Loading AI tools
Türkçe yazılmış edebî eserler Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Türk edebiyatı, Türk yazını veya Türk literatürü; Türkçe olarak üretilmiş sözlü ve yazılı metinlerdir.
Türk dilinin, Türkiye topraklarında gelişen ilk ürünleri 13. yüzyılın sonu ile 14. yüzyılın başlarına aittir.[1] 19. yüzyıla kadar İran ve İslam uygarlığı çerçevesinde gelişen Türk yazınının ürünleri halk edebiyatı ve divan edebiyatı olarak birbirinden farklı yanları olan iki kolda gelişti.[2] Osmanlı sarayı çevresinde, Fars edebiyatının etkisiyle üretilen klasik edebiyat denilen divan edebiyatı ağır basarken halk arasında, sözlü gelenek uzun bir zaman devam etti.
19. yüzyılda Tanzimat Dönemiyle beraber Türk yazınında Doğu etkisi azalmaya başladı ve yerini Batı kökenli yazın unsurları almaya başladı. Bu dönemde Türk yazıncılar özellikle Fransız edebiyatından önemli ölçüde etkilendiler. Türk edebiyatı roman türü ile ilk kez 19. yüzyılda Tanzimat Döneminde tanışarak telif ve çevirilerle bu yöne eğilmeye başladı.[2] Batı etkisinde gelişen Türk edebiyatının ikinci ve toplu hareketi 1895 yılında, Servet-i Fünûn mecmuasında toplanan genç yazıncıların öncülük ettiği Edebiyat-ı Cedide devinimi oldu. Tanzimat dönemi yazarları yurt sorunlarıyla yakından ilgilenerek, yurt, ulus sevgisi gibi konuları işleyip, halkın anlayabileceği bir dille yazmaya çalışarak, halkı eğitmeyi amaçlarken, aydınlara seslenerek sanat için sanat ilkesini benimseyen Edebiyat-ı Cedide yazarları, ağır bir dil ile süslü ve sanatlı bir anlatım benimsedikleri için Tanzimat’ın başlangıcından beri sadeleşmeye doğru giden yazı dilini yeniden ağırlaştırmakla suçlandılar. 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başından itibaren başlayan ulusal uyanışın etkisiyle, 1908 Devriminin ardından II. Meşrutiyet döneminde, temelini Türkçeyi yabancı dillerin etkisinden uzaklaştırma ve içerikte halkın sorunları ile yerli yaşamın oluşturduğu Millî Edebiyat akımı ortaya çıktı.
Osmanlı monarşisinin çöküşünden kısa süre öncesine kadar, sözlü ve yazılı gelenekler birbirinden ayrı kalırken 1923'ten sonra Cumhuriyet ile beraber bu iki gelenek ilk kez bir araya geldi. Türkiye'de Cumhuriyet devrinin ilk zamanında da Millî Edebiyat hâkimdir. Âşık ve tekke edebiyatı, modernleşmenin etkisiyle gücünü yitirirken, divan edebiyatından ise 1928 yılında gerçekleşen Harf Devrimi ile Latin alfabesine geçilmesi, ardından 1930'lu yıllardaki Dil Devrimi ile değişen edebiyat akımlarıyla, Osmanlı dönemine ait bir tür olarak vazgeçildi. Millî Edebiyat'ın milliyetçi görünümü sonraki devirde Anadoluculuk ve halkçılık olarak edebiyata yansıdı.[3][4] Daha sonra II. Dünya Savaşı ve savaşın siyasi etkileriyle toplumculuk ve köycülük akımları güçlendi.[5] Modern Türk edebiyatı öykü, roman, eleştiri, deneme, şiir ve tiyatro eserleri gibi hemen her türde örnekler içermektedir. Genellikle modernist bir çizgide seyretmekte olsa da postmodernizmin etkileri de yoğun olarak görülmektedir.[6]
İslamiyet öncesi döneme ait Türk dili ile yazıldığı bilinen en eski metinler, 8. yüzyıldan kalma Orhun Irmağı vadisinde bulunan Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk kitabeleridir.[7] Taşa kazınan bu yazıtlar, Göktürk alfabesi olarak da bilinen runik yazı kullanılarak Göktürk Kağanlığı döneminde yazılmış yapıtlardır. İslamiyet öncesi Türk edebiyatının büyük bölümünü sözlü ürünler olan destanlar, savlar, sagular ve koşuklar oluşturur.[8] Büyük bir kısmı yazıya oldukça geç geçirilen Türk destanlarının bir kısmı Türk ve yabancı araştırmacılar tarafından halk ağzından derlenmiştir. Bir kısmına da İran, Çin ve Arap kaynaklarından ulaşılmıştır.[9][10][11][12][13][14] İlk kez 9. yüzyılda Uygur Kağanlığı döneminde Türk diliyle kitap hâlinde eserler ortaya çıkar.[15][16] Küçük bir kitap hâlinde olup 104 sayfadan oluşan ve Göktürk alfabesiyle yazılmış olan Irk Bitig adlı eserin Uygurların hâkim olduğu dönemlere ait olması kuvvetle muhtemeldir.[17] 10. yüzyılın ilk yarısında yazılan Altun Yaruk ve Sekiz Yükmek adlı eserler de Uygur harfleri ile yazılmış Türkçe eserlerdir.[18]
İslamiyet'in Türklerce kabulünden sonraki bilinen ilk Türkçe yazılı eser, 11. yüzyılda Yusuf Has Hacib'in Doğu Karahanlı hükümdarı Tabgaç Uluğ Buğra Kara Han'a atfen Eski Türkçe olarak bilinen Karahanlı Türkçesi ile yazdığı ve takdim ettiği Kutadgu Bilig'dir. Edip Ahmet Yükneki'nin, Karahanlı beylerinden Muhammed Dâd Sipehsalar'a hediye ettiği Atabetü'l-Hakayık da yine bu dönemde yazılmış eserlerden biridir. Kaşgarlı Mahmud tarafından Bağdat'ta 1072-1074 arasında yazılıp 1077 yılında Abbasi Halifesi Muktedî bi-ʿEmr i’l-Lâh’ın oğlu Ebü’l-Kasım Abdullah’a takdim edilen Divânu Lügati't-Türk, Arapça-Türkçe sözlük olmasının yanı sıra Türk edebiyatının en eski yıllarına kaynaklık eden önemli bir eserdir. En eski Türk savları (atasözleri) Divânu Lügati't-Türk'te yer almaktadır.[19] 12. yüzyılın ikinci yarısında Türkistan'da Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında kuvvetli nüfuz sahibi olan Ahmet Yesevi, çevresinde toplananlara sade bir dille ve halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde söylediği “hikmet” adı verilen manzumelerle sadece Orta Asya Türklerinin dinî-tasavvufi hayatında değil ilerleyen dönemlerde Anadolu'ya ve Balkanlara kadar uzanan sahada derin tesirler bırakmıştır.
13. yüzyıldaki Moğol istilasından sonra, Türk dünyasındaki etnik, siyasi ve sosyal değişim ve gelişmelere paralel olarak başta Altın Orda’nın başkenti Saray şehri olmak üzere çeşitli şehirlerde yeni kültür merkezleri oluşmaya başladı.[20][20][21] Moğol İstilası'nın ardından Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılış sürecine girmesiyle Batı Anadolu'da kurulan Türkmen Beyliklerinin, Anadolu'da oluşturdukları gelişme ortamı ve Türkçeye karşı gösterdikleri hassasiyetle Türkçenin Anadolu'da bir devlet dili, bir resmî dil hâline gelişi gerçekleşmiştir. Batı Türkçesinin ilk safhası olan Eski Anadolu Türkçesinin ilk ürünleri bugünkü Türkiye topraklarında 13. yüzyılın sonu ile 14. yüzyılın başlarında ortaya çıktı.[1] 14. yüzyıldan itibaren Anadolu'da önceki sözlü geleneklere ek olarak, büyük ölçüde yazılı bir edebi geleneğin ortaya çıkmasıyla Eski Anadolu Türkçesi bir yazı dili olarak karşımıza çıkar. Farsça mesnevisi ile tanınan Mevlana Celaleddin Rumi'nin oğlu Sultan Veled'in Mevleviliği yaymak için Farsça olarak yazdığı İbtidaname, Rebapname[22] mesnevilerinde yer alan Türkçe beyitleri 13. yüzyılın sonu 14. yüzyılın başında Anadolu'da kaleme alınmış en eski Türkçe metinler arasındadır. Anadolu'nun Moğol-İlhanlı tahakkümü altında olduğu bir devirde Kırşehir'de yaşayan Gülşehrî'nin bütün ilmî ve tasavvufi terminolojiyi Türkçede kullanmak suretiyle o güne kadar benzeri görülmemiş bir ustalık sergileyerek 1317 yılında tamamladığı Ferîdüddin Attâr’ın Farsça klasiği "Mantıku't-Tayr" çevirisi Anadolu'da kaleme alındığı bilinen en eski Türkçe mesnevidir.[23] Kırşehirli Aşık Paşa'nın Mevlana'nın Mesnevisinden ilham alarak yazdığı, 1330 tarihli Garibnâme adlı mesnevisi Anadolu’da Türk tasavvuf edebiyatının tesir dairesi çok geniş olmuş eserlerden biridir. 13. yüzyılın sonu 14. yüzyılın başlarında Mevleviler arasında manzumeler söyleyen bir tür gûyende (okuyucu) olduğu bilinen Şeyyad Hamza'nın Kur'an’da Ahsenü’l-Kasas olarak adlandırılan, Yusuf suresinin kaynaklık ettiği Yusuf peygamberin hikâyesini anlattığı Yusuf ile Zeliha mesnevisi de Anadolu sahasında Türkçe olarak kaleme alınmış mesnevi formatındaki ilk eserlerden biridir. Türkistan'da Ahmed Yesevî ile başlayan tekke şiiri geleneğini özgün bir söyleyişle Anadolu’da yeniden ortaya koyan Yunus Emre olmuştur.[24] Osmanlı döneminde birçok tarikat Yunus Emre'yi yakından benimsemiş, onun şiirlerine kendi törenlerinde yer vermişlerdir ve Yunus Emre şiirleri, tekke şiirinin kaynağı olmuştur.[25][26]
Divan edebiyatı her açıdan örnek aldığı İran edebiyatının etkisi altında saray ile medrese çevresinde aydın topluluğun edebiyatı olarak bir gelişim gösterdi.[2] İslami edebiyat, yüksek zümre edebiyatı, havas edebiyatı, saray edebiyatı, enderun edebiyatı, klasik edebiyat, eski edebiyat gibi adlarla da anılan bu edebiyat en yaygın kullanımla Divan edebiyatı adıyla anılmıştır. Bunun nedeni, şairlerin manzumelerini topladıkları eserlere “Divan” denilmesidir. Divan şiiri, kurallarını Arap ve Fars edebiyatından alan aruz vezni ile yazıldı.[1][2] Ziya Paşa 19. yüzyılda, Ahmed Paşa, Necâtî ve Zâtî olmak üzere üç şairi, “Osmanlı şiirine temel koyan üç şair” olarak tarif etmiş ve Ahmed Paşa’yı Şeyhî ile Necâtî arasında yetişen şairlerden en büyüğü olarak kabul etmiştir.[27]
Bazı edebiyat otoriteleri tarafından sadece Azerbaycan sahasının ve Alevi-Bektaşi edebiyatının değil tüm Türk edebiyatının en büyük klasik şairi olarak gösterilen Fuzûlî, Kanunî Sultan Süleyman'ın 1534'te Bağdat seferinden sonra padişaha beş kaside sunarak korunmasına girmeye çalışmıştır.[kaynak belirtilmeli] Fuzûlî’nin İstanbullu birtakım şairlerin kendisinden bir Leylâ ile Mecnun hikâyesi yazmasını istemeleri üzerine kaleme almaya başladığını söylediği Leylâ ile Mecnun mesnevisi, klasik Türk edebiyatındaki en önemli lirik yapıtlardan biri olarak kabul edilmektedir.[28][29][30][31] Birçok araştırmacıya göre 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı şiiri doruğa ulaşmıştır.[27][32][33][34] Şöhret ve tesiri asırlarca devam eden, klasik Osmanlı şiirine söyleyiş gücü kazandıran ve Osmanlı şiirinin 16. yüzyıldaki en önemli ismi Bâkî, Kanûnî Sultan Süleyman'ın saltanatı sırasında çağının en büyük şairi sayılarak kendisine “Sultânü’ş-şuarâ” ünvanı layık görülmüştür. Bâkî’nin şöhreti ve eserleri Anadolu ve Rumeli’yi aşıp Azerbaycan, İran ve Irak’tan Hint saraylarına kadar yayılmış bulunmaktaydı.
17. yüzyılda Nâilî Osmanlı şiirinde bir çığır açmış, yeni bir üslupla şiirler kaleme almıştır. Dili ağır olmakla birlikte, şiirinde incelik ve nezaket vardır. Devlet adamları başta olmak üzere toplumun farklı kesimlerini hedef alan[35] hicivlerinden dolayı Sultan IV. Murad tarafından idam edilen Nef'i ise, kasideleri ile kendisinden sonrakiler üzerinde önemli bir tesir bıraktı. Bir kasidesinde İstanbul konuşmasının Arapçadan bile üstün olduğunu mısralarında belirten Nâbi, özellikle şiir ve kültür çevrelerince zamanın “şeyhü’ş-şuarâ”sı olarak kabul edilmiş, büyük bir takdir ve hayranlık görmüştür.
Sultan III. Ahmed devrinin meşhur şairlerinden, neşe ve yaşam dolu şiirleri ile Lale Devri İstanbul'unu anlatan[6] Nedim, 18. yüzyılda Divan şiirine hem dil hem de içerik bakımından birçok yenilik getirmiştir. İstanbul'da kullanılan konuşma dili ve İstanbul halk söyleyişlerinin birçok örneğini samimi bir hava içerisinde şiirlerinde kullanarak aktarmıştır.[36] Yine 18. yüzyılda yaşamış olan ve Hüsn ü Aşk adlı eseriyle tasavvuf ve sembolizmi bir araya getiren[37] Şeyh Galip, şiirlerinde tamamen orijinal, kendine özgü bir ifade şeklini kullanmıştır. Eserlerinde yüksek seviyede bir İstanbul Türkçesinin görüldüğü Şeyh Galip'in dili ağır olmakla birlikte yer yer halk ağzındaki söyleyişleri de şiirine almıştır.
Tanzimat'tan sonra Türk şiiri, batı etkisi altında değişip gelişirken yeni edebiyatın temsilcileri (Ziya Paşa, Namık Kemal vs.), divan şiiri geleneğine uygun ürünler de verdiler. Eski şiirin son temsilcileri Encümen-i Şuara adı verilen topluluğun Naili, Fehim-i Kadim gibi şairlerin yolunu izleyen üyeleri Leskofçalı Galip, Yenişehirli Avni, Hersekli Arif Hikmet oldu. Aruz vezninin yerini hece veznine daha sonra da serbest vezne bıraktığı 20. yüzyılda divan şiiri sona erdi ancak Yahya Kemal Beyatlı beyit birimine dayanan bu şiire çağdaş şiirin bütünlüğünü kazandırırken Baki, Neşati, Nedim gibi farklı şairlerin söyleyiş özelliklerinden ve işledikleri konulardan faydalanan ürünler[38] ortaya koydu.
Dede Korkut hikâyeleri Türk edebiyatında bu türün en eski örneği kabul edilmektedir.[2][39][40] Türk halk hikâyelerinin kaynakları, Dede Korkut hikâyeleri, Köroğlu hikâyesi, Kerem ile Aslı, Âşık Garip gibi Azerbaycan ve Anadolu sahası kaynaklı halk hikâyeleri, Anadolu'da ortaya çıkmış Danişmendname, Saltukname ve Battal Gazi hikâyeleri gibi dinî-destansı halk hikâyeleri, Ferhat ile Şirin, Kelile ve Dimne ve Şehnâme’den alınan çeşitli kıssalar gibi İran-Hint kaynaklı halk hikâyeleri ve Leyla ile Mecnun, Ebû Müslim cenkleri, Yûsuf ile Züleyhâ, Ali cenkleri gibi Arap-İslam kaynaklı halk hikâyeleridir. Aslen Divan edebiyatına ait mesneviler olan Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin ve Camasbname'de geçen Şahmeran hikâyesi toplum tarafından sözlü kültüre aktarılıp "halk hikâyesi" hâline gelmişlerdir.[41]
Günümüzde tamamına yakın kısmı derlenmiş olan halk hikâyelerinin sayısı 150’yi aşmış ve içlerinden bazıları üzerindeki incelemeler bitirilmiştir. Atatürk Üniversitesinde, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Folklor Arşivinde, Selçuk Üniversitesi Halk Bilimi Araştırma Merkezinde ve Fırat Üniversitesinde derlenmiş önemli bir halk hikâyesi külliyatı mevcuttur. Bugün de bilhassa Kars, Erzurum, Artvin, Sivas, Maraş, Adana ve Antep yörelerinde eskisi kadar yaygın olmamakla birlikte halk hikâyeciliği geleneğini devam ettiren âşık hikâyecilere rastlanmaktadır. Ayrıca Azerbaycan’da da halk hikâyeciliğinin hâlâ canlılığını koruduğu görülmektedir.[42][43]
Sözlü edebiyatta masal, fıkra, efsane gibi ürünlerin yazanı belli değildir. Türkiye Türkçesiyle söylenmiş ve 19. yüzyıldan başlanarak yazıya geçirilmiştir.[2] Ancak bunlarda geniş ölçekte de tarihî ve yerel özellikler kendini gösterir (Nasrettin Hoca fıkraları, Bektaşi fıkraları, Bursa, Konya, İstanbul gibi kentlerle ilgili efsaneler, gerçekçi nitelik taşıyan kimi meddah hikâyeleri vs.).
Bir gün Padişah, Nasrettin Hoca’ya sormuş:
— Ben öldüğümde cennete mi gideceğim, cehenneme mi?
Hoca, padişahtan korkmadan:
— Tabii ki, der, cehenneme gideceksiniz.
Öfkeden padişahın sakalı kabarır. Nasrettin Hoca:
— Cennete gideceğinizi söylemek isterdim ama cellatlarınızın öldürdüğü insanlar yüzünden cennete sığamazsınız. O yüzden mecbur cehenneme gideceksiniz.[44]
Sözlü gelenekte ezgiyle söylenen türkü, mâni, ağıt gibi türler halkın ortak yaratıcılığına dayanır.[45] Bunlara zamanla sahipleri unutulan ürünler de eklenmiştir. Taklide ve karşılıklı konuşmaya dayanan, iki boyutlu tasvirlerle bir perdede oynatılan gölge oyununun merkezindeki iki karakter olan Karagöz ve Hacivat gölge oyunu, anonim halk edebiyatının en önemli ürünüdür. Karagöz ve Hacivat, Orhan Gazi devrinde Bursa'da yaşamış cami yapımında çalışan iki işçidir. Kendileri çalışmadıkları gibi diğer işçilerin de çalışmasını engellemektedirler. Orhan Gazi'nin, "cami vaktinde bitmezse kelleni alırım" dediği cami mimarı, caminin vaktinde bitmemesine Karagöz ve Hacivat'ın neden olduğunu söyler. Bunun üzerine bu ikili başları kesilerek idam edilir. Karagöz ve Hacivat'ı çok seven ve ölümlerine çok üzülen Şeyh Küşteri, ölümlerinin ardından kuklalarını yaparak perde arkasından oynatmaya başlar. Karagöz ve Hacivat gölge tiyatrosu 17. yüzyılda son şeklini almıştır. Yazılı bir metne dayanmayan yani doğaçlama (tulûat) sahnelenen ve bazıları halk efsanelerinden esinlenilen Karagöz oyunlarının otuz kadarı günümüze kadar gelmiştir. Genel olarak “Kâr-ı Kadîm” (eski oyunlar) ve “Nev icad” (yeni oyunlar) olarak iki ana gruba ayrılsalar da tamamının bugüne kalan metinleri Tanzimat sonrası döneme aittir.[46]
Masal, anonim halk edebiyatının en yaygın türlerinin başında gelmektedir. Dinleyiciyi inandırmak gibi bir amacı olmayan masallar anlatmaya dayalı türlerin en eskilerindendir. Yapısında kalıplaşmış ifadeler bulunan masalların profesyonel anlatıcıları yoktur. Masal anası veya masal ninesi adı verilen kadınlar tarafından anlatılan hayal ürünü anlatımlardır. Türk masallarının kahramanları genel olarak insanlar, hayvanlar ve doğaüstü varlıklardır. Cadı karıları, devler, vezir vs. kötü kahramanlar iken padişah, kral, hükümdar, hızır, derviş vs. iyi kahramanlardır. Tilki, aslan, Anka kuşu, papağan gibi hayvan kahramanların olduğu masalların yanı sıra derviş, hızır, peri, cin gibi doğaüstü varlıkların yer aldığı masallar da bulunmaktadır. Türk masallarında en önemli tiplerden biri Keloğlan'dır. Türk masalları sözlü gelenekte yaşamıştır. 19. yüzyılda ise yazıya geçirilmiştir. Türkiye'de halk ağzıyla derlenmiş en eski kitap Billur Köşk'tür.[47] Zümrüdüanka Kuşu, Türkiye'deki en yaygın ya da başka bir ifadeyle en çok bilinen masaldır.
Anadolu, Rumeli ve Azerbaycan’da gelişip olgunlaşan âşık edebiyatını, sade bir dil kullanarak şiirlerini daha çok hece vezniyle yazan ve saz çalarak yurdu dolaşan âşıkların eserleri oluşturur.[48] Bu edebiyatta musikinin de önemli bir yeri vardır. Dinleyici üzerinde etkili olabilmesi, melodi kalıplarının iyi bilinmesine ve musikinin sözle birlikte başarılı bir şekilde kullanılmasına bağlıdır.[49] Âşığın düşünde pirlerin elinden bade içerek saz çalıp, şiir söylemesi, düşte gördüğü sevgiliyi bulmaya çalışması yaygın bir efsane motifidir. Birçok âşığın şiiri zamanla türkü, ağıt gibi sahibi bilinmeyen halk şiiri örnekleri arasına karışmıştır.[49] Âşık ya da saz şairi adı verilen gezgin şairlerin saz eşliğinde doğaçlama söyledikleri şiirlerin günümüze ulaşan en eski örnekleri XVI. yüzyıla aittir. Âşıklardan birçoğu hakkında koşmaların son dörtlüğünde anılan mahlaslardan başka bilgi yoktur. Kimi âşıkların yaşamı efsanelerle karışmıştır. Âşık edebiyatının geleneğinde âşık kahvelerinin, kahvelerde düzenlenen atışmaların, muamma, asma, çözme gibi hünerlerin önemli yeri vardır. Bu etkinliklerden dolayı âşıklara meydan şairleri adı verilir.[50] Bazıları medreselerde okumuş olan, kültür merkezi kentlerde yaşayan âşıklara ise kalem şairi denir.[50] Kalem şairleri üzerinde dil, anlatım, konu bakımından divan şiirinin türlü etkileri görülür. Onların şiirleri arasında koşma, varsağı, destan gibi özgün halk edebiyatı türleri yanında aruzla divan, müstezat, gazel gibi ürünler de yer alır.
17. yüzyılda Toroslar'da konar-göçer Türkmenler arasında yetişen Karacaoğlan'ın doğa güzellikleri ve sevgiyi konu edinen içtenlikli şiiri, türünün en sevilen örnekleri oldu.[50] Kayıkçı Kul Mustafa gibi Yeniçeri Ocağı'nda yetişmiş birçok şair imparatorluğun, Bağdat, Girit, Kırım gibi birbirinden uzak yerlerindeki yaşama tanıklık eder. 17. yüzyılda Kayıkçı Kul Mustafa tarafından yazılan Genç Osman Destanı adındaki duygusal koçaklama, aşık edebiyatının en önemli epik eserlerinden biri sayılır.[51] Otoriteler tarafından koçaklamaların en güzel örnekleri Köroğlu ve Dadaloğlu'na ait koçaklamalar olarak kabul edilir.[52] 19. yüzyılda, Deli Boran, Beyoğlu ve Gündeşlioğlu hiçbir yabancı etki altında kalmamış ve değişmemiş halk zevkini devam ettirirken Dadaloğlu'nun baskıya ve haksızlığa başkaldıran şiiri, konar-göçer Türkmenlerin zorunlu iskanıyla ilgili tarihi olaylara tanıklık etti. Âşık edebiyatı XVI. yüzyıldan başlayarak yakın zamana kadar Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeniler’i de etkilemiştir. Bunun sonucu, büyük şöhrete ulaşmış pek çok Ermeni aşug, âşık edebiyatının geleneklerini benimseyip başarıyla uygulamıştır. Özellikle XVIII. yüzyılda Türkçe şiirler söylemiş bu Ermeni aşuglardan Mecnûnî, Âşık Vartan ve Civan önemli isimlerdir.
XIX. yüzyılda âşık şiirini temsil edenlerden bir kısmı doğrudan doğruya Bektaşi babalarıdır. Âgâhî, Türâbî ve Harâbî bunlardandır. Âşıkların yetişmesinde önemli bir yeri olan Yeniçeri Ocağı’nı kaldıran Sultan II. Mahmud âşıkları koruyarak saraya almıştır. Sultan II. Mahmud’dan Sultan Abdülaziz’in son zamanlarına kadar âşıkların düzenli teşkilatı ve esnaf loncalarına benzer loncaları vardı. Âşık fasılları'ndan hoşlanan Sultan II. Mahmud, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz devirlerinde İstanbul, âşık edebiyatının gelişmesi bakımından çok müsait bir çevre olmuştur. Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Dertli, Seyrânî ve Sümmânî gibi oldukça büyük şöhretleri olan saz şairleri bu yüzyılda yetişmiştir. Bu dönemde âşık edebiyatının en tanınmış temsilcisi Aşık Dertli idi. Birkaç çırak yetiştirdiği gibi kendisinden sonra gelen âşıklar üzerinde de büyük etkisi oldu.[49] XIX. yüzyılın sonlarında, büyük yerleşim merkezleri ve özellikle İstanbul'daki kuvvetli âşık geleneği yerini bir başka geleneğe, semai kahvelerine bırakmıştır. Bu kahvelerde söz sahibi olan âşıklar artık bütün imparatorluğu gezen gezginci âşıklar değildir. Meydan şairleri de denen bu tarzın temsilcileri semai kahvelerinde mâni, destan, koşma, divan, semai, kalenderî gibi şiirler okur ve söylerlerdi. Ramazan, bayram ve cuma geceleri semai kahvelerinde büyük toplantılar olurdu. İstanbul’daki semai kahvelerinde genellikle tulumbacı teşkilatlarına bağlı çoğu İstanbullu olan şairler bulunurdu. XX. yüzyılda saz şiiri geleneğini devam ettiren isimler arasında Âşık Veysel önemli bir yer teşkil etmektedir.
Osmanlı döneminde ayrı tarikatlar, inançlar, birbirinden farklı üç edebiyat yolu oluşturdu. Bu tür edebiyatın başlıca temsilcileri:
Hacı Bektaş-ı Veli'ye bağlanan Bektaşiler ile Alevilerin edebiyatı, temalarıyla öteki tarikat şairlerinin şiirlerinden ayrılır. Bu edebiyat dil ve anlatım bakımından tarikat edebiyatının öteki iki kolundan çok daha sadedir. Alevi-Bektaşi şiirlerinin önemli temalarından biri Ali'ye, ehlibeyte bağlılıktır. On iki imam övülür, bütün adaletsizlikleri gideren bir kurtarıcı olarak Mehdi beklenir. Kaynağını Yunus Emre şiirlerinden alan Alevi-Bektaşi edebiyatı 14. yüzyılda Hacı Bektaş-ı Veli dergâhına mensup Abdal Musa'nın müridi Kaygusuz Abdal ile kuruldu ve en önemli temsilcisi Pir Sultan Abdal ile 16. yüzyılda en iyi örneklerini verdi. Osmanlı devrinde Anadolu ve Rumeli’de özellikle Alevi ve Bektaşi çevrelerinde sevilerek okunmuş olan Azerbaycanlı şairlerden Nesîmî ve Hatâî, günümüzde de Türkiye'de Aleviler tarafından büyük saygı görmekle birlikte Azerbaycan'ın da en büyük şairleri arasında kabul edilmektedirler.[53] Necef’te Ali’nin türbesinde onu medh etmek görevi karşılığı maaş alan kutsal yerleri ziyarete gelenler için maktel kasideler okumakta olan Fuzulî’nin, Kerbelâ Vak‘ası’nı anlatan Türkçe bir maktel yazmak maksadıyla kaleme aldığı Hadikatü's-Süada, yazıldığı tarihten itibaren Bağdat, Necef ve Kerbela’ya uğrayan ticaret kervanları ve muharrem aylarında Hüseyin’in kabrini ziyarete gelenlerin aracılığı ile kısa zamanda Türklerin yaşadığı bütün bölgelerde tanınmış ve ilgiyle karşılanmıştır. Hadikatü's-Süada, Anadolu'da sadece Alevi ve Bektaşiler tarafından değil Sünni Türkler tarafından da sevilmiş, özellikle Hüseyin’in ölüm yıl dönümlerinde okunmuş ve dinlenmiştir.[54][55][56] Yaşamının büyük bölümünü Sivas'ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır bucağına bağlı Banaz köyünde geçiren, genellikle 16. yüzyılda Anadolu’daki yoğun Safevi propagandasının etkisiyle Osmanlı bürokrasisine karşı tutumuyla bilinen Pîr Sultan Abdal’ın birçok nefesi de Alevi ve Bektaşi âyîn-i cem’lerinde okunagelmiştir. Türkiye Alevilerinin büyük saygı duydukları Cem törenlerinde deyiş, deme ve nefeslerini çalıp söyledikleri Nesimî, Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yemini ve Virani en büyük yedi şair kabul edilmektedir ve Yedi Ulu Ozan olarak adlandırılmaktadır.
İlk temsilcisi Hacı Bayram Veli kabul edilen Melâmî-Hamzavî zümreye mensup şairlerin başlıca temsilcileri Sarban Ahmed (ö. 1545), Kaygusuz Vizeli Alaeddin (ö. 1563), Emir Osman-ı Haşimi (öl. 1595), Muhyi (öl. 1611), İdrisi Muhtefi (ö. 1615), Oğlan Şeyh İbrahim (öl. 1655), Sunullah Gaybi (ö. 1611), San Abdullah Efendi (ö. 1660) gibi şairlerdir. Bunlar eserlerinde vahdetivücudu esas almışlar, aşk ve cezbeye büyük önem vermişlerdir. Bâtınî temayüller Alevi-Bektaşi şairlere göre daha az, ehlibeyit sevgisi kuvvetlidir. Zikir, esma, taç, hırka, süluk mertebeleri gibi terimler şiirlerinde yer almamaktadır.
Halvetilikle Kadiriliği birleştirerek Eşrefiliği kuran Eşrefoğlu Rumi, İbrahim Gülşeni, Üftade, onun halifesi ve Celvetliğin kurucusu Aziz Mahmud Hüdayi, Bayramiliğin Himmetilik kolunu kuran Tarikatname yazarı Himmet, Niyazi-i Mısri şiirlerinde, kendi inançlarını, tarikatlarının ilkelerini, giriş törenlerini, özel zikirleri vb. konu edindiler. Halveti edebiyatındaki en ilginç menakıp yazarlarından birisi, 17. yüzyılda belki de çoğunlukla Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki topraklarında yaşayan velilerin hayat hikâyelerini anlatan eserler veren Münirî-i Belgradî'dir. Eseri Halvetîlerle ilgili anekdotlar içermesinden dolayı nadir bir eserdir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat'ın ilanından (1839) sonraki siyasi yenileşme devrinden başlayarak edebiyatın dili ve anlatımıyla birlikte halk topluluğuna ulaşma biçimi, amacı, kapsadığı sorunlar da büyük ölçüde değişti. Sözlü edebiyatın yerini kesin olarak yazılı edebiyat aldı. Roman, tiyatro, eleştiri, deneme gibi batı kaynaklı türlerde ürünler verildi. Toplumsal sorunlar gerçekçi metotla ele alınmaya başlandı.
Batı ülkelerinden özellikle de Fransa'dan etkilenen ve geniş halk kitlesine ulaşmayı amaçlayan, toplumsal sorunlarla yakından ilgilenmeye başlayan edebiyatın ilk ürünleri Tanzimat'ın ilanından 20 yıl kadar sonra verildi. Tasvir-i Efkar[57] gazetesini çıkaran Şinasi, biçimden çok öze önem veren bilgi ve düşünceyle temellenen, geniş bir halk topluluğuna seslenebilmeyi amaçlayan yeni düzyazının kurucusudur. Şiirleri, şiir çevirileri, makaleleriyle çağdaşlarını derinden etkileyen bu yenilikçi yazar geleneksel halk tiyatrosuyla batı örneğini bileştiren ilk tiyatro eseri olan Şair Evlenmesi'nin (1859) yazarıdır.[58] Divan şiirini dil ve anlatım bakımından topluma sırt çevirmiş, içerik bakımından doğaya, akla yabancı, toplumsal sorunlara uzak sayan Tanzimat şiirinde Namık Kemal yurt, ulus sevgisi, erkinlik, haksızlığa başkaldırma gibi konuları coşkulu bir dille ve yeni bir anlatımla işledi. Yurtseverlik, hürriyet, millet kavramlarını Türk fikir hayatına ve edebiyatına sokan kişi kabul edilen Namık Kemal, heyecanlı, kavgacı kişiliği, akıcı, parlak üslubu nedeniyle devrinin diğer yazarlarından daha fazla tanındı. Vatan Şairi ve Hürriyet Şairi olarak anılan Namık Kemal, şiirin yanı sıra tenkit, biyografi, tiyatro, roman, tarih ve makale türlerinde eserler verdi. Özellikle Türk edebiyatının ilk edebi romanı olan "İntibah" ve batılı anlamda Türk edebiyatının sahnelenen ilk tiyatro eseri olan "Vatan yahut Silistre" eserleriyle ünlüdür. Şinasi ve Namık Kemal ile birlikte “batılılaşma” kavramını ilk defa ortaya atan Osmanlı aydınlarından Ziya Paşa ise, divan şiirinin geleneksel biçimlerinden fazla uzaklaşmadan yönetimde ve insan ilişkilerindeki adaletsizliğe, haksız davranışlara karşı çıktı, uygarlık ve hürriyet gibi temaları işledi. Padişahın mutlak egemenliğine karşı meşrutiyet yönetimini savunan, yurt içinde olduğu kadar gönüllü sürgün olarak yurt dışında da siyasal savaşım veren bu şairler savundukları yeni dil ve edebiyat anlayışını eleştiri türünde verdikleri ürünlerde dile getirdiler.[59][60]
Roman, Türk edebiyatına Fransızca’dan yapılan çevirilerle girdi. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Terceme-i Telemak’tır. Daha sonra adı bilinmeyen bir çevirici Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i (Les Miserables) çevirdi. 1860 - 1880 yıları arasında başta Fransız yazarlar olmak üzere birçok Batılı yazarın eseri Türkçeye çevrildi. Türk romanı asıl Tanzimat devrinde gelişti. Bu ilk dönem yazarları daha çok Fransız Romantizm akımını örnek almışlardır. Şemsettin Sami'nin roman türünde ilk örnek olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat 'ını izleyen ürünler (Ahmet Mithat Efendi, Felatun Bey'le Rakım Efendi, 1876; Namık Kemal, İntibah, 1876) bir yandan yaşanan çağa ters düşmüş eski toplumsal kurumları öte yandan Batı'ya körü körüne öykünmeyi eleştiriyordu. Tiyatroda Ahmet Vefik Paşa'nın Molière uyarlamaları halk geleneğini batı kaynağı ile birleştirme çabalarının bir halkasıdır. Buna karşılık Abdülhak Hamit'in oyunları[61] batı tiyatrosu örneklerinden büyük ölçüde beslenen, sahne diline ve halkın beğenisine ise oldukça uzak ürünlerdir. Namık Kemal'in sürgüne gönderilmesine yol açan Vatan, Yahut Silistre oyunu yazarın ana temalarından olan yurt ve ulus sevgisini heyecanlı bir anlatımla sahneye aktararak konu ediniyordu. Türk edebiyatında masalı gerçek anlamda ilk defa Namık Kemal'in "Mukaddeme-i Celal" 'inde kullanıldığı görülmektedir. Yazar, masalı tamamen hayali olaylardan meydana gelen bir anlatım türü olarak görmektedir. Namık Kemal ayrıca masalların ahlâki, eğitici ve terbiye edici özellikleri olduğunu belirtmektedir.
Yıl | Edebiyat | Pozitif Bilimler | Din | Yönetim |
---|---|---|---|---|
1820-39 | 56 | 89 | 59 | 13 |
1840-59 | 217 | 230 | 310 | 55 |
1860-76 | 583 | 583 | 372 | 118 |
1876-1908 | 2950 | 3891 | 1307 | 946 |
II. Abdülhamit devrinde doğup gelişen Edebiyat-ı Cedide ya da başyazarlığını Tevfik Fikret yaptığı derginin adıyla Servet-i Fünûn edebiyatı yazarları, bireysel konuları ancak öğrenim görmüş seçkin kişilerin kavrayabileceği bir anlatımla işlediler. Batılı, özellikle de Fransız yazarların eserlerindeki biçim özelliklerini Türkçeye uyguladılar. Ülkenin içinde bulunduğu siyasi durum yazarları yalnız kişisel meseleler üzerinde durmaya yöneltmekte idi.[63] 1877’den itibaren 93 Harbi ve mağlûbiyeti, Meclis-i Mebûsan’ın kapatılışı, zamanla sansüre ve jurnallere dayanan bir rejimin oluşması, yazarları da siyaset ve toplum meselelerinde susmaya zorlamıştı. Bu durum edebiyatta içe kapanma şeklinde kendini dışa vururken siyasi ve sosyal problemler yerine estetik değerlerde gelişme ve derinleşme görüldü. Bu edebiyata mensup olanların şiirde olduğu gibi nesirde de uzun vokalli, âhenkli kelimeleri, Farsça terkipleri bol bir dil benimsemeleri Tanzimat’ın başlangıcından beri sadeleşmeye doğru giden yazı dilini yeniden ağırlaştırmakla suçlandılar. Arapça ve Farsçada bile yer almayan tebeşbüş, mükevkeb, müşemmes, mukmir, nevîn gibi kelimeleri etimoloji kurallarını zorlayarak kullanmışlardır. Şiir ve romanlarındaki kadın ve erkek kahramanların adları da Sezâ, Sühâ, Behlül, Lâmia, Bihter, Peyker, Pervîn gibi müzikal değeri olan, fakat pek kullanılmamış isimlerdir.[64]
Hareketin temsilcilerinden Tevfik Fikret (1867 - 1912), Cenap Şahabettin (1870 - 1934) şiire geniş bir ses zenginliği kazandırdılar. Doğayı, kişisel yaşantıyı, bireysel duyguları ayrıntılarıyla yansıttılar. Tevfik Fikret zamanla toplumsal bozuklukları, siyasi yönetim baskısını, haksızlıkları konu edinmeye koyuldu. Devrin romanlarında daha çok romantik aşklar ve yanlış batılılaşma ana konu olarak ön plana çıkmaktadır. Servet-i Fünûn edebiyatı devrinde ilk usta romanlar ve usta yazarlar kendilerini gösterdi. Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası yeni teknikler kullanılan ilk realist Türk romanıdır. Roman alanında Mehmet Rauf[65] ile birlikte ruhsal durumları çözümlemeye önem veren Halit Ziya Uşaklıgil,[66] farklı toplum kesimlerinden kişilerin, aydınların, sanat-edebiyat çevresinin,[67] halkın[68] yaşamına gerçekçi açıdan tanıklık etti. Halit Ziya Uşaklıgil'in 1897 tarihli Mai ve Siyah adlı romanı, Batılı anlamda Türk romanının başlangıcı sayılır. İlk olarak 1899-1900 yıllarında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edildikten sonra 1900'de kitap olarak yayımlanan Aşk-ı Memnu, tefrika edildiği dönemde büyük ilgiyle karşılanmış ve Halid Ziya Uşaklıgil'in en tanınan romanı olmuştur.[69] Batılı anlamda ilk roman örneği olduğu bilim çevrelerince kabul görmüştür.[70][71] Eserlerini bu devirde yayımlamaya başlayan Rahmi Gürpınar, Edebiyat-ı Cedide'den alabildiğine ayrılarak geniş okur topluluğuna seslenen, halkın yaşamından canlı kesitler veren, öğretici, eğlendirici romanlar[72] yazdı. Türk öykücülüğünü yetkinliğe kavuşturan yazar ise Halit Ziya Uşaklıgil oldu. Edebiyat-ı Cedide devrinde yalın diliyle dikkat çeken Uşaklıgil, titiz gözlemciliğiyle gerçekçi öykü geleneğini başlatan yazardır. İlk olarak 1899-1900 yıllarında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edildikten sonra 1900'de kitap olarak yayımlanmıştır. II. Meşrutiyet'in ilânından sonraki dönemde Edebiyat-ı Cedide'nin bağlı olduğu sanat için sanat anlayışını kısa bir süre Fecr-i Ati hareketinin genç temsilcileri sürdürdü. Bunlar arasında yer alan Ahmet Haşim, arı şiir anlayışına bağlı ürünleriyle[73] tanındı. Topluluğun üyelerinden hemen tümü II. Meşrutiyet'ten sonra Millî Edebiyat hareketi içinde yer aldılar. II. Abdülhamit'in uzun süren baskısı II. Meşrutiyet sonrasına kadar tiyatro edebiyatının gelişmesine engel oldu.[74]
Türkçülük hareketinin etkisinde gelişen Millî edebiyatın hareket noktası millî kaynaklara yönelme düşüncesiydi. Dilde sadeleşme, şiirde aruzun yerine hece vezni, içerikte halkın sorunları ve yerli yaşam Millî Edebiyat'ın temellerini oluşturdu. Mehmet Emin Yurdakul'un 1897 Yunan Harbi sırasında Selanik'te Asır gazetesinde yayınlanan Ben bir Türküm dinim, cinsim uludur mısrası ile başlayan “Cenge Giderken” başlıklı şiiri kendisine büyük ün kazandırdı. Ertesi sene, II. Abdülhamid devri saray ressamı Fausto Zonaro'nun Yunan Harbi'ni konu alan resimlerinin de yer aldığı "Türkçe Şiirler" adlı eserini yayınladı. Bu eserle başlayan yenileşme, aydınların şiirini bir yandan halk edebiyatı ögelerine öte yandan halkın dertlerine yöneltirken edebiyatta yeni bir başlangıç yapılmış ve Türkçülük bu alana girmişti. 1908 Meşrutiyet Devrimi sonrası artan basın ve yayın hareketleri içerisinde Genç Kalemler dergisi Türkiye tarihinde Millî Edebiyat hareketinin doğuşu açısından çok önemli bir yere sahiptir.[75] İttihat ve Terakki Cemiyetinin etkili üyelerinden Doktor Nâzım Bey’in iki yeğeni tarafından Haziran 1909'da Manastır’da Hüsn-ü Şiir adıyla çıkarılan dergi dördüncü sayıdan sonra Selanik’e taşındı ve dokuzuncu sayıdan itibaren Genç Kalemler adını aldı. Derginin kapağında Arap harfleriyle yazılan başlığın altında latin harfleriyle genç kalemler yazılmıştı. Genç Kalemler dergisi dilde milliyetçiliğin organı olarak tanınmaktadır. 1909'da İttihat ve Terakki'nin Selanik’teki merkez yönetim kuruluna üye olarak seçildikten sonra Selanik’te kalmayı sürdürerek çevresinde bir kültür hareketi yaratmaya çalışan Ziya Gökalp, Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan beyti ile biten Turan şiirini Genç Kalemler’e yollamıştı. Ali Canip bu şiiri derginin 6. Sayısında yayınlamıştır. Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Ömer Seyfettin, derginin beyni Ali Canip ile birlikte dilde sadeleştirme için bir kampanyaya girişmişti. Genç Kalemler’in II. cildiyle başlatılan Yeni Lisan Hareketi, Türkçe’nin sadeleştirilmesine yönelik sistemli ilk harekettir.[76] Dergide Yeni Lisan adıyla ilk makaleyi imza yerine bir soru işaretiyle yazan Ömer Seyfeddin Ali Canip’e 28 Ocak 1911’de gönderdiği bir mektupta, "Geliniz Canip Bey edebiyatta, lisanda bir ihtilâl vücuda getirelim" diye çağrıda bulunur. Ali Canip’e Arapça ve Farsça terkipleri dilden atmak için ortak bir kampanya önerisi sunar. Kazım Nami’ye göre ise 30 milyon Osmanlı’nın kısa sürede bu dili öğrenmesi gerektiği için sadeleşmeye ihtiyacı vardı. Hemen hemen aynı zamanlarda derginin bir başka önemli ismi ortaya çıktı. Ali Canip, Ziya Gökalp’e Ömer Seyfettin’in mektubunu göstermiş ve kendi güçleriyle Genç Kalemi büyütmeyi teklif etmiştir. Genç Kalemler Ziya Gökalp’in aracılığıyla bir heyet oluşturdular. Heyetin başında da Enver Paşa bulunuyordu. Bu heyet önemli saydığı pek çok batı eserini sade bir dil ile Türkçeye tercüme etti. İttihat ve Terakkinin politik nüfusunu kullanarak Selanik’te 4 okuma kitabı ve 2 imla kitabı yayınladılar. Ömer Seyfettin’in tanınmış hikâyelerinden birçoğu ilk defa Genç Kalemler’de yayımlandığı gibi dünyadaki Türkleri birleştiren, güçlü bir Türk devleti kurulmasını tasarlayan Ziya Gökalp'in, Türkçülük, hatta Turancılık ideolojisini ifade ettiği Altın Destan adlı şiiri de 1911’de ilk defa burada çıkmıştır. Bakışları Orta Asya Türklüğü’ne çeviren Altın Destanda kullanılan "Turan, ogan, ulus, budun, kurultay" gibi bazı kelimeler meselenin siyasi-Türkçü boyutlarını ortaya koymaktadır.[77] Genç Kalemler’in Türkçülük ideolojisiyle beraber savunduğu bir diğer ideoloji de Batıcılıktı. Dergide, Batı dillerinden tercüme edilen birçok yazı yayımlanmıştı. İlk Yeni Lisan makalesinde, millî edebiyatı oluşturmanın önündeki en büyük engelin İslâmiyet’in getirdiği tesettür keyfiyeti olduğu da ima edilir. Bu fikir, Ömer Seyfeddin’in yine ilk defa Genç Kalemlerde yayımlanan Aşk Dalgası adlı hikâyesinin de asıl temasını teşkil etmektedir.[78]
Genç Kalemler, 1912 yılını Eylül ayında Balkan Savaşları'nın başlaması ile kapanmıştır. Derginin yazı kadrosunu oluşturan yazarların çoğu Selanik'in kaybedilmesi neticesinde bundan sonraki yazı faaliyetlerini İstanbul’da yayımlanmakta olan Türk Yurdu gibi dergilerde sürdürmüşlerdir. Ziya Gökalp, İstanbul’a gelir gelmez Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer almıştı. Derneğin yayın organı "Türk Yurdu" başta olmak üzere Halka Doğru, İslâm Mecmuası, Millî Tetebbûlar Mecmuası, İktisadiyat Mecmuası, İçtimaiyat Mecmuası, Yeni Mecmua'da yazılar yazmıştı. I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında aruz vezninde yazdıkları şiirlerle adlarını duyurmuş olan Beş Hececiler’in de Türkçe ve hece vezniyle şiir yazmayı benimsemelerinde Ziya Gökalp’ın etkisi büyüktür.[79] Fecr-i Ati topluluğuna ilk katılanlardan olmasına rağmen kısa süre içinde gruptan ayrılarak hece vezniyle şiirler yazmaya başlayan İbrahim Alaettin Gövsa'nın 1911'de yayımladığı Çocuk Şiirleri adlı kitabı, Türk edebiyatının ilk çocuk şiiri kitaplarındandır.[80]
Genç Kalemler'in başlattığı dil ve edebiyat hareketi, dönemin özellikle İstanbul aydınları tarafından tepkiyle karşılanmış ve aydınlar arasında sert tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Yeni lisana en sert tepkiler, o sıralarda Fecr-i Âtî topluluğuna mensup olan Köprülüzade Mehmet Fuat ile Yakup Kadri’den gelmiştir. Zamanla yeni lisan çizgisine gelen bu iki yazar başlangıçta bu hareketi asla ciddiye almamış, hatta yazdıkları yazılarla alay etmişlerdir. Bir yıl süren tartışmaların sonunda Hamdullah Suphi, Celâl Sahir, Yakup Kadri, Köprülüzade Mehmet Fuat, Refik Halit, Yeni Lisan hareketini kabul ettiklerini bildirmişlerdir.
Türkçede yabancı sözlerin temizlenmesi, yazımda konuşma dilinin egemen olması, taşra yaşamının gerçekçi bir üslupla edebiyata taşınması gibi özelliklerle bilinen bu devirde Ömer Seyfettin, Türk öykücülüğünde yeni bir çığır açmıştı. Onu Halide Edib, Refik Halit ve Yakup Kadri izledi.[81] Halide Edib'in ilk kez 1912'de yayınlanan romanı Handan Türk edebiyatında kadın piskolojisinden bahseden ilk romandı. Halide Edib'in 1912 yılında yayınlanan bir diğer romanı olan ve Türk edebiyatının ilk siyasal/ideolojik romanı kabul edilen Yeni Turan adlı romanında kadınların bir ideoloji olarak Türk milliyetçiliği içinde nasıl kurgulanacağı sorunu bu romanda yankısını bulmuştur. Refik Halit'in 1919 yılında yayınlanan gerçekçi eseri Memleket Hikâyeleri ilk kez Anadolunun küçük kent ve kasabaların yaşamlarını konu edindi.[82] Çalıkuşu adlı romanı 1921’de Vakit Gazetesi’nde tefrika edilmesiyle şöhrete kavuşan Reşat Nuri, eserinde asıl konu olarak aşkı işlemiş olmasına rağmen Anadolu’nun birçok kasaba ve köyünde geçen olay örgüsüyle Anadolu’daki sosyal hayatı başarıyla yansıtmıştı. 1922'de basılan ilk romanı Kiralık Konak ile Tanzimat'tan I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yetişmiş üç neslin düşünüş ve yaşayışındaki değişikliği başarıyla aktaran Yakup Kadri, İstanbul’da bir Bektaşi tekkesinin şeyhiyle, evli bir kadın arasındaki tutkulu bir aşkın öyküsünü anlatan Nur Baba adlı eserinin 1922 yılında kitap olarak basılıp çok satılmasıyla ününü yaygınlaştırdı. Halide Edib, milli mücadeleye katılmış, savaşlarda gösterilen kahramanlıklar ve direnişlerden yapıtlarında bahsetmişti. Yazarın, Türk edebiyatında Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan ilk roman olan Ateşten Gömlek (1922) adlı romanı milli mücadeleden izler taşır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yazarlar kuşağının öncüleri Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar,[83] Yakup Kadri gibi romancılar Cumhuriyet devrinin eşiğinde yayınladıkları eserleriyle[84] Osmanlı'nın yıkılış Türkiye'nin kuruluş devrine tanıklık ettiler; Anadolu gerçeğini yansıttılar. Cumhuriyet devri edebiyatı Türkiye'nin gerçeklerine gittikçe genişleyen ölçüde eğildi. Yurdun bütün bölgelerinde kentlerdeki, köylerdeki yaşamı ve insan ilişkilerini, yurt dışına göçen işçileri ele aldı. Her sınıftan, her yaşam biçiminden gelen kahramanları canlandırdı. Onları kuşatan toplumsal bozuklukların giderilmesi için öneriler getirildi. Dil devrimi, edebiyatı yakından etkiledi. Türetilen ya da canlandırılan sözler yanında bölge ağızlarından sözler ve anlatım biçimleri de edebiyata girdi. Halk söyleyişleri, anlatımı kadar dünya edebiyatlarından türlü eğilimlerden, deneylerden izlenimler görüldü. Cumhuriyet'in kuruluşunu ele alan eserler oluşturuldu. Yakup Kadri yakın tarihte oluşan, kendi tanık olduğu olaylara dayanarak toplumdaki değişmeleri, siyasal yaşamdaki çalkantıları, çatışmaları ele alan romanlar yazdı. En etkili romanı ise köylü ve aydın çelişkisini anlatan Yaban (1932) oldu. Cumhuriyet'in ilk on yılında Türk Kurtuluş Savaşı'na katılan halk ve aydınlar, yeni devre ayak uydurmaya çalışan çıkarcılar ve işbirlikçiler,[85] Batı Uygarlığı karşısında geleneksel ahlâkın ve yerleşik değerlerin tartışılması,[86] toplumdaki değişmelerin, batılılaşmayı yanlış anlamanın yıkıcı etkileri[87] gibi toplumsal konulara bireysel sorunlar, ruhçözüm deneyleri[88] eklendi. Şevket Esendal'ın Ayaşlı ve Kiracıları (1934) romanı başkent Ankara'nın, Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki yaşamını canlandırıyordu. Deniz tutkunu olan Sait Faik, kendi yaşadığı Burgaz Adası'nın Rum balıkçılarını, kentin küçük insanlarını geniş bir insan sevgisiyle canlandırdı. Öte yandan üretim biçimine, üretim biçiminde değişmenin yaşamı nasıl etkilediğine dikkati çeken ilk eser Sadri Ertem'in Çıkrıklar Durunca (1931) adlı köy romanıdır. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf romanıyla 20 yıl kadar sonra gelişecek köy romancılığına öncülük etti.[5] Köylüleri, düşkün kadınları, toplumsal sınıflar arasındaki çelişkileri ele alan öyküler kaleme aldı.
İnce Memed romanında[89] 1930 yıllarında Toroslar'da yaşayan, suça itilmiş bir eşkıyanın yaşamını konu edinen Yaşar Kemal bu yöreyi ve Çukurova'yı tarihi kökleri, doğası, güncel sorunlarıyla yansıtırken anlatımdaki coşku, betimlemelerindeki renklilikle dikkat çekti. Orhan Kemal, İstanbul'un yoksul kesimlerinde yaşayanları, köyden kente nüfus göçünü, ezilen çocukların, genç kızların macerasını konu edindi. Kemal Tahir'in köyü konu edinen romanları[90] ve köydeki gelişmelerin geniş bir panoramasını verdi. Samim Kocagöz, Necati Cumalı, Fakir Baykurt gibi yazarlar roman ve öyküleriyle köy ve kasaba yaşamına tanıklık ettiler.[91] Aynı çevreyi konu edinen Bekir Yıldız, yurt dışında çalışan göçmen işçilerin yaşamını konu edinen yazarlardan oldu. Gerçeklere ironi ile bakan öykücüler bulunduğu gibi (örn; Haldun Taner) toplumsal bozuklukları gülmece öyküleri ve romanlarıyla çok geniş bir okur toplulukları önünde tartışan yazarlar (Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz) görüldü. Kurtuluş Savaşı'nın ve Cumhuriyet devrini, toplumcu ve gerçekçi yazarlara karşıt biçimde yorumlayan yazarlar (Tarık Buğra) da oldu.
Ruhsal çözümlemelere yönelen, bilinçaltını sergileyen yazarlar (Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Adnan Özyalçıner, Oğuz Atay, Tezer Özlü vs.) soyutlamalardan, kara mizahtan faydalandılar; geriye dönüşümlerle, çağrışımlarla beslenen, dilin olanaklarını araştıran denemelere giriştiler. Kadın romancılar ve öykücüler çevreyi, olayları, kişileri konu edinirken, ayrıntılara daha çok indiler. Bu yazarlar (Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür, Füruzan, Sevgi Soysal, Tomris Uyar) bireyin toplumla ilişkisi, toplumsal yapıda ve kültürdeki değişimler, cinsellik gibi konulara yönelirken yerleşik yargılara karşı çıktılar. Hızlı kentleşme, sanayileşme olguları köy edebiyatının ortadan silinmesine yol açarken, kentteki kaynaşmalar, kenar mahalle insanlarının, yoksulların, işçilerin yaşamından çok aydınların, sanatçıların, siyasi eylemlere katılanların toplumsal ve ruhsal dünyalarını, onların tanıklığıyla bireyi ve toplumu konu edinen bir edebiyat gelişti: Erhan Bener, Demir Özlü, Selim İleri, Orhan Pamuk, Latife Tekin, Nedim Gürsel gibi yazarların roman ve öyküleri.
Mehmet Âkif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hâşim Cumhuriyet dönemi şiirinin kurucu şairleridir. Bu üç şairin şiirleri birbirinden farklı özellikler taşır. Tek ortak noktaları dönemin genel eğiliminin tersine aruz veznindeki ısrarlı tutumlarıdır. Mehmet Âkif Ersoy, büyük oylumlu, hikâyelik şiirini derleyen Safahat dizisinde aruz veznini halkın konuşma diline başarılı bir şekilde uyguladı. Yahya Kemal Beyatlı'nın vatan sevgisi ve tarih duygusuyla beslenen şiiri[92] bir yandan lirik öte yandan destansı öğeler taşıyordu. Hece vezninin temsilcilerinden[93] Faruk Nafiz Çamlıbel, halkın yaşantılarından çıkardığı konuları yine halkın söyleyiş ve nazım biçimleriyle dile getirdi. Yepyeni görüşler getiren ünlü "Sanat" şiiri, memleketçi şiirin ilk bilinçli bildirisi kabul edilir. Han Duvarları ise Türk şiirinin en önde gelen klasiği olarak değerlendirilir. Bu şiir, Türk edebiyatında “Memleket Edebiyatı” denen bir akım başlattığı gibi, Faruk Nafiz’in sanatının da dönüm noktasını oluşturmuştur.
Hece ve aruz ölçülerini kullanmayı reddeden, kafiyeyi ilkel, edebi sanatları gereksiz bulduğunu açıklayan Orhan Veli Kanık, "Geçmiş edebiyatların öğrettiği her şeyi, bütün geleneği atmak" amacıyla yola çıkarak[94] şiir dilini konuşma diline yaklaştırdı. 1941 yılında, arkadaşları Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte çıkardıkları Garip adlı şiir kitabında bu fikirlerinin örnekleri olan şiirleri yayınlandı ve Garip akımının doğmasına sebep oldu. Bu akım özellikle 1940-1950 yılları arasında Cumhuriyet dönemi şiirinde büyük etki bıraktı.[95] Garip şiiri hem yıkıcı hem de yapıcı özelliği ile Türk şiirinde bir mihenk taşı kabul edilir.[96] 1946'da Cumhuriyet Halk Partisi'nin şiir yarışmasında "35 Yaş" şiiriyle birincilik kazanınca birden ünlenen Cahit Sıtkı Tarancı döneminin en çok okunan şairlerindendi. Bir yandan Garip akımından etkilenerek serbest şiiri denedi, diğer yandan Baudelaire, Verlaine gibi Fransız şairlerinin etkisinde kaldı. Ama hiçbir akıma bağlanamayan, uyum ve biçimi gözeten, duygulu, içten, kendine özgü bir şiir geliştirdi. Nâzım Hikmet Ran'ın vezni, geleneksel kalıpları kıran şiiri, biçimlik özellikleri kadar Marxçı görüşe bağlı içeriğiyle de yenilik oluşturdu. Bu yenilikçi şiir zamanla halk şiirinden, divan şiirinden hatta çağdaşı Garip şiirinden etkiler aldı, öykünün olanaklarından faydalanıldı, yerel ve evrensel değerlerle beslendi. Garipçiler karşısında Nâzım Hikmet'in şiir anlayışından etkilenen toplumcu şiir anlayışı ortaya çıktı. Bu şiir geleneğinin temsilcileri Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin 'dir. Toplumsal konuları, imgeye ve duyarlığa daha geniş yer vererek işleyen eğilimin temsilcisi Attilâ İlhan oldu. Doğayı, aşkı, yaşamı, sevgiyi, barışı, özgürlüğü vs. konuları işleyen açık aydınlık şiirin (Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Necati Cumalı) karşısında insanın evrendeki yerini konu edinirken soyutlamalardan, bilinçaltı araştırmalardan faydalanan çalışmalar yer aldı. Asaf Halet Çelebi'nin şiirine eski uygarlıkların, tasavvufun, folklorun katkısı görüldü. Dönemin en üretken şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca, insanın Tanrı, evren, tarih, zaman karşısındaki yerini yer yer karanlık imgelerle okura sezdirmeye çalıştı.[97] Garip şiirinin açık anlatımına karşın fikirleri dolaşık bir ifadeyle ve sembollerle gizleyerek anlatan İkinci Yeni[98] adı verilen şiirin temsilcileri; Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan, çağdaş dünyanın karmaşası içinde bunalan insanın tedirginliğini, yer yer kapanık bir şiir diliyle anlattılar. Sezai Karakoç ise mistisizm yönüyle II. Yeniler içerisinde farklı bir çizgiye sahip oldu.[99] Toplumsal eylemlere (Kemal Özer, Ataol Behramoğlu) kentin yaşamında çizgi dışı kalmış kitlelerin temsilcilerine (Refik Durbaş), kültürel kaynaklara ve tarihe (Hilmi Yavuz) yönelen ürünler kendini gösterdi. İroni (Salah Birsel), toplumsal (Metin Eloğlu), siyasal (Can Yücel), yergi, duyarlığa karşı şiir kaynaklarından birini oluşturdu.
İlk oyun yazarlarının konuları arasında inkılâpları tanıtmak, Cumhuriyet devrinin getirdikleriyle Osmanlı'nın yozlaşmış yanlarını karşılaştırmak ve Atatürk'ün tarih tezini işlemek bulunmaktadır. 1960'lı yıllar tiyatronun altın çağı olarak kabul edilir.[100] 1970-1995 yılları arasında tiyatro yazarlığı müstakil bir meslek hâline gelen Çağdaş Türk tiyatrosunun temelini atan ve geliştiren Muhsin Ertuğrul'un yanında 1955'ten sonra tiyatroya ağırlık veren Necati Cumalı[1] da yer almıştır. Musahipzâde Celal,[101] Turgut Özakman ve Aziz Nesin gibi yazarlar geleneksel tiyatronun güldürmeye yönelik yer yer kabalaşan, açık saçık ifadeleri ve gevşek dokusuyla yabancılaşma tekniğini özellikle sosyal ve siyasi eleştiri alanında kullanmışlardır.[100] Geleneksel Türk Tiyatrosu'ndan, ele aldıkları konuyu zenginleştirmek amacıyla yararlananlarsa; Ahmet Kutsi Tecer, Haldun Taner, Sabahattin Kudret Aksal ve Turan Oflazoğlu'dur.[100] Bu dönemde sahnelenme amacıyla eskimiş eserleri yeniden işleme hareketleri de görülmüştür. Köy sorunlarını dile getiren tiyatro yazarları arasında; Cahit Atay, Murathan Mungan ve Hidayet Sayın da vardır. Selahattin Batu, konusunu Yunan Mitolojisi'nden alır. İnsanın yalnızlığını ve gücünü sorgulayan felsefi oyunlar yazanların başında Ahmet Muhip Dıranas, Sabahattin Kudret Aksal, Melih Cevdet Anday ve Güngör Dilmen gelmektedir.[74]
Türk edebiyatını uzun tarihi ve geniş coğrafyası içinde bir bütün olarak ele alan, devirlerini belirleyen, eski eserleri gün ışığına çıkaran yazar Fuad Köprülü'dür.[1] Köprülü, siyasi ve toplumsal kurumlardaki değişmelerin edebiyattaki etkilerini gösterdi. Onun çizdiği çevreye bağlı kalarak geçmişteki Türk edebiyatını inceleyen araştırmacılar yetişti; İbrahim Necmi Dilmen, İsmail Habip Sevük, Agâh Sırrı Levent, Mustafa Nihat Özön, Nihat Sami Banarlı, Kenan Akyüz, Abdülbaki Gölpınarlı, Fahir İz bu alanda çalışmalar gerçekleştirenlerden kimileridir. Değerlendirmelerinde düşünce hareketlerini, yazarların psikolojisini, anlatım özelliklerini göz önünde tutanlar (Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan) olmuştur.[1]
F. Celaleddin, Selahattin Enis, Sadri Ertem, Cemal Kaygılı, Sabahattin Ali, Kenan Hulusi Koray, Nahid Sırrı Örik, Bekir Sıtkı Kunt, Memduh Şevket Esendal Cumhuriyet devri öykücülüğünü hazırlan isimlerdir. Bu devirde alışılmışın dışında bir öykü dünyası kuran Sait Faik Abasıyanık, Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaç), diyalogların usta yazarı Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Samet Ağaoğlu, Sabahattin Kudret Aksal, Kemal Bilbaşar, Kemal Tahir ve Ahmet Hamdi Tanpınar Tarık Buğra öykü yazarları olarak ön plana çıktı. Günümüzde Türk öykücülüğü geniş bir konu ve üslup zenginliğiyle sürmektedir.
Türk edebiyatında gerçek anlamda ilk mizah ürünleri masallar, fıkralar ve seyirlik oyunlardır. Divan edebiyatında da sık rastlanmamakla birlikte mizah yer almıştır. Tanzimat devrinde Türk mizahının çehresi geniş ölçüde değişti. Teodor Kasap ve Direktör Ali Bey’in Fransız edebiyatının etkisiyle yazdıkları tiyatro eserleri önem kazandı. Şinasi’nin Şair Evlenmesi, Ziya Paşa’nın Zafername Şerhi, Namık Kemal’in imzasız fıkra ve yergileri bu tiyatro eserlerini izledi. II. Meşrutiyet’le birlikte Türk mizah edebiyatı büyük gelişme gösterdi. Baha Tevfik, Peyami Safa, Ömer Seyfettin, Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon gibi birçok yazar mizah yazılarıyla ünlendi.
Cumhuriyetle birlikte Türk mizahı yeni bir kimlik kazandı. Bu devir yazarları geçmişi eleştiren, yeni devri savunan bir tutum benimsedi. Çok partili devirle birlikte mizah kapsam ve konu bakamından büyük zenginlik kazandı. Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Bedii Faik, Haldun Taner, Muzaffer İzgü, Çetin Altan gibi yazarlar bu devrin önemli isimleridir. 1940'larda Nesin ve Ilgaz'ın Markopaşa dergisindeki çalışmaları halk tarafından benimsenmiş ve derginin tirajını yükseltmiştir.[102]
1990'larda özellikle Leman, Hıbır gibi karikatür dergilerinde güncel ve hiciv ağırlıklı mizah içeren köşe yazıları ön plana çıktı. Bu yazarlardan bazıları daha sonra yazılarını toplama eserlerde yayınlama imkânı buldular. Bunlara örnek olarak Atilla Atalay ve Metin Üstündağ verilebilir. Zaten Türkiye'de oldukça kuvvetli bir karikatür mizah geleneği bulunmaktadır. Akbaba ve Markopaşa'dan Gırgır, Hıbır ve Leman'a; bunlardan 2000'li yılların L-Manyak Penguen Uykusuz dergilerine, özellikle taşlama içerikli, mizahi karikatür ve köşe yazıları yaygın bir türdür. Bunlara ek olarak günümüzde Ferhan Şensoy gerek oyunları, gerekse düz yazıları ile kendine has mizah anlayışını göstermektedir.
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.