Loading AI tools
İlk Çağ'ın en büyük ve en güçlü medeniyeti Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Antik Roma, MÖ 9. yüzyılda İtalya Yarımadası'nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm Akdeniz'i çevreleyen bir imparatorluk hâline gelen medeniyetin adıdır. Yaklaşık 2.200 yıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma uygarlığı bir monarşiden oligarşi ve cumhuriyetin bileşimi bir demokrasiye ve daha sonra da otokratik bir imparatorluğa dönüşmüştür.
Fetih ve asimilasyon yollarıyla Batı Avrupa ve Akdeniz'i çevreleyen bölgede egemen olan Roma İmparatorluğu, iç istikrarsızlıkların ve özellikle de göçebe toplulukların akınlarıyla yıpranmaya başlamıştır. Bu etkiler sonucunda Hispania, Galya ve İtalya'yı içine alan Batı Roma İmparatorluğu 5. yüzyılda bağımsız krallıklara bölündü. İmparatorluğun batı kesiminin dağılması, tarihçiler tarafından Antik Çağlar'ın sonu, Orta Çağ'ın, aynı zamanda Karanlık Çağ'ın da başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Öte yandan Doğu Roma İmparatorluğu, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed'in 1453 yılında İstanbul'u fethetmesiyle son bulmuştur.
Roma uygarlığı, kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte "klasik antikite"ye dâhil edilir. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk, savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir.
Efsaneye göre Roma, MÖ 27 Nisan 753 tarihinde Truva prensi Aeneas'ın torunları olan Romulus ve Remus adlı ikiz kardeşler tarafından kuruldu.[1] Alba Longa'nın Latin kralı Numitor, kardeşi Amulius tarafından tahtından edilmiş ve Numitor'un kızı Rhea Silvia Romulus ve Remus'u doğurmuştu.[2][3] Rhea Silvia Mars'ın tecavüzüne uğramış bir Vesta bakiresiydi ve bu da ikizleri yarı tanrı konumuna getirmişti. İkizlerin tahtı yeniden ele geçirmelerinden korkan yeni kral, Romulus ve Remus'un boğdurulmasını emretti.[3] Dişi bir kurt (bazı anlatımlara göre bir çobanın karısı) ikizleri kurtardı ve büyüttü. İkizler yeterince büyüdüklerinde Alba Longa tahtını Numitor'a geri verdiler.[4][5] Ardından kendi şehirlerini kurdular. Ancak Romulus şehrin ilk kralının kim olacağına ilişkin bir tartışmada Remus'u öldürdü. Böylece şehir Romulus'un adıyla anılmaya başlandı.[6] Efsaneye göre şehirde kadın olmadığından Latinler Sabinleri bir festivale davet ettiler ve bakire kadınlarını çaldılar. Bu da Latinler ile Sabinlerin bütünleşmesine yol açtı.[7]
Roma şehri Tiber nehrinin sığ bir bölümündeki yerleşimlerin gelişmesiyle ortaya çıkmıştı.[4] Arkeolojik bulgulara göre Roma köyü muhtemelen MÖ 8. yüzyılda kurulmuştu ancak bu tarih MÖ 10. yüzyıla kadar götürülebilir.[8][9] Etrüsklerin MÖ 7. yüzyıl sonlarında aristokrat ve monarşik bir elit kesim oluşturarak bölgede siyasi kontrol sağladıkları anlaşılmaktadır. Etrüskler MÖ 6. yüzyıl sonlarında bölgedeki güçlerini yitirdiler ve bu noktada Latin ve Sabin kabileleri yöneticilerin iktidarını çok daha fazla sınırlayan bir cumhuriyet oluşturarak kendi devletlerini yeniden kurdular.[10]
Titus Livius gibi daha sonraki dönemlerin *yazarlarının anlattıklarına göre Roma Cumhuriyeti Roma'nın yedi *kralından sonuncusu Gururlu Tarkinus'un tahttan indirildiği ve her yıl seçilen magistralar (memurlar) ve çeşitli temsilî kurumlardan bir araya gelen bir sistemin oluşturulduğu MÖ 509 tarihinde kuruldu.[11] En önemli magistralar kuvvet yetkisi ya da askerî kumandanlık yetkisine sahip iki konsüldü.[12] Konsüller patricilerden (asiller) oluşan Roma Senatosu ile çekişmek durumundaydılar. Senato başlangıçta önde gelen asillerden oluşan ve tavsiyelerde bulunan bir kurumdu ancak zaman içinde gücü de, boyutu da arttı.[13] Diğer görevliler praetorlar, aedilisler ve quaestorlar idi. Magistralıklar başlangıçta yalnızca soylulara mahsustu. Ancak daha sonra sıradan insanlara (plebler) da açıldı.[14] Cumhuriyet meclisi comitia centuriata ve comitia tributadan oluşuyordu.[15]
Romalılar Etrüskler de dâhil olmak üzere İtalya Yarımadası'ndaki diğer halkları boyunduruk altına aldılar.[16] Roma'nın İtalya'daki hegemonyasına yönelik son tehdit MÖ 281 yılında önemli bir Yunan kolonisi olan Taranto'dan gelmiş ancak bu da savuşturulmuştur.[17][18] Romalılar stratejik bölgelerde koloniler kurarak fethettikleri yerleri güvence altına almışlar ve bölgede dengeli bir denetim sağlamışlardır.[19] MÖ 3. yüzyılın ikinci yarısında Roma, Kartaca ile Pön savaşlarının ilkinde karşı karşıya geldi. Bu savaşlar sonunda Roma, Sicilya ve Hispania'da ilk denizaşırı fetihlerini yaptı ve önemli bir emperyal güç olarak yükselişe geçti.[20][21] MÖ 2. yüzyılda Makedonya ve Selefki imparatorluklarını bozguna uğrattıktan sonra Romalılar Akdeniz'in hâkimi hâline geldiler.[22][23]
Ancak bu hâkimiyet iç çekişmelere yol açtı. Senatörler eyaletlerin üstünden zengin oldular ancak çoğunluğu ufak çaplı çiftçi olan askerler daha uzun süre evlerinden uzak kalıyorlar ve topraklarıyla ilgilenemiyorlardı. Ayrıca yabancı kölelere yönelik eğilim, maaşlı iş sayısını azaltıyordu.[24][25] Savaş ganimetleri, yeni bölgelerdeki merkantilizm ve tımar sistemi zenginler için yeni ekonomik fırsatlar yarattı ve yeni bir tüccar sınıfı olan atlı sınıfını ortaya çıkardı.[26] Roma hukukuna göre Senato üyeleri ticaretle uğraşamıyordu. Dolayısıyla atlılar teoride senatoya girseler de siyasi iktidar bakımından kısıtlandırılmışlardı.[26][27] Senato sürekli olarak toprak reformlarını geri çevirerek atlı sınıfına hükûmette daha fazla söz hakkı vermeyi reddetti. Rakip senatörlerin kontrolündeki şehirli işsizlerden oluşan çeteler şiddet yoluyla seçmenlere gözdağı veriyorlardı. MÖ 2. yüzyıl sonunda sulh hâkimi olan Gracchus kardeşlerin patricilerin elindeki toprakları pleblere dağıtacak bir reform yasasını senatodan geçirmeleriyle mesele kritik bir noktaya geldi. Her iki kardeş de öldürüldü ancak senato pleb ve atlı sınıflarının huzursuzluğunu yatıştırmak için Gracchus kardeşlerin reformlarından bazılarını geçirdi. Müttefik İtalyan şehirlerinin Roma vatandaşlığı alamamaları MÖ 91-88 yılları arasında yaşanan Sosyal Savaş'a neden oldu.[28] Marius'un yaptığı askerî reformlar, askerlerin kumandanlarına şehre duyduklarından daha fazla bağlılık duymasına neden oldu.[29] Bu Marius ile Sulla arasında Sulla'nın MÖ 81-79 yılları arasındaki diktatörlüğüyle sonuçlanacak iç savaşa yol açtı.[30]
MÖ 1. yüzyılın ortalarında Jül Sezar, Pompey ve Crassus cumhuriyeti kontrol altına almak için Birinci Triumvirate olarak bilinen gizli bir üçlü yönetim anlaşması yaptılar. Sezar'ın Galya'yı fethetmesinden sonra senato ile Sezar'ın arası açıldı ve Sezar ile Pompey'in önderlik ettiği senato güçleri arasında bir iç savaş çıktı. Savaşı Sezar kazandı ve ömür boyu diktatör ilan edildi.[31] MÖ 44'te Sezar, tüm iktidarı kendi elinde toplamasına karşı olan senatörler tarafından anayasal hükûmeti geri getirmek amacıyla öldürüldü. Ancak sonrasında Sezar'ın vârisi olarak gösterdiği Augustus ile Sezar'ın eski yandaşları Marcus Antonius ve Lepidus'tan oluşan ikinci bir üçlü yönetim başa geldi.[32][33] Ancak bu ittifak çok geçmeden bir iktidar mücadelesine dönüştü. Lepidus sürgüne gönderildi ve Augustus, Marcus Antonius ile Kleopatra'yı MÖ 31'de Aktium savaşında yenerek MÖ 27'de Roma'nın tartışmasız hükümdarı oldu.[34]
Tüm düşmanlarını yenen Augustus cumhuriyetin devlet yapısını görünüşte yerinde bırakarak neredeyse tüm iktidarı elinde topladı.[35] Halefi Tiberius ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan başa geçti ve 68'de Nero'nun ölümüne kadar devam eden Julio-Claudian hanedanını kurdu.[36] Artık imparatorluk olan Roma'nın genişlemesi ahlâksız ve yoz bazı imparatorlara (Caligula tam anlamıyla deliydi ve Nero da gaddarlığı ve devlet işlerinden ziyade kişisel meselelerine zaman ayırmasıyla bilinirdi) rağmen devam etti.[37][38] Julio-Claudian hanedanını Flavian hanedanı takip etti.[39] "Beş İyi İmparator" döneminde (96-180) imparatorluk toprak genişliği, ekonomi ve kültür bakımından doruk noktasına ulaştı.[40] Pax Romana sırasında iç ve dış tehditlerden uzak Roma zenginleşti.[41][42] Trajan döneminde Daçya'nın fethiyle imparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı. Roma toprakları 6,5 milyon km²'lik bir alanı kapsıyordu.[43]
193 ile 235 yılları arasındaki döneme Severus hanedanı hâkim oldu ve Elagabalus gibi yetersiz bazı hükümdarlar başa geçti.[44] Buna ilaveten ordunun kimin imparator olacağı konusunda artan etkisi uzun süreli bir emperyal çöküşe ve Üçüncü Yüzyıl Krizi olarak adlandırılan dış istilalara neden oldu.[45][46] Kriz Diocletianus döneminde aşıldı. Diocletianus 293 yılında imparatorluğu iki imparator ve onların yardımcılarından oluşan bir tetrarşi ile yönetilmek üzere doğu ve batı olarak ikiye ayırdı.[47] Yarım yüzyıldan uzun bir süre birçok ortak yönetici imparatorluğun başına geçmek için mücadele etti. 11 Mayıs 330'da imparator I. Konstantin Byzantion'u Roma İmparatorluğu'nun başkenti ilan etti ve adını Konstantinopolis olarak değiştirdi.[48] İmparatorluk 395 yılında Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans İmparatorluğu) ve Batı Roma İmparatorluğu olarak ebediyen ikiye bölündü.[49]
Batı Roma İmparatorluğu sürekli olarak barbar akınlarından muzdaripti ve imparatorluğun çöküşü aşamalı olarak sürdü.[50] 4. yüzyılda Hunların batıya akını Vizigotların imparatorluk sınırları içine iltica etmelerine neden oldu.[51] 410 yılında I. Alarik önderliğindeki Vizigotlar Roma şehrini yağmaladılar.[52] Vandallar Galya, İspanya ve Kuzey Afrika'daki Roma topraklarını istila ettiler ve 455'te Roma'yı yağmaladılar.[53] 4 Eylül 476'da Germen Odoakr, batının son Roma imparatoru Romulus Augustus'u tahttan indirdi.[54] Yaklaşık 1200 yılın sonunda Roma'nın Batı'daki egemenliği sona erdi.Şablon:KDŞ
Doğu Roma İmparatorluğu ise I. Justinianus döneminde bir süreliğine de olsa Kuzey Afrika ve İtalya'yı ele geçirdi. Ancak I. Justinianus'un ölümünden sonra Doğu Roma'nın Batı'da sahip olduğu topraklar İtalya'nın güneyi ve Sicilya ile sınırlı kaldı.[55] Doğuda İslâm'ın yükselişi bir tehdit unsuruydu. Müslümanlar Suriye ve Mısır'ı ele geçirdiler ve çok geçmeden Konstantinopolis'e doğrudan bir tehdit oluşturmaya başladılar.[56] Ancak Doğu Roma 8. yüzyılda Müslümanların kendi topraklarındaki ilerleyişini durdurmayı başardı ve 9. yüzyıldan itibaren kaybedilen toprakları geri aldı.[56][57] MS 1000 yılında İmparatorluk, tarihinin en görkemli dönemini yaşamaktaydı. Bu dönemde II. Basileios Bulgaristan ve Ermenistan'ı yeniden ele geçirmiş, kültür ve ticaret gelişmişti.[58] Ne var ki, çok geçmeden bu ilerleme 1071'de yapılan Malazgirt Savaşı ile aniden kesildi. Ardından da imparatorluk çöküşe geçti. İç çekişmeler ve Türk istilaları sonunda imparator I. Aleksios 1095'te Batı'dan yardım istemek zorunda kaldı.[56] Karşılık olarak Batı Haçlı Seferleri düzenledi. Dördüncü Haçlı seferi'nde İstanbul yağmalandı ve işgal edildi. İstanbul'un 1204 yılında işgal edilmesinin ardından imparatorluk topraklarında ardıl devletler ortaya çıktı ve içlerinden İznik'te kurulan devlet galip geldi.[59] Konstantinopolis'in geri alınmasından sonraki dönemde imparatorluk Ege kıyılarına hapsolmuş bir Yunan devletinden ibaret hale geldi. Doğu imparatorluğu 29 Mayıs 1453'te Fatih Sultan Mehmet önderliğinde Osmanlıların Konstantinopolis'i ele geçirmesiyle yıkıldı.[60]
Antik Roma'da yaşam, yedi tepe üzerine kurulmuş olan Roma şehri etrafında dönerdi. Şehirde Kolezyum, Trajan Forumu ve Panteon tapınağı gibi birçok anıtsal yapı bulunuyordu. Yüzlerce kilometre uzunluğundaki su yollarından gelen temiz suların aktığı çeşmeler, tiyatrolar ve kütüphaneleri ve dükkânları bulunan hamamlar vardı. Antik Roma'nın kontrolünde olan topraklarda ikamet binaları mütevazı evlerden kırsal kesimde bulunan villalara kadar çeşitlilik gösteriyordu. Başkent Roma'daki Palatine tepesinde imparatorluk binaları bulunurdu. Alt ve orta sınıflar şehir merkezinde, neredeyse bugünkü modern gettoları anımsatan apartmanlarda otururlardı.
Roma şehri 1 milyona yaklaşan nüfusuyla döneminin en büyük şehriydi (19. yüzyıl Londra'sı ile aynı nüfus).[61][62][63] Roma'daki kamusal alanlarda demir araba tekerleklerinin sesi o kadar gürültü çıkartırdı ki bir keresinde Jül Sezar geceleri araba kullanımını yasaklamıştı. Tarihsel tahminlere göre antik Roma yönetimi altında yaşayan halkın yüzde 20'si 10.000 ve daha fazla nüfusa sahip şehir merkezlerinde ve askerî karargâhlarda yaşıyordu ki bu sanayi devrimi öncesi standartlara göre oldukça yüksek bir şehirleşme oranıdır. Bu şehir merkezlerinin çoğunda bir forum, tapınaklar ve Roma'dakilere benzer ama daha ufak yapılar vardı.
Roma, başlangıçta krallar tarafından yönetiliyordu.[64] Krallar sırayla Roma'nın başlıca kabilelerinden seçiliyordu. Kralın gücünün sınırlarının ne olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Mutlak iktidar sahibi de, Senato ve halkın baş yöneticisi de olabilir. En azından askerî konularda kralın otoritesinin mutlak olduğu muhtemeldir. Kral aynı zamanda dinin de başındaki kişiydi. Kralın dışında üç yönetici meclis vardı. Krala danışma kurulu olarak hizmet veren Senato, kralın önerdiği yasaları onaylayıp geçiren comitia curiata ve halka duyuru yapmak veya halkın belli olaylara tanıklık etmesi için kullanılan Comitia Calata.
Roma Cumhuriyeti'ndeki sınıf mücadeleleri demokrasi ve oligarşinin alışılmadık bir harmanına neden olmuştu. Roma yasaları geleneksel olarak Comitia Tributa'nın oyuyla geçiyordu. Aynı şekilde kamu görevlerine aday olanlar halk tarafından seçiliyordu. Ancak danışma kurulu olarak hizmet veren Roma Senatosu oligarşik bir yapıydı. Cumhuriyet döneminde senatonun otoritesi çok yüksekti fakat yasama gücü yoktu. Ne var ki, senatörlerin bireysel olarak nüfuzu o kadar fazlaydı ki Senato'nun rızası olmadan herhangi bir şey elde etmek pek kolay değildi. Yeni senatörler Censura tarafından en başarılı patriciler arasından seçilirdi. Censura bir senatörü "ahlâksızlık" suçlamasıyla görevden alabilecek yetkiye de sahipti.
Cumhuriyetin sabit bir bürokrasisi yoktu ve vergiler tımar sistemiyle toplanırdı. Devlet mevkileri görevin başındaki kimsenin geliriyle finanse edilirdi. Herhangi bir vatandaşın elinde çok fazla güç toplamasını engellemek için her yıl yeni magistralar seçilirdi ve magistralar çalışma arkadaşlarından biriyle güçlerini paylaşmak zorundaydılar. Örneğin normal şartlarda en yüksek mevkide iki konsül bulunurdu. Acil durumlarda ise geçici bir diktatör atanırdı. Cumhuriyet boyunca yönetim sistemi yeni taleplere uyum göstermek amacıyla birkaç defa elden geçmişti. Sonunda sürekli genişleyen Roma saltanatının kontrolü için yetersiz kaldığı görüldü ve Roma İmparatorluğu kuruldu.
İmparatorluğun erken dönemlerinde cumhuriyetçi devlet yapısı görünüşte korundu. Roma imparatoru yalnızca bir princeps ya da "birinci vatandaş" olarak tanımlanıyordu. Senato evvelce halk meclislerinin elinde olan tüm yasama gücünü ve hukukî yetkileri kendisinde toplamıştı. Ancak zamanla imparatorların yönetimi giderek otokratikleşti ve senato da imparator tarafından tayin edilen bir danışma kurulundan ibaret hale geldi. Cumhuriyetin senatodan başka daimi bir devlet yapısı olmadığından imparatorluğa yerleşmiş bir bürokrasi miras kalmamıştı. İmparator asistanlar ve danışmanlar tayin ederdi fakat devletin merkezî bütçe gibi birçok kurumu eksikti. Bazı tarihçiler bunu imparatorluğun çöküşünde önemli bir sebep olarak göstermişlerdir.
İmparatorluk toprakları eyaletlere ayrılmıştı. Gerek yeni toprakların işgal edilmesinden ötürü, gerekse de güçlü yerel yöneticilerin isyan heveslerini kırmak için eyaletlerin daha küçük parçalara bölünmesinden ötürü eyaletlerin sayısı zaman içinde artmıştır.[43] Augustus'un iktidara gelmesinden sonra eyaletler valiyi seçen kuruma göre imparatorluk ya da senato eyaletleri olarak ayrıldı. Diocletianus dönemindeki tetrarşi sırasında imparatorluk her birinin başında bir praetor olan 12 psikoposluk bölgesine ayrıldı. Sivil ve askerî yönetim ayrıldı. Sivil yönetim valiye, askerî kumandanlık ise dux'a verildi.
Yerel düzeyde ise kasabalar eski askerler veya alt sınıf Romalıların yaşadığı colonia ve azat edilmiş köylülerin yaşadığı municipia olarak ikiye yarılmıştı.
Antik Roma'daki hukukî prensipleri ve uygulamalarının kökeni MÖ 449'dan kalma on iki tablet yasalarına ve 530 yılı civarında imparator I. Justinianus'un yaptığı yasalara dayandırılabilir. I. Justinianus'un kanunnamesiyle muhafaza edilen Roma hukuku Doğu Roma İmparatorluğu boyunca devam etmiş ve Kıta Avrupası'nın batısında benzer yasal düzenlemelere temel olmuştur. Roma hukuku daha geniş anlamda 17. yüzyılın sonuna kadar Avrupa'nın büyük bölümünde uygulanmaya devam etti.
Justinianus ve Theodosius yasalarının da içerdiği üzere antik Roma hukukunun başlıca kısımları Ius Civile, Ius Gentium ve Ius Naturale'den oluşuyordu. Ius Civile ("Yurttaş yasası") Roma vatandaşlarının tâbi olduğu medeni kanundu.[65] Praetores Urbani vatandaşların taraf olduğu davalarda yargı yetkisine sahip bireylerdi. Ius Gentium ("Milletler yasası") yabancılara ve onların Roma vatandaşlarıyla olan münasebetlerinde uygulanan medeni kanundu.[66] Praetores Peregrini vatandaşlarla yabancılar arasındaki davalarda yasama yetkisine sahip bireylerdi. Ius Naturale tabii kanunu içine alan ve herkes için geçerli olan kanunlar manzumesiydi.
Antik Roma çok fazla doğal kaynağa ve insan kaynağına sahip fevkalade geniş bir alana hükmediyordu. Roma ekonomisi tarım ve ticarete yoğunlaşmıştı. Serbest tarım ticareti İtalya'nın görünümünü değiştirmiş ve MÖ 1. yüzyılda üzüm ve zeytin arsaları ithal hububat fiyatlarıyla baş edemeyen küçük çiftçilerin yerini almıştı. Mısır, Sicilya, Tunus ve Kuzey Afrika'nın alınması devamlı bir hububat akışı sağlamıştı. Zeytinyağı ve şarap İtalya'nın başlıca ihraç ürünleri haline gelmişti. Nöbetleşe ekin uygulanmakla birlikte genel verimlilik düşüktü ve hektar başına 1 ton civarındaydı.
Sanayi ve imalat faaliyetleri daha küçüktü. Bu alandaki en büyük faaliyetler dönemin binalarının inşası için malzeme sağlayan madencilik ve taş ocakçılığı idi. İmalatta üretim daha küçük ölçekteydi ve genelde atölyeler ve en fazla 10 küsur işçi çalıştıran küçük fabrikalardan ibaretti. Ancak bazı tuğla fabrikalarında yüzlerce işçi çalışırdı.
Peter Temin gibi bazı iktisat tarihçileri Roma İmparatorluğu'nun ilk dönemlerindeki ekonomisinin bir pazar ekonomisi ve verimlilik, şehirleşme ve sermaye pazarlarının gelişimi bakımından o güne kadarki en gelişmiş tarım ekonomisi olduğunu savunurlar. O kadar ki sanayi devrimi öncesi ekonomilerle, 18. yüzyıl İngiltere ekonomisi ve 17. yüzyıl Hollanda ekonomisi ile mukayese edilebilir. Her tür ürünün pazarı vardı. Toprak, kargo gemileri ve hatta sigorta pazarı da vardı.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ekonomi küçük arazilere ve ücretli iş gücüne dayalıydı. Ancak yapılan fetihlerle köleler giderek çoğaldı ve ucuzladı. Cumhuriyetin son dönemlerinde ekonomi büyük ölçüde gerek vasıflı gerekse vasıfsız işler için kullanılan köle gücüne dayanıyordu. Bu dönemde kölelerin Roma Cumhuriyeti nüfusunun yüzde 20'sini, Roma şehrinin ise yüzde 40'ını oluşturduğu tahmin edilmektedir. İmparatorluk döneminde fetihlerin sona ermesinin ardından köle fiyatları ancak arttı ve maaşlı iş gücü köle tutmaktan daha ekonomik hale geldi.
Antik Roma'da takas sistemi, genellikle vergi toplanmasında uygulandıysa da Roma'nın oldukça gelişmiş bir madeni para sistemi vardı. Pirinç, bronz ve değerli madenlerden yapılan madeni paralar imparatorluk içinde ve dışında kullanılmaktaydı. Hindistan'da bile Roma paraları bulunmuştur. MÖ 3. yüzyıldan evvel orta İtalya'da bakır ağırlığına göre değiş tokuş edilirdi. Orijinal bakır madeni paraların (as) bir pound bakır değeri vardı ama aslında ağırlığı daha azdı. Böylece Roma parasının değeri giderek aslî değerinin üstüne çıktı. Nero'nun gümüş denarius'un değerini düşürmeye başlamasından sonra değeri aslî değerinin üçte biri oranında arttı.
Pazarlardan ziyade askerî karakolları birbirine bağlamak için inşa edilen Roma yollarının tekerlekli araçlara göre tasarlandığı pek söylenemez. Atlar çok pahalı, yük hayvanları da çok yavaştı. Bu yüzden MÖ 2. yüzyılda Roma deniz ticaretinin yükselişine kadar Roma toprakları içinde emtia nakli oldukça azdı. Bu dönemde bir geminin Cádiz'den yola çıkıp Ostia üzerinden tüm Akdeniz'i katederek İskenderiye'ye varması bir aydan az sürüyordu.[43] Denizden yapılan nakliyat karadakinden 60 kez daha ucuzdu.
Roma toplumu son derece hiyerarşik bir yapıya sahipti. Toplumun en alt kesiminde köleler (servi), onların üstünde azledilmişler (liberti) ve en üstte de özgür doğmuş vatandaşlar (cives) vardı. Özgür vatandaşlar da kendi aralarında sınıflara ayrılmıştı. En net ve eski ayrım şecerelerini şehrin 100 kurucu atasına dayandırabilen patriciler ve bunu yapamayan plebler arasındaydı. Siyasi, adli, iktisadi ve dini sahada imtiyazlı olan patriciler, devletin yüksek memuriyetlerine ve rahipliklere seçilebiliyor; yazılı olmayan örf ve adete göre iş gören toprakların bir kısmını işliyor, Roma mahkemelerinde yargıçlık vazifesini yine yalnız onlar görüyordu. Devlet kullanmadığı toprakları vatandaşlarına ufak bir ücret karşılığında satıyordu ki, bundan asıl faydalananlar yine particiler oluyordu. Böylece elinde gayet az bir toprağı olan pleb bir vatandaş askere giderken, (silah, elbise) gerekli bütün masrafları kendisi karşılamak zorunda olduğu için, durumu büsbütün bozuluyor ve bunu düzeltmek için, durumu iyi olanlardan aldığı borcunu vaktinde ödeyemediği zaman, köle oluyordu. Cumhuriyetin sonraki dönemlerinde bazı pleb sınıfına mensup ailelerin zenginleşerek politikaya girmeleri ve bazı patricilerin darboğaza düşmeleriyle bu ayrım daha önemsiz hale geldi. Patrici olsun, pleb olsun sülalesinde bir konsül bulunan herkes asil (nobilis) sayılırdı. Marius ve Cicero gibi geldiği ailenin çıkardığı ilk konsül olan kişiler novus homo (yeni adam) olarak bilinirdi ve torunlarına asil sıfatı kazandırırdı. Yine de patrici kökenli olmanın hatırı sayılır bir itibarı vardı ve dinî görevlerin çoğu yalnızca patricilere açıktı.
Kökeninde askeri hizmete dayalı bir sınıf ayrımı daha önemli hale geldi. Bu sınıfların mensupları belirli aralıklarla Yargıçlar tarafından mülklerine göre belirlenirdi. En zengin olanlar siyasete hükmeden ve orduya kumandanlık eden Senato mensubu sınıftı. Ardından başlangıçta gücü savaş atı edinmeye yeten ve bir tüccar sınıfı oluşturan equestrianlar (atlı sınıfı ya da şövalyeler) gelirdi. Ardından edinebildikleri askerî teçhizatlara göre bir dizi sınıf gelirdi. En altta ise hiçbir mülkü olmayan vatandaşlardan oluşan proletarii vardı. Marius'un reformlarından önce orduda görev alma hakları yoktu ve zenginlik ve itibar bakımından azledilmişlerin bir basamak üstündeydiler.
Cumhuriyet döneminde oy verme yetkisi de sınıflara göre değişiyordu. Vatandaşlar seçmen "kabilelerine" kayıtlıydılar. Zengin sınıfların kabileleri yoksul sınıflara oranla daha az üyeye sahipti. Proletarii'nin tamamı tek bir kabileye kayıtlıydı. Oy verme işlemi sınıf sırasıyla yapılırdı ve kabileler çoğunluğu elde eder etmez tamamlanırdı, dolayısıyla yoksul sınıflar çoğu zaman oy bile kullanamazlardı.
Müttefik yabancı şehirlere genellikle Latin Hakkı verilirdi. Bu vatandaşlarla yabancılar (peregrini) arasında bir statüydü. Bu hakla söz konusu şehrin önde gelen magistraları Roma vatandaşı olabiliyordu. Latin haklarının farklı seviyeleri vardı ancak esas ayrım con suffrage ("oy veren"; bir Roma kabilesine kayıtlı ve comitia tributa'da yeralabilen) ile sans suffrage ("oy veremeyen"; Roma siyasetinde yer alamayan) arasındaydı. Roma'nın İtalya'daki müttefiklerinden bazılarına MÖ 91-88 arasında yaşanan Sosyal Savaş'tan sonra tam vatandaşlık verilmişti. 212 yılında ise tam Roma vatandaşlığı Caracalla tarafından imparatorluktaki tüm özgür doğmuş kişilere verilmiştir. Kadınların bazı temel hakları vardı ancak tam vatandaş sayılmıyorlardı, dolayısıyla oy vermeleri ya da siyasette yer almaları söz konusu değildi.
Roma toplumunun temel birimleri ev halkı ve ailelerdi.[66] Ev halkı evin reisi paterfamilias (ailenin babası), karısı, çocukları ve diğer akrabalardan oluşuyordu. Üst sınıflarda köleler ve hizmetkârlar da ev halkının bir parçasıydı.[66] Evin reisinin kalan ev halkı üzerindeki gücü (patria potestas, "babanın gücü") çok fazlaydı. Aile üyelerini evlenmeye ya da boşanmaya zorlayabilir, çocuklarını köle olarak satabilir, ailesindekilerin mallarına el koyabilir ve hatta aile üyelerini öldürebilirdi (ancak bu sonuncusunun MÖ 1. yüzyıldan sonra kalktığı anlaşılmaktadır).[67]
Patria potestas yetişkin erkek evlatların üzerinde bile geçerliydi. Bir erkek babası hayatta olduğu sürece paterfamilias olamadığı gibi gerçek anlamda mülk sahibi de olamıyordu.[67][68] Roma tarihinin erken dönemlerinde bir kız evlat evlendiğinde kocasının ailesinin paterfamilias'ının kontrolüne (manus) geçerdi. Ancak cumhuriyetin son dönemlerinde kadınların kendi babalarının ailesini gerçek ailesi olarak seçebilmeleriyle bu durum değişmiştir.[69] Ne var ki Romalılar şecereyi erkeğin soyuna göre tuttuklarından kadının doğurduğu çocuklar kocasının ailesine ait oluyordu.[70]
Birbirine akraba ev halkları bir aile (gens) oluştururlardı. Aileler kan bağı (veya evlatlık) üzerine dayalıydı ancak aynı zamanda siyasi ve ekonomik ittifaklardı. Özellikle Roma Cumhuriyeti döneminde bazı güçlü aileler ya da Gentes Maiores siyasi yaşama hâkim olmuşlardır.
Antik Roma'da evlilik özellikle üst sınıflarda romantik bir ilişkiden ziyade çoğunlukla malî ve siyasi bir ittifak olarak görülürdü. Babalar genellikle kızları on iki, on dört yaşlarına geldiklerinde koca arayışına girerlerdi. Koca neredeyse istisnasız olarak gelinden daha yaşlı olurdu. Üst sınıfa mensup kızlar çok genç yaşta evlenirken daha alt sınıftan kızların onlu yaşlarının sonlarında veya yirmili yaşlarının başlarında evlendiklerine dair kanıtlar vardır.
Cumhuriyetin erken dönemlerinde okul olmadığından erkek çocukları okuma yazmayı ya ebeveynlerinden ya da genellikle Yunan kökenli olan paedagogi adı verilen eğitimli kölelerden öğreniyorlardı.[71][72][73] Bu dönemde eğitimin başlıca amacı delikanlıları tarım, savaş, Roma gelenekleri ve kamu işleri konusunda eğitmekti.[71] Genç erkekler şehir hayatını babalarına dinî ve siyasi görevlerinde eşlik ederek öğrenirlerdi.[4] Asillerin oğulları Senatoda da babalarına eşlik ederlerdi. Asillerin oğulları 16 yaşına geldiklerinde önde gelen bir siyasi şahsiyetin yanına stajyer olarak verilir ve 17 yaşına geldiklerinde orduyla sefere gönderilirlerdi (bu sistem imparatorluk döneminde de bazı asil aileler arasında geçerliydi).[4] Eğitim faaliyetleri MÖ 3. yüzyılda Helen krallıklarının fethedilmesi ve sonrasındaki Yunan etkisiyle ıslah edilmişti ancak yine de Roma eğitimi hâlen Yunan eğitiminden oldukça farklıydı.[4][74] Ebeveynlerin imkânları elveriyorsa erkek çocukları ve bazı kız çocukları 7 yaşında lüdus adı verilen özel okula gönderilirdi. Burada 11 yaşına kadar litterator veya magister adı verilen ve genellikle Yunan kökenli olan bir öğretmenden temel okuma yazma, aritmetik ve bazen de Yunanca öğrenirlerdi.[4][73][75] 12 yaşından itibaren öğrenciler ortaokula devam ederlerdi. Burada grammaticus adı verilen öğretmenden Yunan ve Roma edebiyatını öğrenirlerdi.[4][75] 16 yaşında bazı öğrenciler belagat okuluna giderlerdi. Buradaki hocalar da neredeyse istisnasız Yunandı ve kendilerine rhetor denirdi.[4][75] Bu okullar öğrencileri hukuk kariyerine hazırlıyordu ve öğrenciler Roma yasalarını ezberlemek zorundaydı.[4] Dinî günler ve pazar günleri dışında öğrenciler her gün okula giderdi. Yaz tatilleri vardı.
Romalıların anadili Latinceydi.[76] Alfabede Yunan alfabesini temel almış olan Etrüsk alfabesi esas alınmıştı.[77] Her ne kadar günümüze kalan Latin edebiyatının dili MÖ 1. yüzyılda ortaya çıkan ve yapay, fazlasıyla sitilize edilmiş ve kibarlaştırılmış bir edebi lisan olan Klasik Latince olsa da Roma İmparatorluğu'nda günlük konuşma dili Klasik Latinceden gramer, kelime haznesi ve telaffuz bakımından belirgin bir farklılık gösteren Genel Latince idi.[78]
Roma İmparatorluğu'nun yazışma dili Latince olmakla birlikte Romalıların öğrendikleri edebiyatın büyük bölümü Yunanca kaleme alındığından iyi eğitimlilerin arasındaki konuşma dili Yunanca idi. Doğu imparatorluğunda Latince hiçbir zaman Yunancanın yerini alamadı ve I. Justinianus'un ölümünden sonra Yunanca Doğu Roma İmparatorluğu'nun resmî dili oldu.[79] Roma İmparatorluğu'nun genişlemesiyle Latince Avrupa'da yayılmış ve zaman içinde Genel Latince farklı yerlerde evrim geçirerek ve lehçeleşerek farklı Latin dilleri haline gelmiştir.
Bugün akıcı bir şekilde konuşabilenlerin sayısı oldukça az olmakla birlikte Latince Roma Katolik Kilisesi'nin ve Vatikan'ın resmî dilidir. Ayrıca Latincenin Lingua franca'nın kullanımında da payı vardır. 19. yüzyılda Fransızca, 20. yüzyılda da İngilizcenin yerini doldurduğu Latince yine de dinî, hukukî ve bilimsel terminolojilerde yoğun bir şekilde kullanılır. İngilizcedeki bilimsel kelimelerin yüzde 80'inin doğrudan ya da dolaylı olarak Latinceden geldiği hesaplanmıştır.
Roma'nın eski dini, en azından tanrılar söz konusu olduğunda yazılı anlatımlarla değil tanrılar ve insanlar arasındaki karmaşık ilişkilerle oluşturulmuştu.[80] Yunan mitolojisinin aksine tanrılar cisimleşmiş değil numina adı verilen muğlak bir şekilde tanımlanmış kutsal ruhlardı. Romalılar aynı zamanda herkesin, her yerin veya her şeyin ebedî bir ruhu olduğuna inanırlardı. Roma Cumhuriyeti döneminde din, senatörlük mevkisine gelmiş kimselerin görev aldığı ruhban makamlarından oluşan sıkı bir sistemin altında örgütlenmişti.
Yunanlarla temas arttıkça eski Roma tanrıları da giderek Yunan tanrılarıyla ilişkilendirilmeye başlandı.[81] Jüpiter Zeus ile aynı tanrı konumuna geldi. Mars Ares ile, Neptün de Poseidon ile aynı konuma geldi. Roma tanrıları aynı zamanda Yunan tanrılarının vasıflarını ve mitolojilerini de üstlendi. Roma tanrılarının antropomorfik nitelikler kazanması ve Yunan felsefesinin iyi eğitimli Romalılar arasında yaygınlaşmasıyla eski dinî törenlere ilgi azaldı ve MÖ 1. yüzyılda eski ruhban makamlarının siyasi nüfuzu devam etmekle birlikte dinî önemi ciddi biçimde azaldı. Roma dini giderek daha fazla imparatorluk sarayına temerküz etmeye başladı ve bazı imparatorlar ölümlerinin ardından tanrılaştırıldı.
İmparatorluk döneminde Romalılar ele geçirdikleri yerlerin mitolojilerini benimsediler ve bunun sonucunda geleneksel İtalyan tanrı ve tanrıçalarının tapınakları ve rahipleri, yabancı tanrılarla yan yana yer almaya başladı.[82] Mısır'ın Isis'i ve Perslerin Mitras'ı gibi birçok yabancı inanç popüler hale geldi. 2. yüzyıldan itibaren Hristiyanlık başlangıçta karşılaştığı zulme rağmen İmparatorluk içinde yayılmaya başladı. İmparator Nero döneminden itibaren Roma'nın Hristiyanlığa karşı resmî tavrı olumsuzdu. İnsanlar sırf Hristiyan oldukları için ölümle cezalandırılabiliyordu. İmparator Diokletian yönetiminde Hristiyanlara yönelik zulüm doruğa çıktı. Ancak Büyük Konstantin döneminde Hristiyanlık Roma devletinde resmî olarak desteklenen bir din haline geldi ve oldukça popüler oldu. İmparator Iulianos döneminde pagan inanışın başarısızlıkla sonuçlanan diriltilme çabalarından sonra Hristiyanlık imparatorluğun kalıcı dini haline geldi.[83] 391 yılında imparator I. Theodosius'un bir fermanıyla Hristiyanlık dışındaki tüm dinler yasaklandı.[84]
Roma resim sanatında Yunan etkileri görülür. Günümüze kalan örnekler ağırlıklı olarak şehir dışındaki villaların duvarlarını ve tavanlarını süslemek için kullanılan fresklerdir. Ancak Roma edebiyatında tahta, fildişi ve başka malzemelerin üzerine yapılan resimlerden de bahsedilir.[85][86] Pompei'de Roma resim sanatına ait birçok örnek bulunmuştur ve bunlara dayanarak sanat tarihçileri Roma resim sanatı tarihini dört döneme ayırırlar. Roma resim sanatının birinci üslubu MÖ 2. yüzyılın başından MÖ 1. yüzyılın başlarına ya da ortalarına kadar olan dönemde uygulanmıştır. Roma resminin ikinci üslubu MÖ 1. yüzyılın ilk yıllarında başlamış ve üç boyutlu mimari çizgileri ve manzaraları gerçekçi bir şekilde resmetmeyi amaçlamıştır.
Üçüncü üslup Augustus'un (MÖ 27-MS 14) döneminde ortaya çıkmış ve basit süslemeyi tercih ederek ikinci üslubun gerçekçiliğini reddetmiştir. Ufak bir mimari görüntü, manzara veya soyut tasarım tek renkli bir fonun ortasına konuluyordu. MS 1. yüzyılda ortaya çıkan dördüncü üslup ise mimari detayları ve soyut desenleri muhafaza ederek mitolojiden sahneler resmediyordu.[85][86]
Portre heykelciliği genç ve klasik orantıları kullanıyordu, daha sonradan gerçekçilik ve idealizmin bir harmanına doğru evrilmiştir. Antonin ve Severan dönemlerinde daha gösterişli saçlar ve sakallar ağırlık kazandı. Ayrıca Roma zaferlerini resmeden kabartma sanatında da ilerleme kaydedilmiştir.
Latince edebiyat başlangıcından itibaren Yunan yazarlardan ciddi biçimde etkilenmiştir. Günümüze kalan en eski çalışmalardan bazıları Roma'nın erken dönem askeri tarihinin destansı anlatımlarıdır. Cumhuriyet geliştikçe yazarlar da şiir, komedi, tarih ve tragedya yazmaya başladılar.
Roma müziği büyük ölçüde Yunan müziğine dayanıyordu ve Roma hayatının birçok alanında önemli bir rolü vardı.[87] Roma ordusunda tuba (uzun bir trompet) ve cornu (kornoya benzeyen bir çalgı) bazı emirleri vermek için kullanılırdı. Öte yandan bucina ve lituus törenlerde kullanılırdı.[88] Müzik amfitiyatrolarda dövüş aralarında ve odea'da çalınırdı.[89] Dinî törenlerin çoğunda müzik çalınırdı.[90] Bazı müzik tarihçileri müziğin tüm kamusal kutlamalarda kullanıldığını düşünmektedir.[87] Ancak müzik tarihçileri Romalı müzisyenlerin müzik kuramına veya çalımına önemli bir katkıda bulunup bulunmadığı konusunda emin değiller.[87]
Pompei ve Herkulaneum'da bulunan grafitiler, genelevler, resimler ve heykeller Romalıların gayet seks doygunu bir kültüre sahip olduklarını ortaya koymaktadır.[91]
Roma gençliği zıplama, güreş, boks ve yarış gibi çeşitli oyun ve egzersizlerle uğraşırdı.[92] Taşrada zenginler boş zamanlarında balık tutmakla ve avcılıkla da vakit geçirirlerdi.[93] Romalıların, içlerinden biri Amerikan hentbolunu andıran çeşitli top oyunları da vardı.[92] Zar oyunları, kutu oyunları ve kumar oyunları Romalılar arasında oldukça popülerdi. Kadınlar bu aktivitelere katılmazdı. Zenginler arasında zaman zaman müzik, dans ve şiir okumasının da olduğu akşam yemeği davetleri bir eğlence imkânıydı.[94] Her ne kadar eğlence kabilinden yemekler genellikle tavernaları hor görmek anlamına gelse de plebler de bazen bu tür partilere kulüpler veya tanıdıklar vasıtasıyla katılırlardı.[94] Çocuklar oyuncaklarla vakit geçirir ve birdirbir gibi oyunlar oynarlardı.[93][94]
Popüler bir eğlence türü de gladyatör dövüşleriydi. Gladyatörler muhtelif senaryolara göre muhtelif silahlarla ya ölümüne ya da "ilk kana" göre dövüşürlerdi. Bu dövüşler imparator Claudius döneminde popülerliklerinin zirvesine ulaştı ve Claudius dövüşün nihaî sonucunun imparator tarafından bir el jestiyle belirlenmesi kuralını getirdi. Filmlerdeki yaygın uygulanışın aksine bazı uzmanlar ölüm için verilen işaretin aşağı gösteren başparmağı olmadığına inanmaktadır. Her ne kadar hiç kimse jestlerin tam olarak neler olduğunu bilmese de bazı uzmanlar imparatorun ölüm işaretini yumruğunu kazanan dövüşçüye doğru uzatıp başparmağını yukarı doğru kaldırarak verdiğini, kaybeden dövüşçüyü bağışladığında ise yalnızca yumruğunu kaldırdığını düşünmektedir.[95] Başka ülkelerden getirilmiş olan hayvanların halka teşhir edildiği veya gladyatör dövüşlerine dahil edildiği hayvan gösterileri de Romalılar arasında popülerdi. Bir mahkûm ya da gladyatör silahlı veya silahsız arenaya atılır ve bir hayvan da aynı arenaya salıverilirdi. Dövüşlere katılan gladyatörler senede yalnızca on gün dövüşürlerdi ve tek bir ölümüne dövüşte bugünün parasıyla 500.000 avro kazanırlardı.
Roma'nın bir başka popüler mekanı Circus Maximus esas olarak at ve araba yarışları için kullanılırdı ve hipodromu sel bastığında deniz savaşları düzenlendiği bile olurdu. Ayrıca başka etkinlikler için de kullanılırdı.[96] 385.000 kişilik kapasiteye sahip[97] bu mekana Roma'nın her yerinden insan gelirdi. Birinde yedi büyük yumurta, diğerinde de yedi yunus bulunan iki tapınak Circus Maximus'un pistinin ortasında bulunurdu ve yarışçılar bir tur tamamladıklarında ikisinden de birer tane azaltılırdı. Bunun amacı izleyicileri ve yarışçıları yarışın istatistiklerinden haberdar etmekti. Spor mücadeleleri dışında Circus Maximus pazar ve kumar alanıydı. İmparator gibi yüksek konumdaki yetkililer de Circus Maximus'taki oyunları izlerdi zira tersi kabalık kabul edilirdi. Onlarla birlikte şövalyeler ve yarışla alakalı birçok kişi, herkesin yukarısındaki özel koltuklarında otururlardı. Ayrıca imparatorun bir takım tutması da kabalık kabul edilirdi. Bin yıldan uzun süre ayakta kalan Circus Maximus MÖ 600 yılında inşa edilmiş ve buradaki son at yarışı MS 549'da yapılmıştır.
Antik Roma dönemin en etkileyici teknolojik becerilerine sahipti. Orta Çağ'da yok olacak ve ancak 19. ve 20. yüzyıllarda yakalanacak birçok ilerleme kaydetmişlerdi. Ancak başka kültürlerin teknolojilerini benimsemek ve birleştirmek konusunda becerikli olmakla birlikte Roma medeniyetinin pek yenilikçi ve ilerlemeci olduğu söylenemez. Romalıların birçok pratik yenilikleri daha evvelki Yunan tasarımlarından uyarlanmıştı. Yeni fikirlerin geliştirilmesi pek teşvik edilmezdi. Roma toplumu büyük bir aileyi akıllıca yönetebilen belâgatı kuvvetli bir askeri ideal kabul ediyordu. Roma hukuku fikrî mülkiyet ya da keşiflerin desteklenmesiyle ilgili bir yasa içermiyordu. "Bilim adamı" ya da "mühendis" gibi kavramlar henüz yoktu ve ilerlemeler hünerlerine göre yeni teknolojileri ticaret sırrı gibi gizleyen kıskanç zanaatkârlara havale edilmişti. Yine de bir dizi hayati teknolojik hamle geliştirildi ve mükemmel biçimde kullanılarak Roma'nın hâkimiyetine ve Avrupa üzerindeki etkisine büyük katkı sağladı.
Roma mühendisliği Roma'nın teknolojik üstünlüğünde ve mirasında büyük bir paya sahipti. Yüzlerce yol, köprü, su yolu, hamam, tiyatro ve arena inşa edilmişti. Kolezyum, Pont du Gard ve Panteon gibi birçok anıt Roma mühendisliği ve kültürünün mirası olarak hâlen durmaktadır.
Romalılar özellikle mimari çalışmalarıyla ünlüydü. Roma mimarisi Yunan gelenekleriyle birlikte "klasik mimari" içinde gruplandırılır. Ancak Roma Cumhuriyeti boyunca Roma mimarisi üslup bakımından Yunan mimarisiyle neredeyse aynı olmuştur. Roma ve Yunan binaları arasında birçok fark olsa da Roma, Yunanistan'ın değişmeyen, formule edilmiş bina tasarımları ve orantılarından fazlasıyla etkilenmiştir. İki yeni sütun düzeni ve Etrüsk kemerinden alınan kubbe dışında Roma Cumhuriyeti'nin sonuna kadar çok az mimari yeniliğe imza atılmıştır.
MÖ 1. yüzyılda Romalılar sayısız cesur mimari tasarıma imkân veren betonu kullanmaya başladılar. Daha önceleri inşaat işlerinde mermer kullanılıyordu. Yine MÖ 1. yüzyılda Vitruvius muhtemelen tarihteki ilk bilimsel mimari inceleme olan De architectura'yı yazdı. MÖ 1. yüzyılın sonlarında Romalılar MÖ 50 yılı civarında Suriye'de icat edilen cam üflemeyi kullanmaya başladılar. Mozaik de Sulla'nın Yunanistan seferinden getirilen örneklerden sonra imparatorluk içinde çok popüler hale geldi.
Beton, döşemeli ve dayanıklı Roma yollarının yapımına imkân sağladı. Bu yolların büyük bölümü Roma'nın çöküşünden bin yıl sonra bile hâlâ kullanılmaktaydı. Roma İmparatorluğu içinde böyle geniş ve etkin bir seyahat ağının inşa edilmesi Roma'nın gücünü ve nüfuzunu çarpıcı bir biçimde arttırmıştı. Başlangıçta askerî amaçlarla, Roma lejyonlarını hızlı biçimde konuşlandırmak için inşa edilen bu yolların çok büyük ekonomik önemi vardı. Roma'nın bir ticaret kavşağı olarak konumunu güçlendiriyorlardı. Romalılar mola yerleri ve gereken yerlerde köprüler inşa etmişler, kuryeler için 24 saatte 800 kilometre yol kat etmeye imkân veren vardiyalı at sistemini kurmuşlardı.
Romalılar şehirlere, sanayi bölgelerine ve tarım alanlarına su sağlamak için sayısız su yolları inşa etmişlerdir. Roma şehri toplamda uzunlukları 350 kilometre olan on bir su yoluyla besleniyordu.[98] Su yollarının büyük bölümü yerin altındaydı. Yalnızca ufak bir bölümü kemerlerle desteklenmiş olarak yerin üstündeydi. Tamamen yerçekimi gücüyle işleyen su yolları iki bin yıldır aşılamayan bir etkinlikle çok büyük miktarda su taşıyorlardı. Bazen 50 metreden daha derin çukurlarda suyu yukarı çıkarmak için sifon kullanılırdı.
Romalılar sağlık koşullarında da büyük ilerlemeler yaptılar. Romalılar özellikle thermae adı verilen hamamlarıyla bilinirdi. Hamamlar hijyen kadar sosyal amaçlı da kullanılırdı. Çoğu Roma evinde tuvalet, boru tesisatı ve Cloaca Maxima adı verilen karmaşık bir kanalizasyon sistemi vardı. Bazı tarihçiler kanalizasyon ve boru tesisatlarında kullanılan kurşunun doğumlarda azalmaya ve Roma toplumunun güçten düşmesine neden olan geniş çaplı bir zehirlenmeye sebep olduğunu, bunun da Roma'nın çöküşüne yol açtığını düşünmüşlerdir. Ancak su yollarından gelen suyun akışı durdurulamadığından kurşunun içeriği en aza inmiş olmalıydı.[99]
Eski Roma ordusu (MÖ 500 civarı) dönemin diğer şehir devletleri gibi Yunan medeniyetinden etkilenmişti. Bunlar hoplite adı verilen ağır piyade taktikleri uygulayan vatandaşlardan oluşan milislerdi. Ordu küçüktü (askerlik çağına gelmiş özgür erkeklerin sayısı 9.000 kadardı) ve üçü ağır piyade, ikisi de hafif piyadelerden oluşan beş kısımda (siyasi olarak vatandaşların örgütlendiği comitia centuriata'ya paralel olarak) örgütlenmişti. Eski Roma ordusu taktik bakımından sınırlıydı ve bu dönemdeki varlığı esas olarak savunmaya yönelikti.[100] MÖ 3. yüzyıla gelindiğinde Romalılar hoplite tertibinden vazgeçerek muharebe alanında daha bağımsız hareket edebilen, sayıları 120 ilâ 160 arasında değişen maniple adında daha esnek bir sistem kurdular. Destek askerleriyle her biri on manipleden oluşan üç destek hattının oluşturduğu 30 maniplelik bir grup bir lejyon oluyordu. Eski cumhuriyet lejyonu her biri farklı donanıma sahip ve dizilişteki yerleri farklı, üç manipular ağır piyade (hastai, principeler ve triarii), bir hafif piyade gücü (veliteler) ve süvarilerden (equiteler) meydana gelen beş kısımdan oluşuyordu. Yeni örgütlenmeyle birlikte ordu komşu şehir devletlere karşı daha saldırgan ve mütecaviz bir yönelim içine girdi.[101]
Tam gücüyle erken dönemde bir Cumhuriyet lejyonu 3.600 ilâ 4.800 arasında değişen miktarda ağır piyade, birkaç yüz hafif süvari ve birkaç yüz süvari ile toplamda 4.000 ile 5.000 arasında değişen miktarda adamdan oluşurdu.[102] Lejyonlar asker alımındaki noksanlıklar ya da kazalar, savaşlardaki kayıplar, hastalı ve firar yüzünden sık sık güç kaybederdi. İç savaş sırasında Pompey'in lejyonları yeni askerlerden kurulduğu için tam güce sahipti. Öte yandan Sezar'ın lejyonları ise uzun Galya seferi yüzünden normal güçlerinin çok altındaydılar. Bu durum yardımcı kuvvetler için de geçerliydi.[103]
Goldsworthy'nin anlattığına göre gerek Yunan ve Romalı phalanx (mızraklı, kalkanlı asker alayı), gerekse Roma lejyonları düşmanla tek seferlik, hızlı ve sonuca götüren büyük ölçekli muharebelerde savaşmak üzere tasarlanmıştı. Bunda genellikle oldukça başarılıydılar.[104] Cumhuriyetin son dönemlerinde (MÖ 100 civarları) Marius'un reformları sırasında örgütlenmede yapılan yeni değişiklikler orduyu daha esnek, çabuk toparlanan ve çok yönlü bir güç haline getirdi. Lejyon artık eski maniplenin (artık adları centuriae idi ve kumandanları da centuriandı) üçünden meydana gelen her biri 480 adamdan oluşan on piyade taburuna bölünmüştü.[105] Ayrıca veliteler ve (muhtemelen) equiteler saf dışı bırakılmış yerlerine auxilia (süvariler, okçular ve sapancılardan oluşan yedek birlikler) ve hafif piyadeler (genellikle vatandaş olmayanlardan kurulurdu) getirilmişti. Lejyon içinde bundan başka alt bölümler olmamakla birlikte lejyonerlerin beraberinde doktorlar, mühendisler, teknisyenler, topçular gibi çok sayıda vasıf sahibi adam bulunurdu.[106] Bir piyade taburundaki centuriaeler birleşik bir komuta yapısına sahiptiler ve taburdaki diğer centuriaeler ile tek bir birim olarak çalışmakta deneyimliydiler. Taburlar halinde örgütlenmiş bir lejyonu kontrol etmek daha kolaydı. Taburları ayırmak kolaydı. Muharebe alanında gerekli olduğunda ya da birbirinden ayrı daha küçük kuvvetlere ihtiyaç duyulduğunda bağımsız hareket edebiliyorlardı. Bu yüzden taburlar halinde örgütlenen lejyonlar neredeyse her ölçekte harekâtı yürütebiliyordu.[107]
Tarihte üç uzun süreli akım Roma ordusunun gelişimini belirler: Profesyonelleşmenin artması, askere alınanların tabanının genişlemesi ve askerî birimlerin çeşitliliğinde ve esnekliğinde bir artış. Cumhuriyet döneminin sonuna kadar tipik bir lejyoner kırsal kesimden (adsiduus) mülk sahibi bir çiftçi vatandaştı.[108] Belirli harekâtlarda (genellikle yıllık) görev yapar, kendi teçhizatlarını ve equite iseler kendi binek hayvanlarını tedarik ederlerdi. Harris'e göre MÖ 200'e kadar ortalama bir çiftçi (eğer hayatta kalırsa) altı veya yedi harekâtta görev alabiliyordu. Azlolunanlar, köleler (her nerede yaşarlarsa yaşasınlar) ve şehirde oturan vatandaşlar ender yaşanan acil durumlar dışında orduda görev yapmıyorlardı.[109] MÖ 200'den sonra insan gücüne duyulan ihtiyacın artmasıyla kırsal alanlardaki ekonomik şartlar bozuldu, dolayısıyla da askerlik için gerekli mülk nitelikleri düştü. MÖ 107'de Gaius Marius ile başlayarak mülksüz vatandaşlar ve bazı şehirli vatandaşlar (proletarii) da teçhizatları sağlanarak askere alınmaya başladı ancak lejyonerlerin büyük bölümü yine kırsal kesimdendi. Hizmet süreleri devamlı ve uzun hale geldi. Eğer gerekirse 20 yıl kadar sürebiliyordu ancak Brunt bu sürenin genellikle altı ya da yedi yıl olduğunu savunur.[110] MÖ üçüncü yüzyıldan başlayarak lejyonerlere stipendium ödenirdi (miktarı tartışmalıdır ama Sezar'ın askerlerinin maaşlarını yılda 225 denarii yaparak iki katına çıkardığı bilinmektedir). Lejyonerler başarılı harekâtlarda yağma yapabilir ve komutanlarından ganimet alabilirlerdi. Ayrıca Marius zamanından başlayarak emekliliklerinde toprak da verilebiliyordu.[111] Bir lejyona eşlik eden süvari ve hafif piyadeler genellikle görev yaptıkları bölgeden toplanırdı. Bu askerler yerel şartları tanır ve bölgeye uygun bir tarzda savaşırlardı.[112] Sezar Galya seferinde görev yapmaları için Gallia Narbonensis'deki vatandaş olmayan nüfustan Beşinci Alaudae adında bir lejyon kurmuştu.[113] İç savaş sırasında büyük ordulara ihtiyaç duyulduğundan iki taraf da vatandaş olmayanlardan meydana gelen lejyonlar kurmuştu.[112] Augustus dönemine gelindiğinde vatandaş asker fikrinden vazgeçildi ve lejyonlar tamamen profesyonel hale geldi. Lejyonerler yıllık 900 sesterius kazanıyordu ve emekliliklerinde 12.000 sesterius alabiliyorlardı.[114]
İç savaşın sonunda Augustus askerleri tahliye edip, lejyonları dağıtarak Roma askerî güçlerini yeniden örgütledi. 28 lejyon oluşturdu. Bunlar artık Ren ve Tuna nehirleri tarafındaki sınır ve Suriye'deki daimî kamplarda konuşlanıyordu. 150.000 vatandaş lejyonerden, yaklaşık aynı miktarda auxilia ve büyüklüğü bilinmeyen deniz kuvvetlerinden oluşan bu ordu imparatorluğun son dönemlerine kadar standart bir şekilde devam etti.[115] Principate döneminde birkaç istisna dışında[116] savaşlar daha küçük ölçekte yürütüldü. Auxilia daha büyük birimler halinde örgütlenmedi ve bağımsız taburlar olarak kaldı. Lejyoner askerler de lejyondan ziyade taburlar olarak faaliyet gösteriyordu. Süvarileri ve lejyonerleri tek bir tertipte bir araya getiren yeni cohortes equitae garnizonlarda ve uç karakollarda konuşlandırılıyordu. Bunlar kendi başlarına ufak dengeli kuvvetler şeklinde savaşabildikleri gibi diğer ufak birliklerle bir araya gelip lejyon büyüklüğünde bir kuvvet oluşturabiliyorlardı. Esneklikteki bu artış zaman içinde Roma askerî güçlerinin uzun vadeli başarılarının sağlanmasında yardımcı oldu.[117]
İmparator Gallienus imparatorluğun nihaî askerî yapısını oluşturacak yeni bir örgütlenme başlatmıştır. Sınırlardaki sabit noktalardan bazı lejyonerleri çeken Gallienus yeni seyyar kuvvetler (Comitatenses veya arazi orduları) yaratmış ve stratejik yedek güçler olarak sınırların gerisine ve belirli bir uzaklığa konuşlandırmıştır. Bu yapılanma saldırı durumunda sınırı güçlendirmek için askerleri bir eyaletten diğerine taşıma ihtiyacını azaltmıştır. Sabit noktalardaki sınır askerleri (limitanei) savunmanın birinci hattı olmaya devam etmiştir. Diocletianus bu yeni örgütlenmeyi eski haline getirmiş ancak bu yapılanma 4. yüzyıl ortalarında örnek haline gelmiştir. Diokletianus ayrıca Tetrarşi adı verilen imparatorluğun doğu ve batı kısımlarının birer Augustus (imparator) ve Sezar (imparator vekili) tarafından yönetildiği sistemi de getirmiştir. Her biri sınırlara yakın farklı yerlerde ikamet edecek ve sorumlu oldukları bölgedeki askerlere komuta edeceklerdi.[118] Arazi ordusunun temel birimi alaydı. Piyadeler, lejyonlar ve auxilia'dan, süvariler ise vexellationelerden oluşuyordu. Eldeki bulgulara göre piyade alaylarının gücü 1.200 asker, süvarilerin ise 600 askerdi. Ancak çoğu kayıtlar asker sayılarının daha az olduğunu göstermektedir (800'e 400). Çoğu piyade ve süvari alayları bir comesin kumandanlığında çiftler halinde görev yapıyorlardı. Romalı askerlere ilaveten arazi ordularında foederati adı verilen müttefik kabilelerden alınmış "barbar" alayları da bulunuyordu. 400 yılına gelindiğinde foederati alayları Roma ordusunun daimî birlikleri haline geldi. İmparatorluk teçhizatlarını sağlıyor ve maaşlarını veriyordu. Başlarında Romalı bir tribune vardı ve bu alaylar tıpkı diğer Romalı alaylar gibi kullanılıyordu. Foedetainin dışında imparatorluk lejyonlarla birlikte savaşmak üzere başka barbar gruplarını da arazi ordularına entegre etmeden kullanmıştır. Önderliklerini mevcut en yetkili Roma generalinin kumandanlığında kendi subayları yapardı.[119]
Ordunun liderlik yapısı Roma tarihi içinde büyük evrimler geçirmiştir. Monarşi döneminde hoplite ordular Roma krallarının yönetimindeydi. Roma Cumhuriyeti'nin erken ve orta dönemlerinde ise askerî güçler her yıl seçilen iki konsülden birinin komutasındaydı. Cumhuriyetin sonraki dönemlerinde senato seçkinleri cursus honorum olarak bilinen kamu görevlerinin normal sırasınca önce quaestor (genellikle arazi kumandanlarına vekil olarak atanırlardı), sonra praetor (bazen eyalet valisi olarak atanır ve bölgedeki askerî güçlerden sorumlu olurlardı), sonra da konsül (tüm askerî güçlerin baş kumandanı) olarak görev yapıyorlardı. Praetor veya konsül görevi tamamlandıktan sonra bir senatör senato tarafından propreator veya proconsul (bir önceki en yüksek konumuna göre) olarak bir dış eyaleti yönetmekle görevlendirilebilirdi. Alt kademe yöneticiler (centurion seviyesindekiler değil) kendi clientelaelerindeki kumandanlar tarafından ya da senato seçkinleri içindeki siyasi müttefiklerin önerdikleri kişiler arasından seçilirdi.[120] En önemli siyasi önceliği orduyu daimî ve tek bir kumandanlık altında toplamak olan Augustus döneminde imparator tüm lejyonların yasal komutanı oldu. Ancak kumandanlığı senato seçkinleri arasından tayin ettiği legatus (elçi) aracılığıyla yapıyordu. Tek bir lejyonun olduğu bir eyalette elçi lejyona kumandanlık eder (legatus legionis) ve aynı zamanda eyaletin valiliğini yapardı. Öte yandan birden fazla lejyonun olduğu bir eyalette her lejyon bir elçi tarafından komuta edilir ve elçilere de eyalet valisi kumandanlık ederdi (daha yüksek rütbeli bir elçi).[121] İmparatorluk döneminin sonraki aşamalarında (Diokletian'dan itibaren denilebilir) Augustus'un modelinden vazgeçildi. Eyalet valilerin elinden askerî otorite alındı ve eyaletlerdeki orduların komutası imparator tarafından tayin edilen generallere (duceler) verildi. Bunlar Romalı seçkinlerden değildi. Ordu kademelerinden yükselmiş ve daha fazla askerlik tecrübesi olan kimselerdi. Giderek artan biçimde bu generaller (bazen başarılı da olarak) kendilerini tayin eden imparatorların konumlarına el koymaya çalışmışlardır. Azalan kaynaklar, artan siyasi kargaşa ve iç savaş sonunda Batı İmparatorluğu'nu komşu barbarların saldırılarına ve el koymalarına müsait hale getirmiştir.[122]
Öte yandan Roma donanması hakkında Roma ordusuna kıyasla daha az bilgi vardır. MÖ 3. yüzyıl ortalarına kadar duumviri navales adı verilen subaylar esas amacı korsanlarla mücadele olan yirmi gemilik filolara kumandanlık ederdi. MÖ 278 yılında bu filoların yerini müttefik güçler aldı. Birinci Pön Savaşı sırasında daha büyük filoların inşası zorunlu hale geldi ve müttefiklerin yardımları ve finansmanlarıyla daha büyük filolar inşa edildi. Müttefiklere yönelik bu itimat Roma Cumhuriyeti'nin sonuna kadar devam etti. Quinquireme Pön Savaşları sırasında her iki tarafın da kullandığı başlıca savaş gemisiydi. Augustus döneminde yerini daha hafif ve manevra kabiliyeti daha yüksek olan gemiler aldı. Trireme ile kıyaslandığında quinquireme tecrübeli ve tecrübesiz adamların karışımından oluşan bir mürettebatın kullanılmasına imkân veriyordu (esas olarak kara gücü olan bir ordu için avantaj). Gemilere genellikle vatandaş olmayan navarch (centurionun muadili bir rütbe) kumandanlık ederdi. Potter'a göre filo ağırlıklı olarak yabancılardan oluştuğu için donanma da Romalı kabul edilmezdi ve bu sebeple de barış dönemlerinde körelmeye müsaitti.[123]
Eldeki bilgilere göre imparatorluğun son döneminde (350 civarı) Roma donanması, savaş gemileri ile ikmal ve ulaştırma amaçlı gemilerden oluşan birkaç filodan oluşuyordu. Savaş gemileri üç veya beş sıra kürekçi tarafından çekiliyordu. Filoların üsleri batıda Ravenna, Arles, Aquilea, Misenum ve Somme nehrinin ağzı; doğuda ise İskenderiye ve Rodos gibi limanlardı. Önde gelen generallerin hem orduya, hem de donanmaya kumandanlık etmiş olmaları deniz kuvvetlerinin bağımsız bir kuvvet olarak değil ordunun yedek gücü olarak görüldüğünün göstergesidir. Bu dönemdeki komuta yapısı ve filoların gücü bilinmemekle birlikte filoların valilerin komutasında olduğu bilinmektedir.[124]
Antik Roma'ya yönelik ilgi muhtemelen Fransa'da Aydınlanma Çağı'nda başlamıştır. Charles Montesquieu Considérations sur les causes de la grandeur des Romains et de leur décadence adlı bir kitap yazmıştır. Konuyla ilgili ilk büyük çalışma Edward Gibbon'ın 2. yüzyılın sonundan Doğu Roma'nın 1453'te yıkılışına kadarki dönemi içeren Roma İmparatorluğu'nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi adlı kitabıydı. Montesquieu gibi Gibbon da Roma vatandaşlarının faziletini övmüştür. Barthold Georg Niebuhr Roma Tarihi adlı kitapta Birinci Pön Savaşı'na kadarki dönemi anlatmıştır. Napolyon döneminde Victor Duruy Romalıların Tarihi adlı kitabı yazmıştır. Kitapta o dönemde popüler olan Jül Sezar dönemini öne çıkarmıştır. Theodor Mommsen'in Roma Tarihi, Roma anayasa hukuku ve Corpus Inscriptionum Latinarum adlı kitaplarının hepsi birer kilometre taşıdır. Daha sonraları Guglielmo Ferrero'nun Roma'nın Büyüklüğü ve Çöküşü yayımlanmıştır.
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.