Loading AI tools
İdeoloji Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Marksizm-Leninizm, adını Karl Marx ve Vladimir Lenin'den alan, 1920'li yıllarda komünist partiler arasında popülerlik kazanan ideolojik akım. Marksizm-Leninizm; Marx, Engels ve Lenin'in ortaya koyduğu temel öğretilere bağlı kalarak, değişen koşullara ve çağın gereklerine uygun bir biçimde sosyalist sistemde yeniden uygulanmasıdır.[1][2]
Komintern'in de kuruluş ideolojisi olarak benimsenen bu görüş, en yaygın benimsenen komünist ideolojidir.[3] Özelinde kapitalizme, faşizme ve emperyalizme karşıdır ve sınıfsız bir toplum yaratmak için özel mülkiyete dayalı üretim biçimlerinin tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini savunur.[4] Marksist-Leninist ideoloji kişiye ait özel mülkiyete karşı değil, büyük ölçekli işletmelerin ve toplumsal üretim alanlarının özel teşebbüse ait olmasına karşıdır.[5] Ekonomide küçük ölçekli işletmelerin korunmasını ve teşvik edilmesini savunmakla birlikte, büyük ölçekli üretim alanlarında kolektif işletme biçimini savunur.[6]
Tarihsel olarak Paris Komünü sayılmazsa, Marksist-Leninist ilkeler ilk olarak 1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi'nden sonra Sovyetler Birliği'nde uygulandı ve ardından devletin resmî ideolojisi haline geldi.[7] Ayrıca ülkede Marksizm-Leninizm Enstitüsü adında bir bilim akademisi bulunmakta ve birçok eser yayınlamaktaydı.
Bununla birlikte Marksist-Leninist ilkelerin ortaya çıkışından bu yana bu görüşlere karşı dünyanın birçok yerinde antikomünizm adı verilen politikalar üretilmiş ve bu ilkeleri savunanlara çeşitli baskılar uygulanmış, hatta katliamlara kadar varan uygulamalar gerçekleştirilmiştir.[8][9][10]
Leninizm, tarihin diyalektik materyalist bir yorumuna dayanan ekonomik ve toplumsal bir dünya görüşü olan Marksist felsefenin üzerine politik ve ekonomik konularda katkı sunan bir teori olup, marksizmin bir aşaması olarak ele alınır. Bu yaklaşıma göre Lenin, Marx'ın eserlerini ve temel prensiplerini esas alarak onun savunduklarını ekonomik, felsefi ve siyasi konularda geliştirmiş ve onu yeni dünya şartlarına uygun bir öğreti haline getirmiştir.[11]
Leninizm terimi, Lenin hayattayken pek kullanılan bir terim değildi. Ancak sağlık sorunları nedeniyle aktif politikadan çekilmesinin ardından diğer Sovyet politikacıları Lenin'in görüşleri adı altında bu ifadeyi sıklıkla dillendirmeye başlamışlardır. Ardından Komintern'de Grigory Zinoviev "Leninizm" terimini ilk kez kullandı ve terim popüler hale geldi.[12]
Marksizm-Leninizm'in ayrı bir ideoloji halini alarak yaygınca kullanılması Stalin'in 1926 tarihli "Leninizm'in Soruları" (Almanca orijinali: Fragen Des Leninismus) adlı eseriyle başlar.[13]
Marksizm-Leninizm ideolojisinin çeşitli ülkelerde iktidara gelişinin yıllara göre dağılımı şu şekildedir;
Günümüzde Marksizm-Leninizm Çin, Kuzey Kore, Küba, Vietnam ve Laos'taki devlet yönetimlerinin belirleyici ideolojisidir.
Bununla birlikte şu an dünyanın birçok ülkesinde faaliyet gösteren birçok silahlı örgüt kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlamakta ve bu ilkelerin uygulandığı bir rejim kurmak istemektedir. Bu örgütlere Türkiye'de faaliyet gösteren Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi[14] ve Marksist Leninist Komünist Parti,[15] Filipinler'de faaliyet gösteren Yeni Halk Ordusu[16] ya da Kolombiya'da faaliyet gösteren Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri[17] örnek olarak gösterilebilir.
1949'da Mao Zedong önderliğinde gerçekleşen Çin Devrimi'nin ardından kurulan Çin, Marksist-Leninist temelli yönetim politikalarını benimsemiş ve uygulamıştır. 1970'li yıllara kadar Mao'nun etkisinin yüksek olduğu Çin Halk Cumhuriyeti (bu politikalar Maoizm olarak anılır), 1980'li yıllarda Deng Xiaoping yönetiminde devlet kontrolündeki piyasa ekonomisini benimsemiştir.[18]
Çin anayasasının birinci maddesi şöyledir: "Çin Halk Cumhuriyeti işçilerin ve köylülerin ittifakı üstünde kurulan ve işçi sınıfı tarafından liderliği yapılan halkın demokratik diktatörlüğü egemenliğinde sosyalist bir devlettir."[19] Bu madde, devletin Marksist-Leninist terminolojideki işçiler ve köylüler ittifakı üzerinde kurulduğunu ve koruyucusu olarak öncü partinin, yani komünist partinin yetkin kılındığını ifade eder.
Kuzey Kore yönetimi, 1992 yılında Marksist-Leninist ilkeleri yorumlayarak Juche adında yeni bir yöntem geliştirmiştir. 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılması, ülkeyi büyük sorunlarla karşı karşıya bırakması ve bunu takip eden aylarda Amerika Birleşik Devletleri öncülüğündeki NATO üyesi devletler ülkeye uyguladıkları yaptırımları en üst seviyeye çıkarması bu durumda etkili olmuştur.[20][not 1] Ülke içinde, 1910-1945 arasındaki Japon işgaline benzer bir durumun ortaya çıkacağı tartışmaları baş göstermiş ve bu durum ordunun güçlendirilmesi ve kendi kaynaklarıyla ekonomik hayatı sürdürme düşüncelerini ön plana çıkarmıştır.[21] Yapılan tartışmalar sonucu 1996 yılında bu yönteme songun (önce ordu) adında bir politika dahil edilmiş,[22] 1998 yılında ise Anayasada değişikliğe giderek "Marksizm-Leninizm" ifadesi yerine "Juche" ifadesi getirilmiştir.[23][not 2]
Küba'daki mevcut anayasa ülkenin Marksist-Leninist ilkelere göre yönetildiğini açıkça belirtir. Anayasanın 5 ve 9. maddelerine göre iktidardaki komünist parti, toplumu oluşturan bireylere geçimlerini sağlayacak ve yeteneklerine uygun bir iş, engellilere para yardımı, tüm çocuk ve gençlere ücretsiz tıbbi yardım ve eğitim, herkese ücretsiz eğitim, kültür ve spor yapabilme hakkını sağlamakla yükümlü devletin öncü partisi olarak tanımlanır.[24]
Laos’ta 1975 yılında gerçekleşen, SSCB ve Vietnam tarafından da desteklenen devrimden bu yana, ülkedeki hakim siyasi ideoloji Marksist-Leninist ilkelere dayalı tek partili sosyalist cumhuriyettir.[25]
Vietnam, 1976 yılından bu yana Marksist-Leninist ilkeler ile yönetilmektedir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasını izleyen 1990'lı yıllarda ekonomik ve siyasi izolasyon nedeniyle küçük anayasa değişiklikleri yapsa da iktidardaki komünist partiye verilen görevler hala bu ilkelere göre dizayn edilmiştir.[26]
Lenin, klasik Marksizm'e; enternasyonalizm, öncü parti, kapitalizm, emperyalizm, proletarya diktatörlüğü, demokratik merkeziyetçilik, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi konularda katkılarda bulunmuştur.
Karl Marx'a göre; toplumsal konumu gereği proletarya, sınıfsız toplumu kuracak olan tek sınıf ve iradedir. Marx; bu iradenin proletaryanın "doğal" olarak kurup içinde mücadele edeceği bir çeşit parti olacağını öngörmüştür. Bu parti, Marx'a göre, işçi sınıfının içinden tümüyle tarihsel bir zorunluluk ve kapitalizmin kendi içerisindeki çelişkileri sonucu ortaya çıkar. Yine Marx'ın bu saptamasına göre parti; sosyalist devrim için bir aygıt, proletaryanın örgütlenmiş bir biçimi ve onun buluşma alanıdır. Marx'a göre devrimi yapan ise proletaryanın bizzat kendisidir.[27]
Bu "devrimi yapacak olan irade" hususunda Lenin, bu eylemi tarihsel olarak gerçekleştirebilecek olan yapının "Disiplinli bir komünist parti önderliğindeki proletarya" olduğunu belirtmiş, dolayısıyla marksist felsefedeki proletarya örgütlülüğünün belirsiz niteliği yerine öncü parti kavramını koymuştur. Ayrıca işçi sınıfının bilinçsiz ve örgütsüz kesimini lümpen proletarya olarak tanımlayan Marx'ın görüşlerini de yorumlayan Lenin, bu saptamasında "Devrim proletarya için yapılmış olsa da, devrimin birincil öğesi ve yaratıcısı kurulmuş olan marksist partidir" tanımını yapmış, Devlet ve Devrim adlı eserinde komünist partinin proletarya diktatörlüğüne geçiş için "olmazsa olmaz şartı" olduğunu vurgulamıştır.[28] Ayrıca Lenin'e göre bu proletarya partisi, "Proletarya diktatörlüğü döneminde temel önder güç" ve "İşçi sınıfı birliğinin en yüksek değeri"dir.[29]
Lenin'in ölümünden sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) Genel Sekreteri olan Stalin de "Parti, işçi sınıfının örgütlü müfrezesidir" diyerek bu görüşü savunmuştur.[1]
Öncü parti kavramı, Kim Jong-il tarafından da yorumlanarak Juche adında doktrinleştirilmiştir. Kore İşçi Partisi'ne ve onun önderine sadakati gerektiren bu anlayış günümüzde Kuzey Kore'de uygulanmaktadır.[30][not 3]
Lenin'in Marksist yönteme kattığı diğer temel bir düşünce de, kapitalizmin en yüksek aşaması olarak emperyalizmi görmesidir. Lenin, Rudolf Hilferding ve John Hobson'un emperyalizm ile ilgili düşüncelerinden yaralanarak Karl Marx'ın Das Kapital (1867) adlı eserindeki fikirleri formüle etmiş ve bir sentez haline getirmiştir.[31][32] Bununla birlikte Nikolay Buharin ile birlikte sömürgecilik konusunda ortaya koyduğu düşünceler[33] ve özellikle pazarların, arz kaynaklarının ve yatırım yollarının hakimiyet altına alınması kapsamındaki konuların analizi günümüzde de güncelliğini koruyan birçok partinin programı olacaktır.[34][35]
Buharin'in emperyalist ekonomi üzerine ortaya koyduğu kuramın en önemli kapsamı, sermayenin ulusal bloklar şekliyle bir araya gelmesini ortaya koymasıydı. Buharin'e göre emperyalizm olgusu dünya ekonomisinde o dönemde görülen iki eğilimi ortaya çıkarmıştı: Sermaye gücünün "uluslararasılaşması" ve "ulusal olarak iç içe geçmesi".[36] Yani Buharin'e göre bir taraftan uluslararası bir hale gelen finans kapital, diğer taraftan dünyadaki ekonomiden daha da bağımsız hale gelen ulusal bloklar şeklinde örgütlü hale geliyordu. Dolayısıyla devletin ekonomik hayat ile gitgide daha çok bütünleştiği bu emperyalist çatışma ve rekabetin temelinde bu iki eğilim bulunmaktaydı. Devletin bizzat temel bir aktör olarak yer aldığı, finans kapitalin ve tekellerin ulusal düzeydeki bütünleşmesi, ulusal düzeyi aşan bütünleşmeden daha hızlı ve yoğun bir şekilde gerçekleşmekte ve bir tür devlet kapitalizmi karakteri taşımaktaydı.[37][not 4]
Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eserinde bu konu hakkında birçok görüş ortaya atan Lenin, kapitalist devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda pazar bulma amacıyla başka uluslara müdahale ettiğini belirtmiştir.
Lenin'in emperyalizm üzerine kurduğu teoiler Hobson, Hilferding ve Buharin’in yaklaşımlarıyla karşılaştırıldığında, onların kuramlarını aynen desteklediği, fakat "en zayıf halka", "çürüme" ve "ideoloji" konularında kendine özgü bir şekilde yaklaştığı görülür. Lenin'in Üçüncü Komünist Enternasyonal adlı konuşmasında ve Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, İkinci Enternasyonalin Çöküşü gibi eserlerinde görüldüğü gibi Karl Kautsky'e karşı polemikçi üslup takınması ve Ekim Devrimi'nin önderi olması, "emperyalizm" denildiğinde Lenin isminin akla gelmesine neden olmuştur.[38]
Lenin'e göre son derece gelişmiş kapitalist ülkelerde proleter devrimin gerçekleşmesi imkânsızdır, çünkü bu ülkeler kendi bünyesindeki işçilere nispeten yüksek yaşam koşulları ve çeşitli imkânlar sağlamakta ve işçilerin devrimci bir bilince ulaşmasını engellemektedir. Bu sebeple ancak daha az gelişmiş ülkelerde bir işçi devrimi mümkün olabilir.[39] Marx'a göre de gelişmemiş ülkeler sosyalizmi inşa edemez, çünkü kapitalizmi temsil eden yapılar henüz bu ülkelerde bütün gücünü kullanmamış ve sömürüsünü gerçekleştirmemiştir.[40]
Fakat devrim, fakir ve gelişmemiş bir ülkedeki mücadele sonucu tarihsel olarak başlayabilirse burada gerek mevcut kapitalist devletin gerekse uluslararası dış güçlerin baskısı sonucu çelişkili bir durum ortaya çıkar. Lenin; bu duruma iki çözüm yolu önermektedir;[39]
1. Çok sayıda gelişmemiş ülke federal bir yapılanma ile birleşerek büyük ve yekpare bir yapı kurabilir. Bu sayede kapitalist ve emperyalist büyük devletlerin karşısına aynı güçlükle çıkabilecek, onlara karşı direnebilecek ve kendi içerisinde sosyalizmi kurmayı başaracaktır. Ekim Devrimi'nden ve Rus İç Savaşı'ndan sonra birleşen ve dağılana kadar 15 cumhuriyetten oluşan Sovyetler Birliği'nin kurulmasının temel fikri budur.[41]
2. Gelişmemiş ülkelerde başlayan devrim gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçileri heyecanlandırıp bu devletlerdeki ayaklanmaları tetikleyebilir. Lenin, eserlerinde Rusya gibi geri kalmış bir ülkede gerçekleştirilen Ekim Devrimi'nin o döneme göre gelişmiş Almanya'da bir devrimi ateşleyebileceğini ummuştu. Ardından devrimi yapan gelişmiş ülke böylece sosyalizmi kuracak ve gelişmemiş ülkelere yardım edecektir. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi (COMECON)[42] ve Varşova Paktı[43] temelinde kurulan örgütlenmeler buna örnek gösterilebilir.
Bununla birlikte Lenin'e göre emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Lenin bu tanım kapsamında beş temel özellik bulunduğunu belirtir;[39]
Marksist terminolojiye göre proletarya diktatörlüğü kavramı, kapitalizm ile komünizm arasındaki dönemin siyasal biçimini ifade eder. Buna göre bu dönem, tarihsel olarak sosyalizm dönemini ifade eder ve komünist topluma, yani sınıfsız toplum hedefine ulaşmak için işçi sınıfı, kendisini ezen egemen sınıf olan burjuva sınıfına karşı baskı uygular. Çünkü aynı düşünce sistemine göre burjuvazi bu dönemde iktidar mücadelesinden tamamen vazgeçmez ve eski iktidarını geri getirmeye çalışır. Bu politik mücadele süreci proletarya diktatörlüğü olarak tarif edilmiştir.[44]
Lenin, bu sözü geçen işçi sınıfının baskı dönemini öncü parti önderliğine bağlamıştır. Devlet ve Devrim eserinde açıkladığı bu teorik önermeler, SSCB'nin gelecekte uygulayacağı politikaları belirleyecek ve iktidarda olan SBKP, bu politikaları uygulayarak burjuva olarak nitelediği kesimlere baskı uygulayacaktır.[1]
Öncü parti konusunda marksizme katkı sunan Lenin, bu partinin hangi ilkeye göre yönetileceği konusunda da görüşler bildirmiştir. Demokratik merkeziyetçilik ismini verdiği bu yönetim biçimine göre; siyasi bir partide çeşitli kararların alınması amacıyla yapılan tartışmalar sırasında, her konunun herhangi kısıtlama olmaksızın tartışılabilir, fakat çoğunlukça hemfikir olunan bir kararın alınmasından sonra bu kararın uygulanmasında birlik sağlanması gerektir.[45] Parti genel çizgisi genel olarak bu ilke doğrultusunda belirlenir.
Lenin, 1901 yılında yayınlanan Ne Yapmalı? eserinde, demokratik merkeziyetçilik ilkesini detaylıca anlatmıştır. Buna göre; bu ilkenin, ismi ile paralel olarak, iki yönü bulunmaktadır. Bunlardan ilki demokrasi, ikincisi ise merkeziyetçilik yönüdür. Lenin'e göre bu iki yön sıkı sıkıya birbirine bağlıdır ve proletaryanın partisi için vazgeçilmezdir. Bu ilkeye göre demokratik yön, koşullara göre değişebilir, yani, daraltılabilir veya genişletilebilir. Bu ilke kapsamında parti örgütleri alt organlardan üst organlara doğru seçim esasına göre kurulur ve parti, kongrelerini, toplantılarını açık bir şekilde yapar. Merkeziyetçilik yönü ise daima ön plandadır. Partinin, "Merkez Komite" özelinde bir merkezi organa sahip olmasını ve azınlık olan görüşün çoğunluğa; tüm örgütlerin merkez birime; alt örgütlerin ise üst örgütlere bağlı hareket etmesini savunur. Parti, her iki ilkeyi birbirine karıştırmadan uygun biçimde hayata geçirmekle yükümlüdür.[46]
Demokratik merkeziyetçilik, özet olarak şu ilkeleri kapsar;[47]
Marksist felsefeye göre, çok sayıda devletin bir araya geleceği federal bir yapıda, doğal olarak birçok ulus olacaktı. Lenin bu ulusların politik konumu konusunda Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) ilkesini öne sürerek bütün ulusların siyasal durumunun, başka bir ulus tarafından baskı altına alınmaksızın, bağımsız bir şekilde kendi geleceğini belirleme hakkını içermesi gerektiğini belirtmiştir. Bu ilkeye göre; ezilen ulusların diğer uluslarla birlikte yaşama isteği olabileceği gibi kendine ait bağımsız bir devlet ve meclisler kurma hakkı daima bulunmaktadır. Bu hak; bu şekilde açık olarak belirtilmediği sürece, hem ezen ulusun, hem de ezilen ulusun mülk sahibi egemen sınıfları (burjuvazi) tarafından çarpıtılmaya açık bir hale gelecektir. Dolayısıyla bu hakkı hangi biçimde kullanacağı daima "ezilen ulusun" iradesine bırakılmalıdır.[48]
Bununla birlikte Lenin'e göre bu ilke emperyalizme karşı mücadelede kopmaz bağlara sahiptir. Lenin bu durumu şöyle açıklar;[49]
Emperyalizm; her yere özgürlük deyip egemenlik eğilimi götüren mali-sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu olarak ise şu ortaya çıkmaktadır: Siyasi rejim ne olursa olsun, her planda gericilik ve bu alanda mevcut uzlaşmaz karşıtlıkların aşırı ölçüde yoğunlaşması. Aynı biçimde ulusal baskı ve ilhak eğilimleri de, yani ulusal bağımsızlığın bozulması da söz konusudur. Çünkü ilhak, ulusların kendi kendini yönetme hakkının çiğnenmesinden başka bir şey değildir.
SSCB; uluslar sorununu Marksist-Leninist bir ilke olan UKKTH ile ele almış, bazı halklardaki geri kalma durumunun doğuştan gelen farklılıklardan değil, aksine yaşadıkları ve geliştikleri tarihsel durumlara ve üretim yöntemlerinin geri kalmışlığına bağlı olduğunu belirtmiştir. Buna göre bu gerilik, genellikle sömürgeci bir devletin ağır baskısıyla veya kapitalist ülkeler tarafından politik, ekonomik, kültürel ve manevi baskıyla gerçekleşmiştir. Aynı zamanda, Sovyetler Birliği'nde yaşayan tüm ulusların akademik bir yazım diline sahip olma hakkı, anadilin öğrenilmesi ve geliştirilmesi hakkı, devlet yönetimine katılma hakkı bulunmaktaydı. Dolayısıyla geçmişte ezilen ve gelişememiş halklar bu hakları elde ettikten sonra hızla gelişmeye başlamışlar ve birçok bilim insanı, yazar, sanatçı ortaya çıkmıştır. Batı düşünürleri de dahil olmak üzere genel görüş, bu gelişmeyi yaratan husus uluslara kendi kaderini tayin hakkı verilmesidir.[50]
1936 Sovyet Anayasası'ndaki uluslarla ilgili maddeler bu ilke temel alınarak hazırlanmıştır.[51][not 5] Anayasanın mimarlarından olan Stalin'e göre ulusların kendi kaderini tayin hakkı için mücadelede amaç; ulusal baskı, ulusal baskı politikasına son vermek, bu politikayı imkânsız kılmak ve böylece uluslararasındaki çekişmeyi ortadan kaldırmak, köreltmek ve en aza indirmektir. Fakat bu durum bir ulusun her gelenek ve kuruluşunu destekleyeceği anlamına gelmez. Herhangi bir ulusun baskı altına alınmasına karşı mücadele ederken yalnızca ulusun kendi kaderini belirleme hakkını desteklenecek, aynı zamanda ulusun emekçi kesimlerinin bu ulusun zararlı gelenek ve kurumlarından kurtulmasını mümkün kılmak için ajitasyon yapacaktır.[52]
Çin anayasası'nın büyük bir kısmı Sovyetler Birliği'nin 1936 Anayasası'ndan uyarlanmıştır, fakat ulusların kader tayini konusunda aralarında birtakım farklar bulunmaktadır. Çin Anayasası da Sovyet Anayasası'nda olduğu gibi ülkede yaşayan tüm ulusların birbirleriyle eşit olduğunu açıkça belirtir, ancak SSCB Anayasası'nda açık bir şekilde tüm ulusların ayrılma hakkından[51] bahsedilirken Çin Anayasası bunu açıkça yasaklamıştır.[53][not 6] Bununla birlikte Sovyet Anayasası resmî olarak federal bir sistem oluştururken, Çin Anayasası'nda devletin "çok uluslu üniter bir devlet" olduğu yazmaktadır.
1917 Ekim Devrimi ile birlikte SSCB'de yeni bir toplum tipi yaratılmaya çalışılmıştır. Amaç geleneksel tutuculuktan kurtulmuş, ilerici, modern ve örgütlü anlayışla yetişmiş yeni bir Sovyet insanı yaratmaktır. Buna göre yeni Sovyet insanı her türlü ırkçı, milliyetçi ve dini bağnazlıktan soyutlanmış enternasyonal insan tipine uygun olmalıdır. Bu politikaların sonucu olarak yaratılmak istenen toplumun genel özellikleri şöyledir;[54]
Bununla birlikte, oluşturulması hedeflenen yeni toplum tipinde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması amaçlanmıştır. Dolayısıyla üretim araçları üzerindeki mülkiyet, devletin kontrolüne girmiştir. Bu politika sonucu tarımsal topraklar, fabrikalar, madenler, demiryolları vb. kurumların özlük haklarının tamamı özel teşebbüsten alınıp devlete verilmişti ve bu kuruluşlardan elde edilen toplam gelir, belli başlı kişilerin değil, aksine, halka devlet hastaneleri, okullar, tedavi ve dinlenme yurtları, sanatoryumlar gibi birçok hizmet şeklinde geri dönmekteydi.[50][not 7]
Marksist-Leninist düşünce yapısı, dünya görüşü olarak ateizmi temsil etmektedir.[55] Fakat bu ateist görüş, bilindiği genel anlamdan öte, kökleri Ludwig Feuerbach, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Karl Marx'a dayanır.[56] Maddeci anlayışın hakim olduğu bu ateizm yorumu Marksist-Leninist ateizm adıyla bilinir. Maddecilik, her şeyin maddeden oluştuğunu ve bilinç de dahil olmak üzere bütün görüngülerin maddi etkileşimler sonucu oluştuğunu öne süren ve metafiziksel kavram kabul etmeyen bir felsefi kuramıdır. Karl Marx'ın diyalektik yöntemle geliştirdiği diyalektik materyalizm Marksizm-Leninizm'in rehber edindiği dünya görüşünün merkezidir.
Marksist-Leninist ilkeler ile yönetilen ülkelerde din olgusu, toplum yönetiminde başvurulan bir yöntem olmamıştır ve dini söylemler ile çeşitli çıkarlar sağlamaya çalışan kişiler ve kurumlar cezalandırılmıştır.[57] Sovyet fizikçi Vitali Ginzburg, "Bolşevik komünistler sadece ateist değil, Lenin'in terminolojisine göre, militan ateisttirler." diyerek bu politikaların Vladimir Lenin'in görüşlerine dayandığını yazmıştır.[58]
Marksist-Leninist düşünceye göre sosyalizmi kurma ve komünist toplum amacına ulaşma hedefi ancak proletaryanın öncü partisi ile mümkündür. Tek parti rejimi olarak adlandırılan bu tür yönetimlerin iddiasına göre çok partili sistemdeki siyasal yapı, kapitalist sistem tarafından sömürülen işçilerin öncü partide örgütlenmesini engelleyerek ve onları sistem içerisinde bölerek burjuva siyasetine alet etmektedir.[59]
Ekim Devrimi ile iktidarı alan Bolşeviklerin kurduğu sistem, bu yönetim biçiminin ilk örneği olarak kabul edilir.[60] Ardından II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Doğu Bloğu ülkeleri başta olmak üzere birçok Asya ve Afrika ülkesi bu yönetim fikrinin etkisi altına girmiştir.[61]
Marksist-Leninist düşünce yapısı sanatsal çalışmaları da etkiledi ve sosyalist gerçekçilik akımının ortaya çıkmasına neden oldu. İlk kez 1930'lu yıllarda çokça tartışılan bu kavram SSCB ve Çin'deki sanat eserlerinde ön plana çıktı ve komünistlerden de destek gördü. Sosyalizmin hedeflerini ve ulaşılacak toplum modelini aktarmayı amaçlayan bu akımın etkisinde hemen hemen tüm sanat eserinde devrimci kahramanlar ve halka örnek olacak kişiler yaratılması hedeflendi. Maksim Gorki'nin Ana romanı bu akımın ilk örneklerinden sayılır. Sosyalist gerçekçi akımın ana konuları arasında devrim, işçi sınıfı ve endüstri bulunmaktadır.[62]
Sovyetler Birliği'nde 1929-1935 arasında uygulanan kolektivizasyon Marksist-Leninist politikaların bir sonucudur. Gerek şehir nüfusunu, gerekse endüstriyel hammaddeyi artırmak amacıyla birey mülkiyetindeki toprakları ve bireysel emeği kolektif tarım ve emekle (kolhoz) değiştiren kolektivizasyon politikaları aynı zamanda, 1927'de başlayan tarımsal dağıtım krizinin önüne geçecek bir çözüm yolu olarak da görülmüştür.[63]
SSCB'deki kollektivizasyon uygulamaları, dünyada 1929'da başlayıp 1933'e kadar süren 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ile aynı döneme rastlar. Bu dönemde batı ülkelerinde kriz ve gerileme yaşanırken yeni savaştan çıkan Sovyetler Birliği en başta savaş sanayisinde olmak üzere büyük hızla sanayileşmiştir.[64]
Yoksul köylüler kolektif çiftliklerde birleşmeye başlayınca, zengin toprak sahibi olan kulakların temel gelir kaynağı da yok olmaya başlamıştır. Bu sebeple kulaklar bu yeni politikalara karşı çıkmışlar ve yer yer kıtlıklar yaratarak eski politikaların devamını istemişlerdir. Silahlanan kulak çeteleri kolektif çiftliklere saldırmış, yoksul köylüleri ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi üyelerini öldürmüş, tarlaları ateşe vermiş ve hayvanları telef etmiştir.[65]
Marksist-Leninist felsefenin enternasyonal komünist toplumu hedeflemesi sebebiyle, uluslararası ilişkilerde büyük etkilere yol açmıştır.[66] Özellikle Komintern, I. Dünya Savaşı'ndan sonra gerek uluslararası komünist dünyaya gerekse komünist partilere öncülük etmiş ve onları yönlendirmiştir.
1917'deki Ekim Devrimi sonrasında kurulan Sovyetler Birliği dünyadaki tüm komünist ayaklanmalara destek vermiş, bununla birlikte sömürgeci ve emperyalist müdahalelere karşı mücadele etmiştir. Örneğin Almanya'da Spartakistler Birliği Ekim Devrimi'nin başarısının ardından birçok ayaklanma örgütlemiş, buna karşın en son 15 Ocak 1919'da düzenlenen ayaklanma Freikorps tarafından kanlı olarak bastırılmış ve aralarında hareketin önderlerinden Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg'un da aralarında bulunduğu yüzlerce kişi katledilmiştir. Ayrıca aynı birlikler 1919 yılında Bavyera Sovyet Cumhuriyeti'ne de son vermişlerdir.[67]
Ekim Devrimi'nin ardından sovyetlerde Rus İç Savaşı (1918-1922) sürerken aynı yıllarda Anadolu'da Türk Kurtuluş Savaşı da (1919-1922) devam etmekteydi. Bu dönemde yeni kurulan sovyetler, batılı devletler ile savaşan Türkiye heyeti ile diplomatik ilişkiler geliştirdi ve Türkiye'ye para ve silah yardımı gönderdi.[68]
Sovyetler Birliği, İspanya İç Savaşı sırasında Francisco Franco önderliğindeki milliyetçilere karşı savaşan cumhuriyetçilere de destek vermiş ve askeri anlamda yardım etmiştir. Kayıtlara göre sovyet hükûmeti tarafından cumhuriyetçilere 634-806 arasında uçak 331-362 arasında tank ve 1034-1895 arasında savaş topu gönderilmiştir.[69]
II. Dünya Savaşı sırasında da Sovyet partizanları tüm dünyadaki antifaşist gruplara destek vererek Nazilerin yenilmesine büyük katkı sunmuştur.[70]
Ayrıca SSCB'de, diğer bütün ülkelerdeki politik faaliyetleri nedeniyle sınırdışı edilen kişilere sığınma hakkı tanınırdı. Bu sebeple komünist davaya hizmet eden kişiler SSCB tarafından korunur bir vaziyetteydi. Türkiye'de bu duruma örnek teşkil eden en bilinen kişilerden biri Nâzım Hikmet'tir.[not 8]
Marksist-Leninist fikirler ortaya çıktığından bu yana, bu doktrine dair eleştiriler hemen hemen her dönemde ortaya çıkmıştır. Birinci Enternasyonal dönemindeki (1864) anarşistler ve Ekim Devrimi öncesi ve sonrasında Rusya'daki toprak sahipleri, dini temsil eden kilise, anarşistler, Beyaz Ordu mensupları, İşçi Muhalefeti üyeleri, Menşevikler ve SRlar karşı çıkan gruplara örnektir. Bu durum zaman zaman Bolşeviklere karşı ayaklanmalara da yol açmıştır.
Anarşist düşüncenin kuramsal öncülüğünü yapan Prodon ve Bakunin, "devletin ortadan kaldırılması" konusunda, Karl Marx'ı eleştirmiş ve onu despotizm ve otoriterleşme ile suçlamışlardır.[71] Birinci Enternasyonal'in beşinci kongresi olan Lahey Kongresi'nde Bakunin ve Marx arasında sert tartışmalar geçmiş, Bakunin Marx'ın fikirlerini otoriter olarak değerlendirmiştir. Bunun üzerine anarşist ve komünist gruplar arasında yoğunlaşan tartışmalar çıkmış ve ardından anarşistler dışlanarak kongreden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Bu kongre anarşist ve komünist grupların birlikte yer aldığı son kongre özelliği taşır.[72] Marx'ın yakın çalışma arkadaşı ve komünizmin kuramsal kurucuları arasında görülen Friedrich Engels de Otorite Üzerine adlı makalesinde proleter devrimin devlet karşısındaki tutumu konusunda anarşistlerin kongredeki tutumunu kıyasıya eleştirmiştir.[44]
1930'lu yıllarda iktidara gelen faşist hükûmetler ve özellikle Adolf Hitler önderliğindeki Naziler, katı bir şekilde Marksizm-Leninizm karşıtı politikaları hayata geçirmişlerdir.[73]
Demokratik merkeziyetçilik ilkesinin uluslararası komünist hareketin yönetiminde de kullanılmasıyla Komintern'e verilen bu müdahil olma yetki ve sorumluluğu, Ekim Devrimi'nden hemen sonra Sultan Galiyev gibi ulusal komünist isimler[74] ile özellikle 1960'lardan itibaren "Avrupa Komünizmi" gibi çeşitli sosyalist/komünist akımlar tarafından da eleştirilmiştir.[75]
Günümüzde ise anarşizm, liberalizm ve sosyal demokrasi yanlıları bu görüşe karşı çıkan başlıca kesimlerdir.[76]
Karl Popper, David Prychitko, Robert C. Allen ve Francis Fukuyama gibi birçok önemli akademisyen, Karl Marx'ın öngörülerinin çoğunun başarısız olduğunu savunuyor.[77][78][79]
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.