankara istikametine doğru ardışık 4–5 km aralıklı üç savunma hattı oluşturuldu. Savaşta Yunanlar 1. ve 2. savunma hattını aşsalar bile 3. hattı asla aşamadılar. 23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Meydan Muhârebesi, Yunan ordusunun saldırısıyla başladı ve 22 gün-22 gece sürdü. Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Meydan Muhârebesi'nde orduya şu emri verdi:[273]
“ | Hatt-ı müdâfaa yoktur, sath-ı müdâfaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça bırakılamaz. Onun için küçük, büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir; fakat, küçük büyük her birlik durabildiği noktadan yeniden Yunan birliklerine karşı cephe teşkil edip muhârebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona uymaz; bulunduğu mevzide sonuna kadar durmaya ve direnmeye mecburdur. | ” |
Muhârebe yaklaşık 100 kilometrelik bir cephe üzerinde gerçekleşmiştir. Yunanların güneyden kuşatma harekâtı ile Türk ordusunun yönü başlangıçta batıya dönükken sonradan güneye dönmüş, arkasını kuzeye yaslamıştır. Denk kuvvetler nedeniyle kuşatma harekâtı başarısız olmuş ve mücadele karşılıklı siper savaşına dönüşmeye başlamıştır. 10 Eylül'de Türk ordusu bir karşı taarruza girişmiş, kanlı muhârebelerden sonra takviye ve ikmal sorunları yaşayan Yunan birlikleri 11 Eylül'de aşamalı olarak geri çekilmeye başlamışlardır.[274]
Ayrıca Türk ordusu süvari alayları ile Yunan ordusunun arkasına akınlar düzenleyip yıpratma girişiminde bulundular. Nitekim 27 Ağustos'ta üç Türk süvari alayı (Albay Fahrettin Altay komutasında) Uzunbeyli köyünde bulunan Yunan Ordu Karargâhına saldırdı. Uzunbeyli Köyü’nde General, Albay ve Prens George, kurmaylarının esir düşmeleri son anda önlendi. Savaştan sonra ise Fahrettin (Altay) köye uğradığında, köylülerden buranın Yunan ordusunun başkomutanlık karargâhı olduğunu öğrenmiştir.[275]
Subay | Er | Tüfek | Mak. Tüfek | Top | Uçak | |
---|---|---|---|---|---|---|
Türk Ordusu | 5.401 | 96.326 | 54.572 | 825 | 169 | 2 |
Yunan Ordusu | 3.780 | 120.000 | 75.900 | 2.768 | 286 | 18 |
Türk ordusu zâyiâtı 5.713 ölü, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp olmak üzere toplam 39.289'dur. Yunan Ordusu zâyiâtı ise 208’i subay 3.750'si asker toplam 3.958 ölü ve 19.163’ü yaralı ve 354’ü kayıp olmak üzere 23.475'tir.[277]
Sakarya’dan dönüşte Yunanlar, özellikle geri çekilirken Polatlı, Haymana, Sivrihisar, Mihalıççık, Mahmudiye, Çifteler ve Eskişehir merkez ilçesinde yolları üzerindeki köylerde veya kısa süre konakladıkları yerlerde cinayetler işlemişler, yolları üzerinde bulunan köyleri planlı bir şekilde yakmış ve imha etmişlerdir.[278]
“ | Sakarya Meydan Muhârebesinin son günü Mustafa Kemâl Paşa muharebeyi kaybettiğine hükmederek geri çekilme emri vermiş ise de Fevzi Paşa bunu sabahki vaziyeti gördükten sonra kumandanlara söylemeyi uygun bulmuş. Halbuki sabahleyin düşmanın geri çekildiği görülünce zaferin bizde kalması bu suretle temin olunmuş. | ” |
— Doğu Cephesi kumandanı Kazım Karabekir Paşa[279] |
Sakarya Muhârebesi sonunda İsmail Habip Sevük’e göre Türk ordusunun 1683 yılında II. Viyana Kuşatması’ndaki yenilgisinden beri süregelen çekilmesi sona erdi.[280][281] Bu savaş, Türk ordusunun son savunma savaşıdır.
Sakarya Muhârebesi sonrası geri çekilen Yunan birliklerinin toparlanmalarına fırsat vermeden geri püskürtmek ve çekilmeye zorlamak maksadıyla 1 Ekim'de Afyon Taaruzu başlatıldı. Fakat Türk taarruzu erken fark edilip karşı saldırılarla geri püskürtüldü. Böylece baskın harekâtı, bir meydan muhârebesine dönüştü. Bu muhârebede Türk ordusu 1700 asker zâyiât vererek savaşı kaybetti ve geri çekildi.
“ | İkinci Kolordu'dan aldığım zâyiât cedveline göre, dört tümenden toplam 1700 küsur kişi zâyiât var. 927 sandık cephâne, 3160 adet top mermisi sarfedilmiş ve 700 tüfenk kaybolmuştur. Düşmanın Akarçay kuzeyindeki üç tümeni karşısında iyi bir müdafaa yapamamışlardır.
İkinci Kolordu ile karşısındaki düşman mevzilerini gözden geçirdim. On gün evvel yapılan ve muvaffakiyetsizlikle ve büyük zâyiât vermekle neticelenmiş olan Afyon Muhârebesi hakkında, bu muhârebeye iştirak etmiş olanlara bazı sualler sordum. Düşmanın azami üç piyade tümeniyle çarpışmış olduklarını ve toplam beş piyade ve üç süvari tümenimizle bu düşmanı püskürtemediklerini, bilakis, 1700 küsur zâyiât vererek bu sırtlara kadar geri çekilmeye mecbur kaldıklarını izâh ettiler. Erlerden ziyade subaylarda ve kumandanlarda bıkkınlık ve ümitsizlik seziliyordu. Kolordu Kumandanı'nı bile neşesiz ve usanmış gördüm. Kurmay Başkanıma sordum: - Halit Bey, bu ne haldir? dedim. Fırka ve Kolordu Kumandanları'nın kendiliklerinden yapabilecekleri işler bile ihmâl edilmiş. Malzeme ve teçhizat yokluğuna bir şey yapamazlarsa da, elde mevcut şeyleri ıslâh etmek, tâlim ve terbiye ve zapt-u rapt eksiğini düzeltmeye çalışmak mümkün değil mi? - Paşam, efrâd durmuyor; kaçıyor; yeni gelenleri düzeltmeye uğraşıyoruz. Onlar da biraz yola gelince kaçıyorlar; başkaları geliyor. Başta Kolordu Kumandanı, Tümen Kumandanlarını desteklemezse, Tümen Kumandanları ne yapsın? O her akşam, çilingir sofrasını kurdurur; geç vakte kadar keyif çatar; sabah geç kalkar. Kolordu'nun fırkalarını, kıtalarını teftiş denilen şeyi, ilk defa bugün sizde gördük; cevabını verdi. Kemaleddin Sami'ye sordum:- 'Afyon tarafında yapılan muhârebede bir muvaffâkiyet ve Afyon'un zaptı aranıyorsa, neden ihtiyatta bulunan sizin Dördüncü Kolordu, o tarafa gönderilmemiş ve muhârebeyi bizzat cephe kumandanı (İsmet paşa) o tarafa giderek idare etmemiş?' - Bilmem, dedi ve güldü. |
” |
— Ali İhsan Paşa[282] |
28 Aralık 1921'de Yunan Deniz Bakanı Petros Mavromichalis, Londra'da bulunan Yunanistan Başbakanı Gounaris'e şu telgrafı çekti: "Paramız yok. Maliye Bakanlığı, Aralık ayı maaş bordrosu için herhangi bir ödeme yapabilecek durumda değil. Lütfen donanmanın Konstantinopolis ve İzmir'den çekilmesine izin verin, çünkü birkaç gün içinde tayfalara yiyecek tedariki bile imkansız olacak". Yaşanan ekonomik kriz nedeniyle, Yunan ordusunun gerekli silahlarla donatılması işlemi tamamlanamamış, hattâ askerlerin yeterli beslenmesi dahi sağlanamamıştı. Askerin morali bozuktu ve çok sayıda firar olduğu bildiriliyordu. Anadolu'yu tamamen tahliye etme fikirleri tartışılıyordu. Londra ve Paris, Yunanistan'ın mecburen talep ettiği yeni bir kredi vermeyi kesin olarak reddettiler. Yunanlar enflasyonu göze alarak çözüm için iç borçlanmaya gittiler. 1920'de 1 Pound, 25 Yunan drahmisine eşdeğerken 1922'de bu değer 425 drahmiye yükselmişti. Durumun zamanla düzeleceğine inanmak mümkün değildi. Hepsinden önemlisi Anadolu cephesinde Yunan birliklerin morali çok düşüktü.[283]
Yunan Hükûmeti, İngiliz diplomatik müdahalesi için yalvarıyordu. Lord Curzon ise Yunanistan lehine herhangi bir sorumluluk alma niyetinde değildi ve onların İzmir'den çıkarılmaları konusunda kararlıydı. Curzon, Yunan temsilcilerle yaptığı görüşmede şöyle dedi: "İngiltere'de, Türkiye ile barış yapmamız gerektiğini söyleyen ve Yunanistan için kendi çıkarlarımızı feda ettiğimizi savunan geniş bir görüş, hatta Hindistan'da daha da güçlü bir kesim var." Yunan Hükûmeti'nin ise onursuz bir geri çekilme emri veremeyeceği açıktı çünkü bu İzmir ve civarındaki Yunanların hayatlarını tehlikeye atmaktı ve yoğun bir iç muhâlefete neden oluyordu. Gounaris, Şubat 1922'de Curzon'a, 'Askerî takviye, savaş malzemesi ikmâli ve mâli yardım yapılmadığı müddetçe olası bir Türk taarruzuna karşı direnmelerinin zor olacağını' belirtmişti. Gounaris, Yunanistan'ın derhal ve tam bir geri çekilme emri vermesi gerektiği sonucuna vardı. Curzon ise diplomatik bir şekilde Anadolu'nun şimdilik tahliye edilmemesini istedi. Curzon, diplomatik bir çözüm bulununcaya kadar Yunanistan'ın Anadolu'da kalması gerektiğini söyledi. Gounaris Atina'ya şöyle yazdı, "Herhangi bir umut yok".[283][284]
İngiliz Dışişleri Bakanlığı, 'Parayı sağlayamayacağımız, onlara gerekli askeri malzemeleri de veremeyeceğimiz veya satamayacağımız açık' dedi. Batı Anadolu'dan tamamen Yunan çekilmesi İngiliz politikasıydı. Yunanistan artık Doğu Akdeniz'de güvenilir bir durumda değildi. İngilizler, Türkiye'yi yeniden bu pozisyonda yerleştirme politikasına sahipti. Curzon, Yunan temsilcilerle yaptığı görüşmelerin başından beri çok netti: İngilizler için barış önemliydi ve Yunan ordusunun İngilizler adına bunu sürdürecek konumda olmadığı açıktı. Curzon, uzun zaman önce, Yunanistan'ın Anadolu'nun daha geniş bir bölgesi bir yana, İzmir'de bile yeri olmadığına karar vermişti. Türklerin İzmir'de yalnız bırakılması gerektiğine dair inancında kararlıydı. Aynı zamanda İngilizlerin, Türklere destek veren İtalya ve Fransa gibi iki önemli müttefikinden ayrılamayacağı da bir gerçekti.[285]
Bu sırada hem Fransa hem de İtalya'daki hükûmet değişiklikleri nedeniyle konferans düzenlenmesi gecikmişti. Fransa'da Aristide Briand'ın yerini Raymond Poincaré aldı. Poincaré, yeni bir konferans yapmaya istekli değildi, "Fransa'daki kamuoyu şu anda konferanslara şiddetle karşı çıkıyor" dedi. Fransa'nın hiçbir yerinde Yunanistan'a sempati duyulmadığını ifade etti.[286]
Yeni bir İtilâf Konferansı nihayetinde Mart 1922'de Paris'te toplandı ve orada İtilâflar tarafından savaşan taraflara ateşkes teklif edildi. İtilafların Mart 1922 önerileri, Yunanistan için İzmir'in ve yanı sıra Doğu Trakya'nın yarısının kaybedilmesini içeriyordu. Bu müzâkerelerin sonucunda Yunanistan'ın Anadolu'dan tahliyesini tamamlaması için dört aylık bir süreyi, Gelibolu Yarımadası'nın İtilafların askerî işgâlinde tutulması ve İstanbul'un Türklere teslim edilmesini içeren bir öneri oldu. Bu sırada kabinenin Müslüman yanlısı üyesi Montagu, Hindistan Müslümanlarından ve Hilâfet savunucularından Türkiye lehine davranılması için gelen yoğun baskılar sonucu Curzon'un ve Lloyd'un izledikleri politikayı eleştiren bir protesto yayınladı. Bu Curzon ve Lloyd'u çileden çıkardı ve Montagu istifa etmek zorunda kaldı. Bu protesto en çok Türk yanlısı Fransızları memnun etmişti. İtilaf önerisini kabul etmeye hazır olan Yunan Başbakan Gounaris ise, karar Yunan parlamentosunda tartışıldıktan sonra gelen tepkiler üzerine istifa etti. Yeni hükûmeti kurma görevi Gunaris yerine Stratos’a verildi. Yunan Hükûmetini geçici olarak kurtaran yalnızca Mustafa Kemal Paşa oldu. Mustafa Kemal, İtilaf planını reddetti. Karşı önerisi, ateşkesin imzalanmasından sonra ve herhangi bir barış görüşmesi başlamadan önce Anadolu'nun tahliyesiydi. Gounaris Mayıs 1922'ye kadar görevde kaldı. Ancak Stratos hükûmeti de 17 Mayıs'ta güvenoyu alamayarak istifa etti. Neticede 22 Mayıs 1922’de Protopapadakis’in Başbakan ve Stratos’un İçişleri Bakanı olduğu bir koalisyon hükûmeti kuruldu.[283]
Venizelos, Anadolu'daki yerel Hristiyan nüfusun akıbetiyle ilgili endişelerini dile getirdi ve bölgenin yerel örgütlerin silahlandırılması ile korunabileceğini söyledi. Ancak Lord Curzon, Venizelos'un planını da reddetti. Bu tür çözümleri 'oldukça yanıltıcı' buldu. 25 Mayıs 1922'de General Papulas da istifa edince yerine Hacıanestis atandı. Hacianestis, başkomutanlığı 5 Haziran'da üstlendi ancak Anadolu cephesindeki kuvvetleri geri çekmek ve Trakya’daki kuvvetleri de elinde bulundurmak koşuluyla görevi kabul etti. Anadolu Ordusu’ndaki tümen ve kolordu komutanlıklarında da yeniden değişikliğe gitti.[287]
“ | 11 Haziran 1922'de Afyon şehrini gözleyen postalarımızdan aldığımız haberlere göre: "Yeni Yunan ordusu kumandanı Hacıanestis, Afyon'da Yunan birliklerini teftiş ederken, askerlerin "Bizi terhis ediniz; evlerimize dönmek istiyoruz. Mademki, bu zaptettiğimiz yerleri terkedip geri çekilecek imişiz; bizi daha ne tutuyorsunuz" diye kendisine bağırdıklarını ve asi bir tavır takındıklarını muhbirlerimiz duymuşlar. Haci Anestis, kıdemsiz bir general olduğundan diğer kumandanlar bu kıdemsiz generalin emri altına girmemeyi tercih eylemişler. Yunan Ordusu'nun Erkan-ı Harp Reisi Sariyannis de azil olunmuş."
Bu haberler üzerine, hemen 1. Ordu'ya "Yunan askerinin yeni başkumandanına karşı isyan edip terhis istediklerini, Yunan ordusunun içinden bozulmuş olduğunu, artık taarruz için bu fırsatın kaçırılmayacağını, ötede beride memur ve mezun olanların süratle celblerini ve kıtâlarımızın harekete hazır olmalarını" tebliğ ettim. |
” |
— Ali İhsan Paşa, 1. Ordu kumandanı[288] |
Ali İhsan Paşa'nın emekliye sevk edilmesi: I. Dünya Savaşı'nda, Sabis mevkiinde üstün İngiliz kuvvetlerini mağlup eden, aynı zamanda Irak cephesi 6. ordu kumandanı Ali İhsan paşa, Mondros Mütarekesi sonrası, İngilizler tarafından İstanbul'a çağrıldığı halde gitmeyip orduyu dağıtmayı geciktirdiği, yerli halktan milis taburları oluşturup silahlandırdığı, işgale karşı mukavemet hareketine sebep olduğu için İngilizler tarafından 1 Mart 1919'da tutuklanıp ilk Malta sürgününe gönderilen general olmuştu. Sürgünden dönünce, kendi isteği üzerine Batı cephesine tayin edildi.
İsmet Paşa'nın orduyu doğru idare edemediğinden muzdarip olan Ali İhsan Paşa, başlangıçta ordunun kuzey ve güney cephesi olarak iki kol halinde genelkurmay başkanlığına bağlı olmasını istediği halde, kendisi İsmet Paşa'dan kıdemli olsa da, askerî başarıları ve deneyimleri İsmet Paşa'dan ileride olsa da İsmet Paşa'nın emri altında görevlendirilmişti. Daha önceki Ali Fuat paşa ve Refet paşa gibi görevden alınan Ali İhsan paşa, önce İstiklal Mahkemesinde yargılandı ancak bir suç isnat edilemedi. Sonra Divan-ı Harp'te yargılandı. Fakat yine aleyhinde hiçbir suç bulunamadı. 22 Haziran 1922'de henüz 40 yaşındayken emekliye sevk edildi. Yerine Ali Fuat Cebesoy düşünülse de, İsmet paşa ile çalışmayı istemedi. Sonra Refet Bele'ye 1. Ordu kumandanlığı teklif edildi. O da İsmet Paşa'nın emri altına girmeyi reddetti. Son çare, açıkta bulunan Nureddin Paşa, 1. Ordu kumandasına tayin olundu.[289]
Ali İhsan Paşa konu hakkında şunları söyledi: "Birinci Ordu'nun kumandasını deruhte ettiğim günden beri askerlerin talim ve terbiye ve disiplin hususunda pek fakir olduklarını, bunların yetiştirilmeleri lazım geldiğini ve bu halledilmeden taarruz yapmanın zararlı olacağını her teftiş sonrası görmüş ve Cephe'ye acı bir lisan ile yazmış idim. Askerleri, dama taşı gibi oradan oraya oynatmaktan zevk alan Cephe Kumandanı (İsmet Paşa), bunların talim ve terbiye ile meşgul olmalarına vakit bırakmıyordu."[290]
15 Temmuz 1922'de Yunan İzmir Yüksek Komiseri, bölgeyi Türklerden korumak amacıyla İzmir bölgesinin özerkliğini ilân etti. Bu bir "umutsuz çaresizlik" eylemiydi. Fakat İtilâf Devletleri bu planı hızlıca reddettiler.[291]
Yeni kurulan koalisyon hükûmeti barışın teessüsü için son çâre olarak İstanbul'un işgâl edilmesini kararlaştırdı. Yunanistan’ın ekonomik ve askerî olarak 6 ay dayanacak hali bile kalmamıştı. Bu hayalci plan daha önce de gündeme gelmiş ancak son çâre olduğu düşünülerek ertelenmişti.[292] 23 Temmuz’da Başkomutan Hacianestis büyük bir gizlilik içinde Pire’nin Keraçini mevkiine gelmişti. Orada Averof Zırhlısı’nın içinde Yunan Başbakan ve Savaş Bakanı’yla bir araya gelerek, İstanbul’a doğru yapılması düşünülen harekâtın detaylarını görüştüler. Görüşmeler neticesinde harekâtın başlama tarihi olarak 29 Temmuz belirlendi.[293]
Yunanistan, 1922 yılı Temmuz ayı başından itibaren Doğu Trakya’daki birliklerini takviye etmeye başlamıştı. Başlangıçta 9700 asker (2 tümen) var iken Haziran başında 2 tümen daha eklenmişti. Anadolu'dan Tekirdağ'a gönderilen 25.000 asker ile, Trakya’da bulunan Yunan kuvvetleri 34.000 askere ulaşmıştı.[294] Yunanlar takviyeye devam ettiler. Planlanan mevcut 50.000 askerdi.[295] Anadolu’da savunmaya geçen Yunan birlikleri ağırlık merkezini Trakya’ya kaydırarak taarruz pozisyonu aldılar. İstanbul'daki toplam İtilâf askerleri ise 17.000 kişiydi (10 bin Fransız, 5 bin İngiliz, 2 bin İtalyan).
Bu askerî hareketlilik İngilizlerin dikkatinden kaçmadı. 21 Temmuz 1922 tarihinde İstanbul'da bulunan Yunan Askerî Heyeti Başkanı Albay Paallidas ile görüşen İngiliz General Harington, Yunanistan'ın planları hakkında bilgi almaya çalıştı. Yunan hükûmetinin Trakya'nın kaybedilmesinden de endişe ettiğini ifade eden Paallidas, yaptıkları takviyenin nedeninin bu olduğunu iddia etti. Harington, Yunanların İstanbul'u işgâli ile ilgili kararın ciddiyeti hakkında bilgi istedi. Fransızların ve İtalyanların açıkça Ankara'ya yardım ettiklerini ileri süren Paallidas, durumun, kendilerini "sert bir harekette" bulunmaya mecbur bırakacağını beyan etti. Paallidas, Türklerin, İstanbul'u savunmak amacıyla kurdukları gizli teşkilattan dolayı endişelerini de bildirdi. Harington, İtilâf işgâli altındaki İstanbul'un olası işgâline karşı önleyici tedbirler almaya başladı. İngiliz Savaş Bakanlığının da onayını almıştı.[296]
Bu işgâl planı İtilâf devletleri tarafından bir "hakâret" olarak değerlendirildi. Yunanların asıl amacı İstanbul'a yapılacak bir saldırı değil, yapılacak işgâl sonucu barış müzâkerelerinde çözümün hızlandırılması için İtilâflara baskı kurmaktı. Şüphesiz bu durum, müzâkerelerde Konstantin'in elini epey güçlendirecekti. İtilâflar ise herhangi bir saldırı durumunda Boğazları kapatacak ve tüm Yunan limanlarını ablukaya alacaklardı. Bu sırada Anadolu'daki Yunan Cephe hattı 713 kilometreye kadar genişlemişti. Yunan ordusunda çok sayıda firari vardı ve askerler terhis edilmek istiyorlardı.[297] Ayrıca bölünmüş bir Yunan ordusu, Türk taarruzu için can alıcı bir fırsattı. Trakya'ya gönderilen Yunan birlikleri geri getirilmemiş ve orada kalmışlardı. Bu tarihe kadar İtalyanlar ve Fransızlar; Antalya, İskenderun ve Mersin limanları üzerinden Türk ordusuna ikmal yapıyorlardı.
Bu sırada Türk dostu olarak bilinen İngiliz General Townshend Konya'ya gelmiş ve 24 Temmuz 1922'de Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüştü. İngiliz Milletvekili Green, İngiliz general Townshend'den Yunanların İstanbul'u işgâl etmesi halinde "Kemal barış görüşmelerine hazırdır" diye bir telgraf aldı.[298] General Townshend ile görüştükten sonra 27/28 Temmuz gecesi Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa taarruz kararı aldı ve hazırlıkların 15 Ağustos'a kadar tamamlanması kararlaştırıldı. Mustafa Kemal Paşa, 6 Ağustos 1922'de gizli olarak Batı cephesi ordusuna taarruza hazırlık emrini verdi.[299] Diğer taraftan 31 Temmuz 1922 tarihinde Yunan hükûmeti, İtilâf devletlerinden, Yunan ordusunun İstanbul'a girişine izin vermelerini talep etti. İtilâf devletleri talebi reddederek herhangi bir işgâle asla tolerans göstermeyeceklerini belirttiler. Fransa derhal İstanbul'a ilave 3 tabur asker sevk etti. Olası bir saldırı durumunda Harington, yaklaşık 20.000 Osmanlı askerini de Yunanlara karşı kullanacaktı.[300]
Başta Fransa olmak üzere İtilâfların kararlı duruşu İstanbul'un işgâline engel oldu. İngiliz cephesinde Lloyd George hâlâ Yunan yanlısı olsa da, Curzon'un bir barış antlaşması müzâkere etme girişimlerinin tüm mantığı, meseleyi zorlaştırmaya yönelik her Yunan girişimini reddetmek üzerine kuruluydu.[301] Lloyd George, İngiliz parlamentosunda 4 Ağustos'ta şöyle diyordu: "Biz orada olmasaydık, Yunanların birkaç saat içinde o başkenti işgâl edeceğine hiç şüphe yoktu. Sadece yüzüğü aralarında tutsaydık ve "İşte buradasın, hallet şunu" deseydik, başkente yürür ve onu alırlardı. Peki bunu kim engelliyor? İngiliz, Fransız, İtalyan birlikleri ve donanmaları."[302]
15 Ağustos'ta yapılması planlanan taarruz, hazırlıkların tamamlanamaması üzerine önce 20 Ağustos'a, sonra da 26 Ağustos'a ertelendi. 26 Ağustos 1922’de Mustafa Kemal’in başkomutanlığında Büyük Taarruz başladı. Batı Cephesi birlikleri, 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde Yunanlara karşı büyük bir zafer kazandı. İzmir’e doğru çekilen Yunanları izleyen Türk birlikleri, 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi.
Başkomutan Mustafa Kemal Yunan ordusuna kesin darbeyi indirmek için hızlı biçimde hazırlıklara girişti.
Sakarya Muharebesi ve ondan önceki muharebelerde Türklerin taarruza geçememesinin sebebi TBMM'nin yeterli güce ulaşamamasıdır. Fakat Mustafa Kemal Paşa'nın, Kütahya-Eskişehir muhârebeleri sonrası cepheye giden TBMM heyetinin raporu doğrultusunda ordunun ihtiyaçlarının giderilmesi için yayımladığı Tekalif-i Milliye emirlerinden sonra halkın desteğiyle ordu taarruz gücüne ulaştı.
27/28 Temmuz gecesi Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa taarruz kararı aldılar. 6 Ağustos 1922’de orduya gizlice taarruz için hazırlanması emri verildi. Mustafa Kemal Akşehir'e, Batı Cephesi Karargâhı'na gelerek komutanlarla toplantı yaptı. Toplantıda 26 Ağustos taarruz günü olarak belirlendi. Taarruz Afyon'un güneyinden Dumlupınar yönüne doğru baskın şeklinde başlayacak ve sonra da meydan savaşına dönüştürülerek Yunan kuvvetleri tümüyle yok edilecekti.
26 Ağustos 1922 sabahı saat 05.30'da Türk topçularının ateşiyle Kocatepe'den taarruz başladı. Başkomutan Mustafa Kemal de bu esnada taarruzu Kocatepe'den sevk ve idare ediyordu. Sıklet merkezi 1'inci Ordu'da olmak üzere, 1'inci Ordu güneyden, 2'nci Ordu kuzeyden taarruzla, harekât kısa sürede başarılı bir şekilde gelişti. Yunan savunma hattı parçalandı. 26/27 Ağustos gecesi Yunan mevzileri ele geçirildi. 27 Ağustos'ta Türk ordusu Afyon'u Yunan işgalinden kurtardı. Dumlupınar mevzilerine çekilen Yunan birliklerine karşı 29 Ağustos'ta taarruz eden Türk ordusu, 30 Ağustos'ta Yunan ordusunu tamamen kuşatarak büyük bir kısmını imha etti. Yunan General Yeoryos Hacıanestis'in yerine yeni tayin edilen I. Kolordu kumandanı Trikupis, askerlerinin savaşmayı reddetmesi üzerine, beraberindeki 4400 askeri ile birlikte esir düştü. Kütahya'daki Yunan ordusu temizlendi. Bu muhârebeyi Başkomutan Mustafa Kemal doğrudan kendisi yönettiği için bu zafere Başkomutanlık Meydan Muharebesi denir.
Başkomutan Mustafa Kemal’in 1 Eylül 1922’de, Türk ordusuna verdiği emrinin son paragrafı,
Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!
şeklinde 2 Eylül 1922 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayımlanmıştır. Yunan işgalindeki tüm yerleri tek tek kurtaran Türk ordusu 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi.
Birçok kaynağa göre, Yunan ordusu savaşın son kısmında Anadolu'dan çekilirken bir yakıp yıkma taktiği izledi.[303] Orta Doğu tarihçisi Sydney Nettleton Fisher'a göre, "Geri çekilme sırasında Yunan ordusu bir yakıp yıkma taktiği izledi ve öfkelerini savunmasız Türk köylülerinden bilinen her yolda çıkardı."[303] Norman M. Naimark'a göre, "Yunan geri çekilişi yerel halk için işgalden daha yıkıcıydı."[304]
James Loder Park, dönemin İstanbul ABD Konsolos Yardımcısı, Yunanların Anadolu'yu boşaltmasından hemen sonra bölgeyi gezdi ve İzmir'i çevreleyen, gezdiği yerlerdeki durumu ve 1922 Manisa yangını gibi olayları rapor etti.[305]
Kinross'a göre, "Bölgedeki kasabaların çoğu harabeye dönmüştü. Uşak'ın üçte biri artık yoktu. Alaşehir, yamaçları tahrif eden karanlık bir kavrulmuş boşluktan başka bir şey değildi. Köyün ardına köy, Yunan askerleri tarafından kül yığını haline getirildi. Tarihi kutsal şehir Manisa'daki 18.000 binadan sadece 500'ü ayakta kaldı."[306]
Geri çekilme sırasındaki Yunan vahşeti örneklerinden birinde, 14 Şubat 1922'de Aydın Vilayeti'nin Türk Karatepe köyünde, köy Yunanlar tarafından kuşatıldıktan sonra tüm sakinler camiye konuldu ve cami yakıldı. Ateşten kaçmayı başaran az sayıda kişi vuruldu.[307] İtalyan konsolosu M. Miazzi, Yunanların 60 kadın ve çocuğu katlettiği bir köyü ziyaret ettiğini rapor etti. Bu rapor, daha sonra Fransız konsolosu Captain Kocher tarafından doğrulandı.[308]
Johannes Kolmodin, İzmir'deki İsveçli bir doğubilimci idi. Kendisi mektuplarında Yunan ordusunun 250 Türk köyünü yaktığını yazdı.[309]
Büyük Taarruz'dan sonra Türk birlikleri Çanakkale Boğazı tarafsız bölgesinde İngiliz ve Fransız mevzilerine karşı ilerledi. 15 Eylül'de Lloyd George, Dominyonları (Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika dahil) krize asker katkısında bulunmaya çağıran bir telgraf gönderdi. Bir süre için Birleşik Krallık ve Türkiye arasında savaş mümkün görünüyordu, ancak Kanada; Fransa ve İtalya gibi savaşmayı reddetti. Fransa ve İtalya çoktan birliklerini çekme emri vermişlerdi. Fransa Başbakanı Raymond Poincaré, İtalya'nın da onayıyla, İngilizlere de, askerlerini Çanakkale'den çekmelerini tavsiye etti. Lloyd George tek başına kalmıştı. Derhal Atlantik donanmasını bölgeye çağırdı. Fakat göz ardı ettiği şey ise İngiliz kamuoyu savaş istemiyordu. İngiliz ordusu da bunu yapmadı ve olay yerindeki en üst düzey general Sir Charles Harington ve yüksek komiser Horace Rumbold, müzâkere edilmiş bir anlaşmaya güvendikleri için Türklere bir ültimatom vermeyi reddettiler: "Ülkemizin en son isteyeceği şeyin başka bir savaşa girmek olduğunu hissediyoruz. Doğu Trakya ve Edirne'nin Yunanlara mı yoksa Türklere mi ait olduğu sıradan bir insanın umurunda değil." Britanya'nın koalisyon hükûmetindeki Türk yanlısı Muhafazakarlar da, savaş çağrısı yapan Yunan yanlısı Liberal Başbakan Lloyd George'u takip etmeyi reddettiler. Lord Curzon, kabinenin, Türklerle savaşma planını onaylamadı. Dışişleri Bakanı, Mustafa Kemal'in itilaf birliklerine saldırmaya kalkışmayacağı kanaatindeydi.[310]
Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un hastalığı nedeniyle yokluğunda, Lloyd George'un, Türkiye'yi, savaş ilânıyla tehdit eden bildirisi tepkiyle karşılandı. İngiliz siyâsetinde, Liberal Başbakan Lloyd George, Yunan yanlısıydı ve savaş istiyordu; koalisyonun hükûmetindeki muhafazakar isimler ise çoğunlukla geleneksel olarak Türk yanlısıydı ve savaşı reddettiler. Ayrıca, İngiliz halkı Çanakkale krizi ve tekrar savaşa girme olasılığı ile alarma geçti. Dominyon Başbakanlarına danışmadan saldırı kararı alması ve dominyonların bunu reddetmesi Lloyd George'un altını oydu ve koalisyon hükûmetindeki konumu savunulamaz hale geldi. Diğer taraftan yenilen Yunan ordusu, 27 Eylül 1922'de kral Konstantin'i tahttan indirdi ve Yunanistan'da hükûmet yeniden değişti. Hiç şüphe yok ki bu beklenmedik gelişme, Helensever Lloyd George'a yeni bir umut verdi. Venizelos'un ilhamı altında hızlı bir Yunan canlanmasının desteklenebileceğini düşünüyordu. Buna tamamen karşı çıkan Lord Curzon, korkularını Austen Chamberlain'e şöyle yazdı: "Yunanların güvenilmez ve bence değersiz ittifâkını aramak sadece bu hükûmetin düşmesine neden olur. Ayrıca, tüm İtilâf birliğimizi de bir darbede yok edecektir."[311]
Lord Curzon, Raymond Poincaré ve Kont Sforza Doğu Trakya ve Edirne'nin Türkiye'ye verilmesini olumlu gördüklerini açıkladıkları bir not yayınladılar. Bu sırada Fransız General Charpy, Paris'ten gelen direktifler doğrultusunda Türklerin ileri sürdükleri tüm istekleri kabul ettiğini bildirmişti. Ve bu destekten cesaretlenen İsmet Paşa, talepler hemen kabul edilmezse, 6 Ekim'de Türk Ordusununun harekete geçeceğini bildirdi. Curzon 7 Ekim'de İtalyan ve Fransız temsilcilerle görüştü ve Doğu Trakya'nın Türkiye'ye verilmesi formülünde uzlaşıldı. Curzon, Başbakan Lloyd George'a rağmen savaşı engellemişti. Böylece 11 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi imzalandı.
Büyük Taarruz’un ardından Mudanya’da başlayan ateşkes görüşmelerine İsmet Paşa, Batı Cephesi komutanı olarak katıldı. Mudanya Mütarekesi’nin ardından İsmet Paşa Batı Cephesi komutanlığından ayrılarak hariciye vekili oldu. Batı Cephesi komutanlığını Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa üstlendi. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, savaş ortamı tamamen ortadan kalktı ve 1 Eylül 1923’te Batı Cephesi karargâhı kaldırıldı.
Başbakan'ın bir taraftan yeniden Yunan yanlısı bir politika isteği kabinede ciddi huzursuzluğa neden oldu. Buna ilâve olarak Çanakkale Krizi'ni sert şekilde ele alması ise tam bir fâciâ idi. Çanakkale Krizi, Birleşik Krallık'ın, Dominyonları otomatik olarak savaşa sürükleyeceği varsayımına temelden meydan okudu. Kriz, Kanadanın ve ayrıca Dominyonların, Londra ile ilişkilerini değiştirdi ve Dominyonların savaş ilân etme gücüne sahip olduğunu açıkça ilân eden (1923'teki Halibut Antlaşması, 1926 Balfour Raporu ve) 1931 Westminster Statüsü'nün yolunu açtı. Tüm bunlar dominyonların (Güney Afrika, Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya) bağımsızlıklarını kazanmasıyla İmparatorluğun içeriden çözülmesi anlamına geliyordu.
19 Ekim 1922 Perşembe günü Carlton Club'da savaş çığırtkanı Başbakan'ın düşürülmesi kararlaştırıldı. Birleşik Krallık'taki koalisyon hükûmetinde, Liberaller, 133 milletvekili, Muhafazakarlar ise 383 milletvekiline sahipti. Muhafazakâr Parti, Aralık 1918'deki seçimlerden sonra, hükûmette mutlak çoğunluğa ve bakanlıkların çoğuna sahip olmasına rağmen I. Dünya Savaşı'nın galip başbakanı olduğu için Lloyd George'un başbakan olarak devam etmesinde bir sakınca görmemişti. Hatta muhafazakar parti lideri Bonar Law, "Lloyd George isterse ömür boyu başbakan olabilir" demişti. Fakat tüm bu gelişmelerden sonra Bonar Law ile Curzon'un başını çektiği Muhafazakar partinin çekilmesiyle hükûmet düştü. Bonar Law yeni Başbakan oldu, Curzon ise Dışişleri Bakanı olarak devam etti.[312]
Lloyd George, İrlanda bağımsızlık hareketini engelleyememiş ve İrlanda bağımsızlığını kazanmıştı. Birleşik Krallık'ta dış ülkelere açılan krediler yüzünden işsiz sayısı 2 milyonu geçmişti. Savaş hatıralarını para karşılığında yazacağının ortaya çıkması Başbakan'a yönelik tepkileri artıran diğer etmenlerden biriydi. Büyük savaştan sonra, muhafazakar partinin muhalefetine rağmen, Yunan yanlısı politikası Birleşik Krallık'ı neredeyse hiçbir müttefikinin onu desteklemeye istekli olmadığı bir savaşa sürüklemişti. Büyük savaşın muzaffer Başbakanının karizması kısa sürede ortadan kayboldu.
Türk düşmanı Lloyd George'un düşmesi ve Rus yayılmacılığına karşı geleneksel olarak Türk yanlısı olan muhafazakarların doğrudan iktidara gelişiyle, yapılacak barış antlaşmasının önündeki engeller ortadan kalkmıştı. Bu doğrultuda Lord Curzon, Fransa Başbakanı Raymond Poincaré ile anlaşarak 28 Ekim 1922'de Ankara'yı Lozan konferansına davet etti. Kasım 1922 seçimlerinden sonra iktidarda olan Muhafazakarlar, Lloyd George'un izlediği dış politikadan kaçınmaya çalıştılar. Lord Curzon, ilk önce Çanak'taki hafif hasarlı İngiliz prestijini geri getirecek nihai bir anlaşma ile başa çıkmak için yalnız kaldı. Bu sefer Curzon, konunun ayrıntılarını tamamen kendi tarzında çözmekte özgürdü.[313]
Küçük Asya Felaketi (Yunanca: Μικρασιατική καταστροφή, Mikrasiatiki katastrofi), Yunan tarih yazımında Küçük Asya Ordusu'nun Eylül 1922'de Mustafa Kemal komutasındaki Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti Ordusu'na uğradığı yenilgi sonucu Küçük Asya Seferi'nin son bulmasına verilen isimdir. Küçük Asya Felaketi, Helenizm (Yunanlık) tarihinin bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir.[314] Yunanistan'ın tarih ders kitabında ise Modern Helenizm (Yunanlık) tarihinin en büyük ulusal felaketi olarak tanımlanmaktadır.[315]
Küçük Asya Felaketi, sadece Yunanistan'ın başarılı savaşlarla dolu bir on yılını bitirmedi, aynı zamanda kuruluşundan itibaren bir yüzyıldır modern Yunan devletinin siyasetinde egemen olan ve Megali İdea olarak bilinen irredantist ve yayılmacı politikasını toprağa gömdü.[316]
Küçük Asya Felaketi, Yunan ordusu için bir yenilgi olmanın yanı sıra, 1923-1924 nüfus mübadelesi ile (muaf tutulan İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada hariç) Anadolu'daki Rum/Yunan nüfusun yok olmasına neden olduğu için de böyle adlandırılmaktadır. 1922 Felaketi, Yunan toplumunda her düzeyde derin kesintilere yol açacaktır: ekonomik (büyük şehir merkezlerinde büyük bir işçi sınıfının yaratılması ve astifili), politik (siyasi güçlerin radikalleşmesi) ve kültürel (yeni müzik, mutfak), 30'ların kuşağı vb. gibi yeni entelektüel arayışlar ve edebi akımlar.
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.