Remove ads
Geçmişin, insanlık tarihinin maddi kültür yoluyla incelenmesi Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Arkeoloji, arkeolojik yöntemlerle ortaya çıkarılmış kültürleri, sosyoloji, coğrafya, tarih, etnoloji, antropoloji, nümizmatik, filoloji, gibi birçok bilim dalından yararlanarak araştıran ve inceleyen bilim dalıdır. Türkçeye yanlış bir şekilde "kazıbilim"[1] olarak çevrilmiş olsa da kazı, arkeolojik araştırma yöntemlerinden sadece bir tanesidir. Arkeoloji asıl olarak insanlığın kültürel geçmişini, kültürlerin değişimini ve birbirleriyle ilişkilerini inceler.[2]
Bu maddede birçok sorun bulunmaktadır. Lütfen sayfayı geliştirin veya bu sorunlar konusunda tartışma sayfasında bir yorum yapın.
|
Arkeoloji, Yunancadaki ἀρχé ar(ch)ke: eski, eskiden kalma ve ό λόγος logos: bilgi, bilim, öğreti, öğretme, tanımlama, ortaya koyma kelimelerinden türemiştir. Kelime anlamı olarak da "Eskinin -Bilgisi, -Bilimi, - Öğretisi, -Tanımlanması ve -Ortaya Çıkarılması" anlamlarına gelebilmektedir.[3]
Arkeoloji, kendi içinde birçok farklı bilim dalını barındırmaktadır. Bunlar arasında Tarihöncesi (Prehistorya) arkeolojisi, Klasik arkeoloji, Protohistorya ve Önasya arkeolojisi, Mısır arkeolojisi, Tevrat arkeolojisi ve Orta Çağ arkeolojisi sayılabilir.
Arkeoloji, yazılı tarihten önce ve sonra yaşamış insanlara ilişkin bilgi edinme olanağı sağlaması açısından özellikle önemlidir. Bu bilim dalının uzmanları olan arkeologlar araç, eşya, sikke ve yapı kalıntılarını inceleyerek, eski insanların nasıl yaşadıklarını anlayabilirler.
Arkeologlar çalışmalarını çoğunlukla eskiden insanların yaşadığı varsayılan yerleşimleri gün yüzüne çıkararak yürütürler. Yıkılan bir kentin üstüne yenisi yapıldığından eski kentler genellikle toprağın altında kalır ve üst üste kurulan yerleşmelerin mimari (özellikle kerpiç) yıkıntıları zamanla bir tepe oluşturur. Bu tür tepeler Türkiye'de höyük, Yunanistan'da "Magula", Yakındoğu'da "Tell", İran'da "Teppe" olarak adlandırılır.
Türkiye'deki Alacahöyük, Yalıhüyük ve Çatalhöyük gibi eski yerleşmeler höyük türünü oluşturmaktadır. Ancak her arkeolojik buluntu yeri bir höyük değildir. İnler, düz yerleşme yerleri, antik kentler de arkeolojinin araştırma alanları arasında yer almaktadır.
Tarih öncesi arkeolojisi (Prehistorya arkeolojisi) yazının ortaya çıkmasından önceki dönemleri inceler. Bu incelemede kazılar çok büyük bir dikkatle yürütülür. Tarih öncesi dönemden günümüze kalan çanak çömlek parçaları, taş araçlar, mimari kalıntılar ya da organik kalıntılar çok önem taşımaktadır.
Antik Mezopotamya'da, Akad İmparatorluğu hükümdarı Naram-Sin'in tapınağı (MÖ. yaklaşık 2200) son Babil kralı Nabonidus tarafından MÖ. yaklaşık 550 yılında keşfedildi ve analiz edildi, bu nedenle Nabonidus ilk arkeolog olarak bilinmektedir.[4][5][6] Nabonidus, sadece güneş tanrısı Šamaš'ın, savaşçı tanrıça Anunitu'nun (her ikisi de Sippar'da bulunan) tapınaklarının ve Naram-Sin'in Ay tanrısı için inşa ettiği tapınağın temel kalıntılarını bulacak olan ilk kazılara liderlik etmekle kalmayıp, Harran'ı da eski ihtişamına kavuşturmuştu.[4] Ayrıca Naram-Sin'in tapınağını ararken arkeolojik bir eserin tarihini belirleyen ilk kişi o olmuştur. Tahmini yaklaşık 1.500 yıl hatalı olmasına rağmen, o dönemde doğru tarihleme teknolojisinin eksikliği göz önüne alındığında, bu yine de çok iyi bir tahmin olarak kabul edilmektedir.[4][5]
Arkeoloji bilimi (Grekçe: ἀρχαιολογία, arkeoloji, Grekçe: ἀρχαῖος, arkhaios, "antik" ve Grekçe: -λογία, -logia, " -logy ") antikacılık olarak bilinen eski ve çok disiplinli çalışmadan doğmuştur. Antika meraklıları, tarihi alanların yanı sıra antik eserlere ve el yazmalarına özellikle dikkat ederek tarihi incelemişlerdir. Antikacılık, 18. yüzyılın sloganında özetlenen, geçmişin anlaşılması için var olan ampirik kanıtlara odaklanmıştır. 18. yüzyıl antikacısı Sir Richard Colt Hoare: "Teoriden değil gerçeklerden konuşuyoruz" demiştir. Arkeolojinin bir bilim olarak sistemleştirilmesine yönelik deneme niteliğindeki adımlar, 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'da Aydınlanma döneminde gerçekleşti.
Song hanedanlığı döneminde (MS. 960–1279) Çin İmparatorluğu'nda, Ouyang Xiu[7] ve Zhao Mingcheng gibi kişiler, Shang ve Zhou dönemlerine ait eski Çin bronz yazıtlarını araştırarak, koruyarak ve analiz ederek Çin epigrafisi geleneğini kurmuşlardır.[8][9][10] 1088'de yayınlanan kitabında Shen Kuo, çağdaş Çinli bilim adamlarını, antik bronz kapları halktan zanaatkârlar yerine ünlü bilgelerin eserleri olarak nitelendirdikleri, orijinal işlevlerini ve üretim amaçlarını ayırt etmeden bunları ritüel kullanım için canlandırmaya çalıştıkları için eleştirmiştir.[11] Bu tür antika arayışları Song döneminden sonra azalmış, 17. yüzyılda Qing hanedanlığı döneminde yeniden canlandırılmış, ancak her zaman ayrı bir arkeoloji disiplini yerine Çin tarih yazımının bir dalı olarak kabul edilmiştir.
Rönesans Avrupa'sında Greko - Romen uygarlığının kalıntılarına ve klasik kültürün yeniden keşfine yönelik felsefi ilgi, Orta Çağ'ın sonlarında hümanizmle başladı.
Ancona'lı Cyriacus, Adriyatik'teki bir deniz cumhuriyeti olan Ancona'nın önde gelen İtalyan bir tüccar aileye mensup gezgin, hümanist ve antikacıydı. Çağdaşları tarafından pater antiquitatis ("antik çağın babası") ve bugün "klasik arkeolojinin babası" olarak anılmıştır: "Anconalı Cyriac, on beşinci yüzyılda Yunan ve Roma antik eserlerinin, özellikle de yazıtların en girişimci ve üretken kayıtçısıydı ve kayıtlarının genel doğruluğu ona modern klasik arkeolojinin kurucu babası olarak anılma hakkını veriyor."[12] Antik binalar, heykeller ve yazıtlar hakkındaki bulgularını kaydetmek için Yunanistan'ı ve tüm Doğu Akdeniz'i dolaştı; bunlar arasında Parthenon, Delphi, Mısır piramitleri ve hiyeroglifler gibi kendi zamanına kadar bilinmeyen arkeolojik kalıntılar da vardı.[13] Arkeolojik keşiflerini günlüğü Commentaria'ya (altı cilt halinde) kaydetmiştir.
İtalyan Rönesans hümanist tarihçisi Flavio Biondo, 15. yüzyılın başlarında antik Roma'nın kalıntıları ve topografyasına ilişkin sistematik bir rehber oluşturmuştur ve bu nedenle arkeolojinin kurucusu olarak anılmaktadır.[14]
Aralarında John Leland ve William Camden'in de bulunduğu 16. yüzyılın antika meraklıları, İngiliz kırsalında araştırmalar yürütmüşler, karşılaştıkları anıtları çizmişler, tanımlamışlar ve yorumlamışlardır.[15][16]
Oxford English Dictionary'de ilk kez 1824'te "arkeolog"dan bahsedilmektedir. Bu kısa süre sonra antikacılık faaliyetinin önemli bir dalı için olağan terim haline gelmiş bulunuyordu. "Arkeoloji", 1607'den itibaren, başlangıçta genel olarak "antik tarih" dediğimiz şey anlamına geliyordu; daha modern anlamıyla ilk kez 1837'de görülmüştür. Bununla birlikte, 1685 yılında, kendinin de dahil olduğu antik çağ çalışmalarını tanımlamak için "arkeoloji" nin en eski tanımlarından birini, Roma yazıtlarının transkripsiyonlarından oluşan bir koleksiyonun önsözünde sunan kişi Jacob Spon'du. Miscellanea eruditae antiquitatis adlı seyahat yıllarını anlattığı bir eseri vardır.
On ikinci yüzyıl Hint bilim adamı Kalhana'nın yazıları, yerel geleneklerin kaydedilmesini, arkeolojinin en eski izlerinden biri olarak tanımlanan el yazmaları, yazıtlar, madeni paralar ve mimarilerin incelenmesini içermektedir. Dikkate değer eserlerinden biri, MÖ. yaklaşık 1150'de tamamlanan Rajatarangini'dir. Ve Hindistan'ın ilk tarih kitaplarından biri olarak bilinmektedir.[17][18][19]
Arkeolojik kazı yapılan ilk yerlerden biri Stonehenge ve İngiltere'deki diğer megalitik anıtlardır. John Aubrey (1626–1697), İngiltere'nin güneyindeki çok sayıda megalitik ve diğer arazi anıtlarını kaydeden öncü bir arkeologdu. Bulgularının analizinde de zamanının ilerisindeydi. El yazısının, Orta Çağ mimarisinin, kostümün ve kalkan şekillerinin kronolojik üslup gelişiminin haritasını çıkarmaya çalışmıştı.[20]
MS 79'da Vezüv Yanardağı'nın patlaması sırasında her ikisi de külle kaplanan antik Pompeii ve Herculaneum kentlerinde de İspanyol askeri mühendis Roque Joaquín de Alcubierre tarafından kazılar yapılmıştır. Bu kazılar 1748 yılında Pompeii'de, Herculaneum'da ise 1738 yılında başlamıştır. Mutfak eşyaları ve hatta insan şekilleriyle tamamlanmış kasabaların keşfi ve fresklerin gün yüzüne çıkarılması, Avrupa çapında büyük bir etki yaratmıştı.
Ancak modern tekniklerin gelişmesinden önce kazılar gelişigüzel yapılıyordu; tabakalaşma ve bağlam gibi kavramların önemi gözden kaçırılmıştı.[21]
18. yüzyılın ortalarında, Alman Johann Joachim Winckelmann Roma'da yaşadı, kendini Roma antik eserlerinin incelenmesine adadı ve yavaş yavaş antik sanata dair rakipsiz bir bilgi birikimi edindi.[22] Daha sonra Pompeii ve Herculaneum'da yürütülen arkeolojik kazıları gezdi. Winckelmann, bilimsel arkeolojinin kurucularından biridir ve stil kategorilerini geniş, sistematik bir temelde sanat tarihine uygulayan ilk kişidir.[23] Aynı zamanda Yunan sanatını dönemlere ve zaman sınıflandırmalarına ayıran ilk kişilerden biridir.[24] Winckelmann, hem "Modern arkeolojinin peygamberi ve kurucu kahramanı"[25] hem de sanat tarihi disiplininin babası olarak adlandırılmıştır.[26]
Arkeolojik kazıların babası William Cunnington'du (1754–1810). 1798'de[27] Wiltshire'da Sir Richard Colt Hoare tarafından finanse edilen kazıları üstlenmişti. Cunnington, Neolitik ve Tunç Çağı höyüklerinin titizlikle kayıtlarını yapmıştır. Bunları kategorize etmek ve tanımlamak için kullandığı terimler bugün hâlâ arkeologlar tarafından kullanılmaktadır.[28] Bununla birlikte, gelecekteki ABD Başkanı Thomas Jefferson'un da 1784 yılında Virginia'daki birkaç Kızılderili mezar höyüğünde hendek yöntemini kullanarak kendi kazılarını yapmaya başladığı kaydedilmiştir. Kazılarına "Höyük İnşa Edenler" sorusu yol açmıştır, ancak dikkatli yöntemleri ona, günümüz Yerli Amerikalılarının atalarının bu tümsekleri neden yükseltememeleri için hiçbir neden göremediğini kabul edecek kadar içgörü sağladı.[29]
19. yüzyıl arkeolojisinin en büyük başarılarından biri stratigrafinin gelişmesiydi. Birbirini takip eden dönemlere uzanan katmanların örtüşmesi fikri, William Smith, James Hutton ve Charles Lyell gibi bilim adamlarının yeni jeolojik ve paleontolojik çalışmalarından ödünç alınmıştır. Stratigrafinin arkeolojiye sistematik olarak uygulanması ilk olarak tarih öncesi ve Tunç Çağı yerleşimlerinde yapılan kazılarla gerçekleşti. 19. yüzyılın üçüncü ve dördüncü onyıllarında Jacques Boucher de Perthes ve Christian Jürgensen Thomsen gibi arkeologlar buldukları eserleri kronolojik sıraya koymaya başladılar.
Arkeolojinin titiz bir bilime dönüşmesinde önemli bir figür, 1880'lerde İngiltere'deki topraklarında kazılara başlayan ordu subayı ve etnolog Augustus Pitt Rivers[30] idi. Yaklaşımı, zamanın standartlarına göre son derece metodikti ve yaygın olarak ilk bilimsel arkeolog olarak kabul edilmektedir. Eserlerini türe göre veya " tipolojik" olarak, türler içinde ise tarihe göre veya "kronolojik" olarak düzenlemiştir. İnsan yapımı eserlerdeki evrimsel eğilimleri vurgulamak için tasarlanan bu düzenleme tarzı, nesnelerin doğru tarihlendirilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Onun en önemli metodolojik yeniliği, sadece güzel veya benzersiz olanların değil, tüm eserlerin toplanıp kataloglanması konusundaki ısrarıydı.[31]
William Flinders Petrie, meşru olarak "Arkeolojinin Babası" olarak adlandırılabilecek bir başka insandır. Hem Mısır'da hem de daha sonra Filistin'de yaptığı özenli kayıtlar ve eserler üzerindeki çalışmaları, modern arkeolojik kayıt yöntemlerinin arkasındaki fikirlerin çoğunu ortaya koydu; "Gerçek araştırma çizgisinin en küçük ayrıntıların not edilmesi ve karşılaştırılmasında yattığına inanıyorum" demiştir. Petrie, Mısırbilimin kronolojik temelinde devrim yaratan çanak çömlek ve seramik bulgularına dayalı katmanların tarihlendirilmesi sistemini geliştirmiştir ve kendi, 1880'lerde Mısır'daki Büyük Piramit'i bilimsel olarak araştıran ilk kişidir. Aynı zamanda, MÖ 14. yüzyıl firavunu Tutankhamun'un mezarını keşfederek şöhrete kavuşan Howard Carter da dahil olmak üzere, tüm Mısır bilimci nesline danışmanlık ve eğitim vermekten sorumluydu.
Halkın ilgisini çeken ilk stratigrafik kazı, 1870'lerde Heinrich Schliemann, Frank Calvert ve Wilhelm Dörpfeld tarafından antik Truva'nın bulunduğu Hisarlık kazısıydı. Bu bilim adamları, tarih öncesinden Helenistik döneme kadar birbiriyle örtüşen ve katmanlardan oluşan dokuz farklı şehri tespit ettiler. Bu arada Sir Arthur Evans'ın Girit'te Knossos'taki çalışması, aynı derecede gelişmiş bir Minos uygarlığının kadim varlığını ortaya çıkarmıştır.[32]
Arkeolojinin gelişimindeki bir sonraki önemli isim, 1920'lerde ve 1930'larda kazılara son derece disiplinli yaklaşımı ve sistematik kapsamıyla bilimin hızla ilerlemesini sağlayan Sir Mortimer Wheeler'dı. Wheeler, öğrencisi Kathleen Kenyon tarafından[33] da geliştirilen ızgaralı kazı sisteminin mucididir.
Arkeoloji 20. yüzyılın ilk yarısında mesleki bir faaliyet haline geldi ve arkeolojinin üniversitelerde ve hatta okullarda ders olarak okunması mümkün hale geldi. 20. yüzyılın sonunda profesyonel arkeologların neredeyse tamamı (en azından gelişmiş ülkelerde), mezun olmuşlardı. Deniz arkeolojisi ve kent arkeolojisinin daha yaygın hale geldiği ve artan ticari gelişme sonucunda kurtarma arkeolojisinin de geliştiği bu dönemde arkeolojiye daha fazla adapte olundu ve yenilikler devam etti.[34]
Arkeologların yapması gereken en önemli işlerden biri, ulaştıkları buluntuların hangi dönemden kaldığını saptamaktır. Bu buluntular arasında ele geçen yazılı belgeler, bu işi kolaylaştırır; ama yazılı bir belge yoksa, örneğin binlerce yıl öncesinden kaldığı tahmin edilen bir eşyanın kesin yapım tarihini bulmak çok zordur. Arkeolojinin eski yerleşmeleri ve buluntuları tarihlendirmede yararlandığı yazılı tarih öncesi dönemleri, ilk kez Danimarkalı bir arkeolog sınıflandırmıştır. Bu yazılı tarih öncesi döneme, Prehistorya ya da Tarihöncesi olarak adlandırılır. İnsanların çok sert bir taş olan çakmak taşı ve obsidyenden mikrolit adı verilen alet ve silah yaptıkları ilk dönem Taş Devri ya da Paleolitik Çağ'dır. (MÖ. 2.000.000 - 10.000) 2. devir olarak Mezolitik Çağ ise MÖ. 10.000 - 8.000 arası iki bin yıllık bir dönemi kapsar. Neolitik Çağ, 3. devir olarak sayılır ve MÖ. 8.000 - 5.500 yıllarını kapsar. Taş-bakır kullanımının arttığı 4. devir ise Kalkolitik Çağ'dır ve MÖ. 5.500 - 3.000 arası yılları kapsamaktadır. Kalkolitik Çağ kendi içinde Bakır Çağı, Tunç Çağı ve Demir Çağı olmak üzere üçe ayrılır. Bakır Çağı, alet ve eşya yapımında bakır madeninin kullanıldığı devirdir. Tunç Çağı ise alet ve silahların bakır ve kalay karışımı ile elde edilen tunçtan yapıldığı bir sonraki dönemdir. Tunçtan daha sert ve dayanıklı olan demirin kullanılmaya başlandığı Kalkolitik Çağ'ın son dönemi ise Demir Çağı'dır. Çağdaş arkeologlar Paleolitik ve Kalkolitik arasındaki çağları kendi içinde daha kısa süreli dönemlere ayırırlar.
Bir arkeolog, ortaya çıkardığı aygıtların hangi çağdan kaldığını saptasa bile bu aygıtların yapıldıkları tarihe ilişkin bilgi edinmesi her zaman kolay olmaz; çünkü bir bölgede yaşayan insanlar taştan aygıtlar kullanırken aynı dönemde başka bir bölgede insanların tunçtan aygıtlar kullandığı bilinmektedir.
Arkeolojinin en zengin kaynakları Orta Doğu'da bulunmaktadır. Mezopotamya, İran, Irak, Suriye ve Mısır'ı kapsayan Ortadoğu'yu Protohistorya ve Önasya arkeolojisi incelemektedir.
Örneğin; Antik Mısır yazısı olan hiyeroglifin 1822'de arkeologlar ve yazı uzmanları tarafından çözülmesi, arkeoloji için bir dönüm noktası oldu. Hiyeroglifin çözülmesinde kilit rol oynayan Rosetta Taşı’nda aynı sözcükler hem hiyeroglif hem de Antik Yunan yazısı ve başka bir tür Mısır yazısıyla yinelenmişti. Bu gelişme çok sayıda arkeoloğun Mısır'a ilgi göstermesine yol açtı. Yapılan kazılarla Antik Mısır’daki yaşama ilişkin yeni bilgilere ulaşıldı. Arkeolojinin en önemli buluşlarından olan Rosetta Taşı, günümüzde Londra'da British Müzesi'nde sergilenmektedir.
Eski Yunan şairi Homeros şiirlerinden birinde, 10 yıllık bir kuşatmadan sonra ele geçirilen Troya kentinin öyküsünü anlatır. Ama bu kentin nerede olduğu kesin olarak bilinmiyordu. Troya’nın gerçek yerini 1871'de Alman arkeolog Heinrich Schliemann saptadı. Schliemann, kazılarda ortaya çıkardığı buluntuları gizlice yurtdışına kaçırmasına karşın Osmanlı hükûmetinden 1876'da yeniden kazı izni aldı ve Wilhelm Dörpfeld ile birlikte Troya’daki kazıları sürdürdü. Eski krallıklara ilişkin bir başka önemli kazının yapıldığı yer Akdeniz'deki Girit Adası'ydı. Arkeolog Sir Arthur Evans, 1900'da Knossos'ta yaptığı kazılarda eski Girit krallarının yaşadığı büyük bir sarayı ortaya çıkardı. O tarihe kadar yalnızca Yunan mitolojisinin bir kahramanı sanılan Minos'un gerçek bir kral olduğu anlaşıldı. Bulunan sarayın duvarları, boğa güreşlerinin, çiçeklerin ve hayvanların sanki 3.000 yıl önce değil de, bir gün önce yapılmış gibi duran parlak renkli resimleriyle bezenmişti.
Toprak altındaki eski kentler, binlerce yıl dayanmış ve kalıntıları günümüze ulaşmıştır. Su da toprak gibi Tarih Öncesinde yaşamış olan insanların evlerini ve eşyasını zamana karşı korumuştur. Bundan dolayı suyun altında da arkeoloji için pek çok zengin malzeme bulunmaktadır. Arkeolojinin su altındaki kalıntılarını incelen dalı sualtı arkeolojisi olarak adlandırılır. 1854'te, İsviçre'nin Zürih kentindeki gölün suları çok azalınca, dibindeki eski ev kalıntıları ortaya çıktı. Arkeologlar evlerin bulundukları katmanları inceleyerek yapıldıkları dönemleri saptadılar. Bulunan tahta aygıtlar, keçeler, sepetler ve hatta elma, armut ve ekmek artıkları o insanların günlük yaşamlarına ilişkin önemli bilgiler sağladı. Türkiye'de de Bodrum ve Antalya yöresinde su altı çalışmaları yapılmış ve çok sayıda buluntu ortaya çıkarılmıştır ki bunlar Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir.
Arkeolojinin amacı geçmiş toplumlar ve insan ırkının gelişimi hakkında daha fazla bilgi edinmektir. İnsanlığın gelişiminin %99'undan fazlası, yazıyı kullanmayan tarih öncesi kültürlerde meydana gelmiştir, dolayısıyla çalışma amaçlı hiçbir yazılı kayıt mevcut değildir. Bu tür yazılı kaynaklar olmadan tarih öncesi toplumları anlamanın tek yolu arkeolojiden geçer. Arkeoloji geçmiş insan etkinliklerinin incelenmesi olduğundan, yaklaşık 2,5 yıl milyon öncesine, ilk taş aletlerin bulunduğu zamana kadar uzanır. İnsanlık tarihindeki pek çok önemli gelişme, tarih öncesi dönemde meydana gelmiştir; örneğin, homininlerin Afrika'daki Australopithecus'lardan modern Homo sapiens'e dönüştüğü Paleolitik dönemdeki insanlığın evrimi gibi. Arkeoloji aynı zamanda insanlığın birçok teknolojik ilerlemesine de ışık tutar; örneğin ateş kullanma yeteneği, taş aletlerin geliştirilmesi, metalurjinin keşfi, dinin başlangıcı ve tarımın yaratılması. Arkeoloji olmasaydı, yazının öncesine dayanan maddi kültürün insanlık tarafından kullanımına ilişkin çok az şey bilinebilir veya hiçbir şey bilinemezdi.
Ancak, arkeoloji kullanılarak yalnızca tarih öncesi, okuryazarlık öncesi kültürler değil, aynı zamanda tarih dönemlerini arkeolojinin alt disiplinleri aracılığıyla yazının keşfi sonrası dönemler ve okuryazar kültürler de incelenebilir. Antik Yunan ve Mezopotamya gibi pek çok okuryazar kültürün hayatta kalan kayıtları genellikle eksik ve bir dereceye kadar önyargılıdır. Pek çok toplumda okuryazarlık, din adamları, saray ya da tapınak bürokrasisi gibi elit sınıflarla sınırlı olmuştur. Aristokratların okuryazarlığı bazen tapu ve sözleşmelerle sınırlı kalmıştır. Elitlerin çıkarları ve dünya görüşleri çoğu zaman halkın yaşamlarından ve çıkarlarından oldukça farklıdır. Bu yüzden genel nüfusu daha iyi temsil eden insanlar tarafından üretilen yazıların kütüphanelere girmesi ve gelecek nesiller için orada saklanması pek mümkün değildi. Bu nedenle, yazılı kayıtlar sınırlı sayıda bireyin, genellikle de daha büyük nüfusun küçük bir kısmının önyargılarını, varsayımlarını, kültürel değerlerini ve muhtemelen aldatmacalarını yansıtma eğilimindedir. Bu nedenle yazılı kayıtlara tek kaynak olarak güvenip, sadece bu kaynaklar ile bir görüş belirtmek her zaman doğru bir yargı olmayabilir. Maddi kayıtlar ise, örnekleme yanlılığı ve farklı koruma gibi kendi önyargılarına tabi olmasına rağmen, toplumun adil bir temsiline daha yakın olabilmektedir.
Çoğu zaman arkeoloji, geçmişteki insanların varlığını ve davranışlarını öğrenmenin tek yoludur. Binlerce yıl boyunca binlerce kültür, toplum ve milyarlarca insan gelip gitmiştir; bunlar hakkında çok az yazılı kayıt vardır veya hiç yazılı kayıt yoktur ya da mevcut kayıtlar için yanlış beyanda bulunuluyordur veya bu kaynaklar eksiktir. Bugün bilindiği şekliyle yazı, MÖ. 4. bin yıla kadar insan uygarlığında mevcut değildi. Buna karşılık Homo sapiens en az 200.000 yıldır vardır. Bunun yanında diğer Homo türleri de milyonlarca yıldır varolmuştur (bkz. İnsanın evrimi). Bu uygarlıkların en çok bilinenleri tesadüf değildir; yüzyıllardır tarihçilerin araştırmasına açıkken, tarih öncesi kültürlerin incelenmesi ancak son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Birçok olay ve önemli insan uygulamaları, okuryazar bir medeniyette resmi olarak kaydedilmemiş olabilir. İnsan uygarlığının ilk yıllarına (tarımın gelişimi, halk dininin kült uygulamaları, ilk şehirlerin doğuşu) ilişkin her türlü bilginin arkeoloji ile öğrenilmesi ve bilinmesi gerekir.
Bilimsel önemlerinin yanı sıra, arkeolojik kalıntılar bazen onları üreten insanların torunları için politik veya kültürel öneme, koleksiyoncular için parasal değere veya güçlü bir estetik çekiciliğe sahiptir. Pek çok kişi arkeolojiyi geçmiş toplumların yeniden inşası yerine bu tür estetik, dini, politik veya ekonomik hazinelerin kurtarılmasıyla özdeşleştirmektedir.
Bu görüş genellikle Raiders of the Lost Ark, The Mummy ve King Solomon's Mines gibi popüler kurgu eserlerin insanlar arasında yarattığı etki ile benimsenmektedir. Gerçekçi olmayan konular daha ciddi bir şekilde ele alındığında, sahte bilim suçlamaları her zaman bunların savunucularına yöneltilmektedir (bkz. Sahte Arkeoloji). Ancak gerçek ya da kurgusal bu çabalar modern arkeolojiyi temsil etmemektedir.
Arkeolojik teoriye ilişkin tüm arkeologların bağlı olduğu tek bir yaklaşım yoktur. 19. yüzyılın sonlarında arkeoloji gelişmeye başladığında, arkeolojik teoriye uygulanacak ilk yaklaşım, kültürlerin neden değiştiğini ve uyarlandığını vurgulamaktan ziyade neden değiştiğini ve uyarlandığını açıklama hedefini benimseyen, dolayısıyla tarihi vurgulayan kültür-tarih arkeolojisi ve ayrıntıcılıktı. 20. yüzyılın başlarında, mevcut toplumlarla (Yerli Amerikalılar, Sibiryalılar, Mezoamerikalılar vb. gibi) doğrudan devam eden bağları olan geçmiş toplumları inceleyen birçok arkeolog, doğrudan tarihsel yaklaşımı izlemiş ve geçmiş ile çağdaş etnik ve kültürel gruplar arasındaki sürekliliği karşılaştırmıştır.
1960'larda, büyük ölçüde Lewis Binford ve Kent Flannery gibi Amerikalı arkeologların önderlik ettiği, yerleşik kültürel tarih arkeolojisine isyan eden bir arkeolojik hareket ortaya çıkmıştır.[35][36] Flannery ve Binford, daha "bilimsel" ve "antropolojik" olacak, hipotez testi ve bilimsel yöntemin süreçsel arkeoloji olarak bilinen şeyin çok önemli kısımları olan bir "Yeni Arkeoloji" önerdiler.
1980'lerde İngiliz arkeologlar Michael Shanks,[37][38][39][40][41] Christopher Tilley, Daniel Miller ve Ian Hodder'ın[42][43][44][45][46][47][48] önderliğinde yeni bir postmodern hareket ortaya çıkmıştır. Bu süreç sonrası arkeoloji olarak bilinir hale geldi. Süreççiliğin bilimsel pozitivizme ve tarafsızlığa çağrısını sorguladı ve daha özeleştirel bir teorik düşünümselliğin önemini vurguladı. Ancak bu yaklaşım, süreççiler tarafından bilimsel titizlikten yoksun olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir ve hem süreççiliğin hem de süreç sonrası yaklaşımın geçerliliği hâlâ tartışılmaktadır. Bu arada, tarihsel süreççilik olarak bilinen başka bir teori, süreç ve süreç sonrası arkeolojinin yansıma ve tarih vurgusunu birleştirmeye çalışan bir teori ortaya çıkmıştır.[49]
Arkeolojik teori artık neo-evrimci düşünce, [35] fenomenoloji, postmodernizm, vekalet teorisi, bilişsel bilim, yapısal işlevselcilik, cinsiyet temelli ve feminist arkeoloji ve sistem teorisi dahil olmak üzere çok çeşitli etkilerden faydalanmaktadır.
Eskiden zengin hazineler, saraylar ve tapınaklar bulma umuduyla kaçak kazılar yapılırdı. Sıradan insanların yaşadıkları yerler definecileri ilgilendirmiyordu. Oysa arkeologlar geçmişi iyi anlayabilmenin yolunun, bulunabilen her şeyi incelemekten geçtiğini bilirler. Arkeologlar buluntuları incelerken, o topluluğun ekonomisini, değişik işleri ve görevleri olan insanlar arasındaki ilişkileri ve dinsel inanışlarını da araştırıyorlar. Yetiştirdikleri bitkilere ve hayvanlara bakarak insanların çevrelerini nasıl değiştirdiklerini, kendilerinin de çevreden nasıl etkilendiğini anlamaya çalışıyorlar.
Ortadoğu'da bazı arkeologlar çöllerde araştırmalar yaparak, kentlerin henüz kurulmadığı ve uygarlıkların yerleşmediği dönemlerdeki göçebe topluluklara ilişkin bilgi edinmeye çalışıyorlar. Çok kısa bir süre öncesine kadar kitaplarda, elyazmalarında ve iyi korunmuş yapılarda Orta Çağa ilişkin yeterince bilgi bulunduğu sanılıyordu. Yakın tarihlerde bu alanda da yepyeni gelişmeler oldu. Birçok araştırmacı son 200 yılda yapılmış kanalları, demiryollarını, fabrikaları konu alan sanayi arkeolojisi alanında çalışıyor. Günümüzde kısaca, geçmişe ilişkin her şey arkeolojinin kapsamına girmektedir.
Havadan çekilen fotoğraflar arkeologların çalışmalarına büyük katkı sağlamaktadır. Bu fotoğraflar, araştırılacak alanı yere serilmiş bir harita gibi gösterir. Örneğin, birbirine bağlı kısa, düzenli yollar ya da setler Roma dönemini işaret eder. Güneş ışınlarının eğik olduğu saatlerde çekilmiş fotoğraflarda görülen hafif tümsekler ve çukurlar ise buralarda eski yerleşmelerin izlerini gösterir. Bunlar hisar, hendek ve yapı kalıntıları olabilir.
Yılın belli zamanlarında çimenlerin ya da ekinlerin renginde ve boyunda gözlenen bazı değişiklikler de arkeologlara önemli ipuçları verir. Örneğin, bir tarlanın genelinde tahıllar yeşilken bir bölümü kısa zamanda olgunlaşıp sararmış olması, o toprağın altında taştan dayanakların bulunduğunu gösterir. Eğer tarlanın altında doldurulmuş çukurlar ya da hendekler varsa, buralarda su birikeceği için, ekili ürünün olgunlaşması gecikir. Bu yerler fotoğraflarda yeşil çizgiler ya da noktalar olarak göze çarpar. Bu tür belirtilerden birçok eski yerleşme yeri saptanmış ve gün ışığına çıkartılmıştır.
Toprak altında kalmış çanak çömlek ocakları, pişmiş kilde bulunan magnetik güçten dolayı, duyarlı magnetometrelerle (magnetik güç ölçme aleti) saptanabilir. Bir zamanlar canlıların yaşamış olduğu ve organik maddelerin bulunduğu yerlerde de, çevrelerine göre daha çok magnetizma vardır. Arkeologlar magnetometreyle çanak çömlek ya da çini gibi eşyanın bulunduğu ve insanların yaşadığı yerleri kolayca saptayabilirler.
Alan araştırmasında kullanılan bir başka yöntem de, topraktaki direncin elektrikle ölçülmesidir. İçi nemli toprakla dolu bir hendek daha az, taş duvarlar ya da sert zeminler daha çok direnç gösterir.
Ekili tarlalarda toprak sürülürken ortaya çıkmış bir çömlek ya da çini parçası ile tümsek ya da çukurlar, bir arkeoloğun buradaki eski kalıntıları bulmasına yardımcı olur. Ayrıca, eski haritalardan, belgelerden, yer adlarından ve yerel geleneklerden de yeni ipuçları çıkarılabilir ve dünya da pek çok yerleşme kalıntısı bu yolla bulunmuştur.
Çağdaş kazıların nasıl yürütüldüğünü daha iyi anlayabilmek için, Roma dönemi bir evin yapılış öyküsünü örnek almak iyi bir yol olabilir. Çünkü arkeologlar günümüzde Roma dönemi bir evi ortaya çıkarmak üzere kazıya başladığında, bu öyküyü sondan başa doğru yeniden kurmaktadır. Roma dönemin yapı ustası, bir evi yapmaya giriştiğinde önce toprağı temizler, ardından temel çukurlarını kazar. Sonra, mozaiklerle resimler ya da motifler yaparak zemini döşer. Duvarları örüp üstünü bir çatıyla kapatır.
Ev artık oturulacak hale gelmiştir ve insanlar gelip yerleşirler. Ustanın cebinden düşen bir metal para evin temelinde kalabilir. Evde yaşayanlar bazı küçük eşyasını evde yitirebilir. Kırılan çanak çömlek parçaları çöp çukuruna atılır. Böylece evde yaşayanların öteberileri kıyıda köşede kalabilir. Arkeolojide bu süreç yerleşme dönemi olarak adlandırılır. Daha sonra bir savaştan dolayı insanlar yaşardığı evi terk etmek zorunda kalabilir, ev bir depremde çökebilir. Artık içinde insanın yaşamadığı evin zamanla tamamen çöker; ahşap kısımları çürür, duvarlar yıkılır. Aradan uzun yıllar geçince de ev bütünüyle toprağın altında kalır. Aradan yüzyıllar geçince üzerindeki toprak dümdüz olur. Burası ekili bir alan haline gelebilir ya da üzerine yine bir ev yapılabilir.
Arkeologlar önce toprak altında böyle bir evin varlığını saptar. Kazı alanının tümünü ya da çevresini ince çelik çubuklarla çevirir. Bu, kazı boyunca yapılacak ölçümlerin doğruluğu, çıkarılacak plan ve sonuçların güvenilirliği için gereklidir. Artık sıra, çatıdan temele doğru bütün tabakaları tek tek özenle kaldırmaya gelmiştir.
İlk tabakaya ulaşıncaya değin kazı makineleri kullanılabilir. Ama ilk tabaka kaldırılınca, artık kazıda yalnızca sivri uçlu mala, kürek ve kova kullanılır. Kazı sırasında ortaya çıkarılan duvarlar, ocaklar, fırınlar ve insan yapımı öbür yapılar örselenmeden birbirinden ayrılır. Arkeologlar bütün bunları inceler ve ayrıntılı notlar tutar. Ele geçen eşya tek tek özenle temizlenir ve bulundukları tabakayı belirtecek biçimde numaralanır. Eşyaların üzerinde o dönemin hükümdarının resimleri varsa, bu eşyanın yapılış tarihini saptamayı kolaylaştırır. Ama buluntular daha eski dönemlerden kalmış, yazısız ve resimsiz de olabilir. Ayrıca başka döneme ait eşya o tabakadaki eşyayla karışmış olabilir. Böyle durumlarda kesin tarihlendirme yapılırken, bir üst tabakaya hiç dokunulmamış olması gerekir.
Kazıyı yapan kişi, bu evin yapıldığı, değiştirildiği ya da yıkılmaya bırakıldığı tarihleri saptar. Ayrıca evde yaşamış olanların ne gibi özellikleri olduğunu ve yaşam biçimlerini ortaya çıkarabilir. Örneğin bir çiftlik eviyse, çevresinde tarlalar, otlaklar ve korular bulunacağını bilir. Buradaki bitki, tohum, polen ve tahıl kalıntıları, çevrenin o zamanki bitki örtüsünü gösterir. Hayvan kemikleri, burada yaşamış insanların yedikleri etin cinsini anlamamızı sağlar. Kullandıkları araç gereçler insanların günlük yaşamları hakkında bilgi verir.
Kentlerde kazı çalışmaları, açık alanlardaki kazılardan daha zor ve karmaşıktır. İnsanların yüzyıllardır yaşamakta oldukları kentlerde kazılar yıllarca sürebilir. Öte yandan bir kalıntının varlığı saptansa bile, bu mevcut yapıların ya da sokakların altında bulunacağından kazı yapma olanağı da yoktur. Bunun gibi nedenlerden dolayı büyük kentlerde daha az kazı yapılmaktadır. Yapıların ortaya çıkarılmasında kullanılan yöntemler, Roma yolları, kanallar, surlar gibi öteki alanlarda yapılan arkeolojik kazılarda kullanılmaz. Bu tür kazılarda birbiri üzerine binen bütün katmanların görülebileceği bir kesit elde edilmeye çalışılır.
Arkeolojide günümüzde tarihlendirmede çeşitli bilimsel yöntemler kullanılmaktadır. Bunlardan biri olan radyokarbonla tarihlendirme yönteminin bulunması, arkeolojide büyük bir gelişme sağladı. Bu yöntemle odunun, kömürün ve eski yerleşim bölgelerinde bulunan kemiklerin yaşlarını saptamak olanaklı hale geldi. Her canlının yapısında karbon bulunmaktadır ve bunun neredeyse tamamı karbon-12'dir. Belli bir oranda da radyoaktif ve "ağır" olan karbon-14 vardır. Örneğin bir ağaç kesilince, artık yeni karbon-14 atomları alamaz ve var olan radyoaktif karbon atomları da belli bir hızla yok olmaya başlar. Böylece yaklaşık 5.500 yıl sonra bu atomların yarısı karbon-12 atomlarına dönüşür. Radyoaktif karbonun karbon-12'ye oranı ölçülerek, canlının ne kadar zaman önce öldüğü saptanabilmektedir. Ne var ki bu yöntem, tarihi belli olan Antik Mısır buluntularına uygulandığında, saptanan tarihlerin çok kesin olmadığı anlaşılmıştır.
Bir başka tarihlendirme yöntemi de ısıyla ışıldamadır (ısıl ışıldama). Bu yöntem yalnızca pişmiş kile uygulanabilmektedir. Kilde radyoaktif atomlar içeren elementler vardır. Kil pişirilmeden önce bunlar çevrelerine ışık biçiminde parçacıklar saçarlar. Pişme işleminin sonunda, atomların saçtığı bu parçacıklar kristalleşmiş yapının içinde hapsolur. Isıyla ışıldama yönteminde çömlekten alınan bir örnek, parçaların yeniden serbest kalacağı noktaya kadar ısıtılır. Bu parçacıklar ışık biçiminde (ışıldayarak) açığa çıktıkları için fotometre aygıtıyla ölçülür. Çömlek ne kadar çok ışık verirse, o kadar eskidir.
Bir ağacın yaşının, gövdesindeki yıllık büyüme halkalarına göre saptanmasına dendrokronoloji denir. Ağaç gövdesinin kesitinde iç içe ince ve kalın halkalar görülür. Havaların iyi gittiği yıllarda ağaç daha çabuk büyüyeceğinden halkaların kalınlığı artar. Bu yöntemle ağacın yaşadığı dönemdeki iklim koşulları bile anlaşılabilir. Bir çam türünün 4.000 yıl önceki ve günümüzde yaşamakta olan örnekleri bu yöntemle karşılaştırılmıştır.
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.