Remove ads
Geç dönem Orta Çağ'da Mısır ve Suriye'de hüküm sürmüş olan bir devlet (1250–1517) Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Memlûk Devleti, Eyyûbîlerin çöküşü ile Osmanlıların Mısır'ı ele geçirmesi arasında geçen üç yüzyıla yakın zaman diliminde Mısır ve Suriye'de hüküm sürmüş olan devlet. Memlûk Devleti'ni 1250 ve 1382 yılları arasında kurucu aile Bahrî Memlûkler idare etmiş, 1517'ye dek ise Burcî Memlûkler yönetimi ele almıştır. Tarihyazınında devlet bu iki hâne başlıkları altında incelenmiş olup Bahrî Memlûklerin Türk kökenli olması dolayısıyla bu devirde yöneticiler daha çok Türklerden oluşurken daha sonraki dönemde Çerkesler asıl unsur olmuşlardır. Tarihçiler arasında Türk sultanlar döneminde askerî ve siyasi olarak doruğa ulaştığı, ardından ise Çerkesler döneminde uzun süreli bir gerileme dönemine girdiğine dair evrensel bir fikir birliği vardır.
Memlûk Devleti دولة المماليك Devletü'l-Memâlîk | |||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
1250-1517 | |||||||||||||||||||||
Katalan Atlası'na göre Memlûk bayrakları | |||||||||||||||||||||
I. Muhammed dönemindeki en geniş sınırlar. | |||||||||||||||||||||
Başkent | Kahire | ||||||||||||||||||||
Yaygın dil(ler) | Arapça (Mısır ve Klasik) Memlûk Kıpçakçası Kıptîce Kumanca Çerkesce Oğuz Türkçesi Aramice | ||||||||||||||||||||
Resmî din | İslâm (Sünnilik) | ||||||||||||||||||||
Demonim | Memlûk | ||||||||||||||||||||
Hükûmet | Mutlak monarşi | ||||||||||||||||||||
Sultan | |||||||||||||||||||||
| |||||||||||||||||||||
Halife | |||||||||||||||||||||
| |||||||||||||||||||||
Tarihçe | |||||||||||||||||||||
| |||||||||||||||||||||
Para birimi | Dinar | ||||||||||||||||||||
|
Yönetici sınıfın Türk, halkın ise çoğunlukla Araplardan müteşekkil olduğu bir yapısı bulunan Memlûk Devleti en parlak devrini I. Muhammed'in sultan olduğu yıllarda yaşamış, Çerkes kökenli Burcî Memlûkler idaresindeyse çöküş dönemine girmiştir. İdareci unsur olan memlûklerin kökeni Kuman-Kıpçak, Çerkes, Abhaz, Oğuz ve Gürcü soylu asker kölelerdi. Bu köleler askerî amaçlarla satın alındıklarından sıradan kölelerden daha yüksek statüdeydiler ve silah taşıma izinleri vardı. Zamanla güçlenerek Memlûk Devleti'ni kuran bir sosyal sınıf hâline gelen bu köleler Mısır vatandaşlarının da üzerinde bir sosyal statüye erişmişlerdir. Sultanlık, zamanla güçten düşmesine karşın Orta Çağ Mısır ve Suriyesinde gerek siyasi gerek ekonomik ve gerekse de kültürel olarak İslam'ın Altın Çağı'nı temsil eden bir güç olarak görülmektedir.
Memlûk (Arapça: مملوك) kelimesi Arapça meleke (Arapça: ملك) fiil kökünden türemiş bir ism-i mefûl olup sözlük anlamı "mâlik olunan şey", "efendisinin temellükü altında bulunan köle" demektir. Bu kelimenin menşesi muhtemel olarak Kur'an'ın birçok ayetinde geçen ibareler olup burada cins ayırt edilmeksizin kadın-erkek bütün köleler ima edilmektedir. Çeşitli İslâm ülkelerinde memlûk yerine gulâm (Arapça: غلام) ve Kuzey Afrika'daki siyahiler için ise abîd (Arapça: عبيد) kelimeleri kullanılmıştır. Memlûk kelimesi zamanla İslam tarihinde terimsel bir anlam kazanmış ve "harplerde esir düşerek veya tüccarlardan satın alınarak köle yapılan beyaz insan"ı ifade eder olmuştur. Bu anlamı ile memlûk artık "hükümdar veya emirlerin muhafız birliklerinde görev yapan özel ve hukuki bir statüye sahip asker"i ifade etmektedir. Bunların kurdukları devlete de Devletü'l-Memâlîk (Arapça: دولة المماليك) yani günümüz Türkçesindeki karşılığıyla Memlûkler Devleti denilmiştir. Çeşitli kavimlere mensup olan ve Türk adları taşıyan memlûklerin konuştukları dil de Türkçeydi, dolayısıyla Türk veya Etrâk diye çağrılıyorlardı. Bu bağlamda Memlûk Devleti adının yanı sıra ed-Devletü't-Türkiyye (Arapça: الدولة التركية) ve Devletü'l-Etrâk (Arapça: دولة الاتراك) adları da kullanılmaktaydı.
Orta Çağ günlük yazışmalarında Devletü'l-Memâlîk adı daha çok tercih ediliyor ve modern tarihçilikte Memlûk Devleti adı oturmuş olsa da resmî yazışmalarda ed-Devletü't-Türkiyye ve Devletü'l-Etrâk adları kullanılmaktaydı.[1][2] Bu bağlamda gerek Bahrî gerekse de Burcî aileler tarafından kullanılan ve belirli dönemlerde değil devletin tarihî sürecinin tamamı boyunca kullanılan bu adların resmî ad olduğu çıkarımı yapılmaktadır.[3][4]
Ayrıca devlete hâkim olan ilk hanedana nispetle Devletü'l-Bahriyye (Arapça: الدولة البحرية), ikinci hanedana nispetle Devletü'l-Burciyye (Arapça: الدولة البرجية) adları da yer yer kullanılmıştır. Yine ikinci hanedanın Çerkes soyundan gelmesine nispetle Devletü'l-Çerâkise (Arapça: دولة الجراكسة) de resmen kullanılmıştır. Tüm bunların yanında Ketboğa devrindeki yönetime kendinin Moğol olmasına göndermeyle ed-Devletü'l-Moğoliyye (Arapça: الدولة المغولية), Kalavun soyunun hüküm devresine Devletü'l-Kalavun (Arapça: دولة قلاوون) ya da Devletü'l-Benî-Kalavun (Arapça: دولة بني قلاوون), I. Baybars soyunun tahtta kaldığı yönetime ise ed-Devletü'z-Zâhiriyye (Arapça: الدولة الظاهرية) denmektedir.
Muhafız birliklerinde görev yapan, kendilerine has içtimai ve hukuki statüye sahip memlûkler, bir tür profesyonel asker niteliğinde İslâm toplumuna girmişler ve zamanla siyasi iktidarları ele geçiren bir güç halini almışlardır. Bunu gerçekleştirirken köle olmalarını yadırgamamışlar hatta ulaştıkları konumu bir eleme ve seçilme sonucunda elde ettikleri için memlûk kimliğini bir imtiyaz ve asalet belirtisi olarak görmüşlerdir. Memlûk sınıfına dâhil olmak için bazı önemli kriterler bulunmaktadır. Bunların başta geleni, İslâm âlimlerinin uygun bulduğu kölelik statüsünde ve beyaz ırktan olmaktır. Memlûkler, genellikle Kafkasya'dan ve Orta Asya bozkırlarından gelen ve "Türk" diye adlandırılan kavimlerden seçilirdi. Habeş, Batı Afrikalı ve Hint hadımlar memlûk statüsünde olmayıp bunlar memlûklerin hizmetindeki unsurlardı.
Muhammed ve Dört Halife devirlerinde İslâm ordusu Arap asıllı askerlerden meydana geliyordu. Fetihlerle birlikte Araplar dışında İslâm'a girenlerin sayısında hızlı bir artış görüldü. Yeni Müslüman olanlardan İranlılar ve Kıptîler gönüllü veya ücretli asker konumunda orduya katıldılar. Emevîler döneminde başta Türk, Berberî ve İranî olmak üzere Arap dışı Müslüman askerlerin sayısı daha da arttı. Emevîler için en önemli asker kaynağı Horasan'dı. Öncelikle sınır boylarında yaşayanlar büyük ölçüde Müslümanların tarafına geçmişler ve "mevâlî" sıfatıyla Arap ordularına katılmışlardı. Ancak ordunun kumanda kademesinde Araplar yer alıyor ve mevâlî statüsünde bulunanlar onların kendilerine ikinci sınıf insan gözüyle bakmasını kabullenemiyordu.
Basra Valisi Ubeydullah bin Ziyâd, 674 yılında Buhara seferinden dönerken beraberinde getirdiği 2.000 kişilik bir Türk birliğini Basra'ya yerleştirmişti. Kuteybe bin Müslim'in emrindeki 12.000 askerin de yaklaşık 7.000 kadarı, çoğunluğu Türk olmak üzere Arap dışı Müslümanlardan oluşuyordu. Diğer taraftan Velîd bin Abdülmelik zamanında gerçekleştirilen Kuzey Afrika ve Endülüs'teki fetihlerden sonra İslâm ordusunda yer alan Berberî asıllı askerlerin sayısı da çok artmıştı.
750 yılında Emevîlerin yıkılmasına sebep olan Horasan kuvvetleri arasında Türk ve İranlı unsurlar çoğunluktaydı. Bu tarihten itibaren Horasanlılar yaklaşık iki nesil boyunca Abbâsî ordusunun en önemli birliklerini teşkil ettiler. Göçebe menşeli bu askerler Irak'taki yeni konumlarına çok çabuk uyum sağladılar ve kısa zamanda halife ve halk nezdinde büyük itibar kazandılar. Emîn ve Memûn arasındaki iç savaşta kardeşini yenen Memûn, Horasan dolaylarından topladığı kuvvetlerle iktidarı ele geçirmiş ve korumayı başarmıştı. İslâm ordusundaki Arap dışı unsurlar arasında Türkler kadar nüfuzlu olanlar yoktu. Mutasım zamanında memlûk sayısında çok hızlı ve önemli bir artış oldu, ordudaki memlûklerin sayısı kısa zamanda 30.000'e ulaştı. Bu birliklerin kumanda kademelerinde yine Türkler bulunuyordu. Mutasım, Türk birlikleri için Sâmerrâ şehrini kurarak onlara geniş iktalar verdi ve yerli halkla karışmalarını engellemek amacıyla Asya steplerinden evlenecekleri kızlar getirtti.
Memlûk sistemi kısa zamanda devletin hüküm sürdüğü bütün topraklara yayıldı. Artık halifelerin memlûkleri yanında eyalet valilerinin de memlûkleri vardı. Ancak bu durum ülke içinde devlet otoritesinin ortadan kalkmasına yol açtı. Başlangıçta vilayetlerdeki düzeni memlûkler sayesinde sağlayan halifeler ve valiler bu defa onların merkeze karşı bağımsızlık mücadeleleriyle karşılaştılar. Babası Memûn'un hizmetinde bir memlûk olan Mısır vali vekili Ahmed bin Tolun, soydaşı memlûklerin desteğini alarak 868 yılında Mısır'da ilk Müslüman-Türk devletini kurdu. Yine Tolunoğullarının yıkılmasından sonra Mısır valiliğine getirilen ve Abbâsîlerin hizmetindeki başka bir Türk memlûkunun oğlu olan Muhammed bin Toğaç emrindeki 8.000 memlûkun desteğiyle Mısır'da iktidarı ele geçirip İhşîdîleri tesis etti. 969 yılında bu devleti yıkan Fâtımîler de memlûk sistemini uygulamak durumunda kaldılar. Fâtımî ordusunda başlangıçta Berberî ve Zencî birlikleri bulunuyordu. Mustansır zamanından itibaren sadece Türklerden meydana gelen memlûk birlikleri kuruldu.
Selâhaddin Eyyûbî'den itibaren Mısır ve Suriye'de istihdam edilen memlûklerin sayısı çok arttı. Bu devirde memlûkler, emirlerin birliklerinin çekirdeğini oluşturmaktaydı. Eyyûbî sultan ve meliklerinin her biri, kendi devletini korumak ve diğer bir melikin toprağı üzerindeki emellerini gerçekleştirebilmek için yeni askerî birlikler kurmak zorunda kaldı. Hasımları karşısında kendilerini güçlü kılacak bir unsur olarak memlûk istihdam etmeye başladılar. 12. yüzyılın ortalarında Orta Doğu'daki irili ufaklı bütün İslâm devletlerinde memlûklerin sayısı ve nüfuzu hızlı bir şekilde arttı. Artık Türk memlûkleri bölgede siyasi ve askerî olaylarda belirleyici bir güç olmuş ve şehzadelerin tahta geçişlerini kontrolleri altına almışlardı.
Selâhaddîn Eyyûbî'nin ölümünden sonra Mısır ve Suriye'de memlûklerin sayı bakımından oldukça arttığı görülür. Çünkü Selâhaddîn'in varisleri devletini aralarında paylaşmışlar ve başta Mısır olmak üzere Dımaşk, Haleb, Hama, Hıms, Baalbek, Kerek gibi Suriye şehirleri Eyyûbî ailesinden şehzâdelerin hüküm sürdüğü önemli merkezler haline gelmişlerdi. Eyyûbî sultanları ve melikleri, hâkimiyetlerini sağlamlaştırmak ve düşmanlarına karşı koyabilmek maksadıyla Kıpçak ülkesinden ve Mâverâünnehir'den çok sayıda memlûk getirterek bunları mükemmel askerler olarak yetiştirmişlerdi.
Memlûk gruplarının daha düzenli olarak ortaya çıkması ve nüfuzlarının artması 13. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşti. Memlûkler 1240 yılında II. Âdil'i bir darbe ile tahttan indirerek, el-Melik es-Sâlih Eyyûb'u hükümdar yaptılar. es-Sâlih Eyyûb, Moğol İstilası'nın sebep olduğu korku ve karışıklık sırasında binicilikleri, savaşçılıkları, sadakatleri, güzellikleri ve soyları gibi meziyetleri sebebiyle pek çok Kıpçak memlûku satın aldı ve onlara hususi bir itina gösterdi. Bu yüzden onun zamanında Türk memlûklerin nüfuzu daha da arttı. Dönem aktarımına göre; "es-Sâlih, Eyyûbîlerden hiçbir hükümdarın toplamadığı kadar çok sayıda Türk memlûku toplamıştı. Öyle ki Mısır'daki Eyyûbî ordusunun kumandanlarının çoğu onun memlûklerindendi."
es-Sâlih Eyyûb, Mısır'da çoğalan bu memlûklerin arasından çoğunluğunu Kıpçak ve Hârezmlilerin teşkil ettiği ayrı bir memlûk grubu kurup bunları, kara ile irtibatını kesip müstahkem bir hâle getirdikten sonra Nil içindeki er-Ravza adasına yerleştirdi. Arapların Nil Denizi dediği Nil'e izafeten el-Memâlîk el-Bahriyye denilen bu yeni teşekkül, başlangıçta es-Sâlih Eyyûb'u güçlendirdi ise de zamanla nüfuzlarının çok artması Fâtımîlerde olduğu gibi bu sefer de Eyyûbî Devleti'nin çökmesine sebep oldu.
el-Memâlîk el-Bahriyye ya da es-Sâlih'e nispetle el-Memâlîk es-Sâlihiyye 13. yüzyılın ilk yarısında sadece Mısır'ı değil bütün İslâm âlemini tehdit eden iki büyük tehlikeyi, yani Moğol İstilası'nı ve Haçlı Seferlerini bertaraf ederek kendilerine gösterilen ihtimamı boşa çıkarmadılar. Fransa Kralı IX. Louis, 1248 yılında büyük bir Haçlı ordusunun başında Mısır'a doğru hareket etmişti. Bu hücum Mısır'ı istila etmek için yapılan ilk Haçlı hücumu olmamakla birlikte en tehlikelisi idi. Çünkü sayı ve teçhizat bakımından kalabalık ve mükemmel olan bu ordu o zamanın Batı Avrupa hükümdarlarının en kudretlisi ve Haçlı zihniyetine en bağlı olanı tarafından idare edilmekte idi.
Öte yandan IX. Louis sefere çıktığı sırada Yakın Doğu İslâm âleminin ve Mısır'ın durumu hiç de iyi değildi. Louis, Mısır sahillerine geldiği sırada Eyyûbî Sultanı es-Sâlih Eyyûb ağır şekilde hasta idi. Bu sebepten Louis, 1249 yılının 6 Haziranında Dimyat'ı kolayca ele geçirdi. Kaynakların ifadesine göre es-Sâlih Eyyûb bundan fevkalâde müteessir olmuş ve başta kumandanları Fahreddin olmak üzere memlûkleri Dimyat'ı müdafaadaki ihmalleri yüzünden ağır şekilde suçlamıştı. es-Sâlih Eyyûb'un bu başarısızlıkları sebebiyle kendileri hakkında kötü niyetler beslemesinden korkan memlûkler onu öldürmek istemişlerdi. Ancak Fahreddin memlûkları bu planlarından vazgeçirdi. Fahreddin, sultanın hasta olduğunu ve bu sebeple yakında öleceğini ima ederek "Sabrediniz. Nerede ise şifâ bulmak üzeredir. Ölürse ne âlâ, ölmezse zaten sizin elinizdedir" diyerek onları vazgeçirmişti. Bu olaydan kısa bir müddet sonra es-Sâlih Eyyûb'un hastalığı şiddetlenmiş ve nakledildiği Mansûra Kalesi'nde 23 Kasım 1249'da ölmüştür. Aynı anda Haçlılar da Dimyat'tan güneye doğru yürüyüşe geçmiş bulunuyorlardı.
Haçlıların Mısır'ı istilaya giriştikleri bu esnada es-Sâlih Eyyûb'un ölümü ve yerini dolduracak birinin bulunmaması durumu daha da nazikleştirmişti. es-Sâlih Eyyûb'un Muazzam Turanşah adında bir tek oğlu olup genç ve tecrübesiz birisiydi. Üstelik bu sırada Hısn-ı Keyfâ'da nâip olarak bulunuyordu. Ancak es-Sâlih Eyyûb'un hareminde dirayetli bir kadın olan eşi Şecerüddür vardı. Şecerüddür, bu nazik durumda kocasının ölümünü gizleyerek Hısn-ı Keyfâ'daki Turanşah'a acele haber gönderip Mısır'a gelmesini istedi. Öte yandan hâlâ yaşıyormuş gibi es-Sâlih Eyyûb'un odasına yemekler gönderiliyor, fermanlar da yine onun imzası ile çıkarılıyordu.
Şecerüddür'ün aldığı tedbirlere rağmen IX. Louis, es-Sâlih Eyyûb'un ölümünü haber almış ve ölümün sebep olduğu şokun atlatılarak tedbirler alınmadan önce kesin darbesini indirmek üzere acele harekete geçmişti. Nitekim Haçlılar süratli bir yürüyüşle Mansûre'ye kadar ulaştılar. Memlûkler, Haçlıların şehre girip sokaklarda dağılmasını beklediler. Hiç beklemedikleri bir şekilde Haçlılara hücum ederek Mansûre Muharebesi sonucunda 1.500 kadarını öldürdüler ve pek çok da esir ele geçirdiler. Kaçan Haçlıları takip ederek Fâriskûr yakınlarında onları bir kere daha yendiler. Buradaki savaş, Haçlı ordusunun neredeyse tamamen esir edilmesiyle neticelendi. Esirler arasında Fransa Kralı IX. Louis de bulunuyordu.
Mansûre Muharebesi'nden hemen sonra es-Sâlih Eyyûb'un oğlu Turanşah 1250 yılı şubatı sonunda Mısır'a geldi. Kendisi 6 Ocak 1250'de henüz Mısır yolunda iken Dımaşk'ta sultan ilân edilmişti. Turanşah genç ve tecrübesizliğinin yanı sıra kötü huylu ve siyasetten de anlamayan birisiydi. Turanşah, Haçlılara karşı zafer kazanarak ülkesini büyük bir tehlikeden kurtarmış olan memlûkleri kendine rakip ve saltanatına ortak çıkan kişiler olarak görüp kıskanmaya başladı. Kaynakların rivayetine göre Turanşah "içki içip sarhoş olduktan sonra, önünde duran mumları teker teker kılıcıyla kesiyor ve el-Bahriyye'nin ileri gelenlerinin her birisinin isimlerini birer birer zikrederek onlara böyle yapacağım" diyordu.
Turanşah, Hısn-ı Keyfâ'ya haber göndererek kendinin sultan olmasını sağlayan üvey annesi Şecerüddür'ü babasının servetini saklamakla itham etti. Elindeki mücevherleri kendine teslim etmesini, aksi halde kötülük yapacağını söyleyerek onu tehdit etti. Bundan korkan Şecerüddür de el-Bahriyye ile işbirliği yapmaya karar verdi. Memlûkleri ona karşı kışkırtarak "Turanşah'ı öldürünüz. Ben sizin gönlünüzü yaparım" dedi. Bahrî Memlûkler de Turanşah'ı öldürmeye karar vererek başlarında Baybars el-Bundukdârî, Kalavun es-Sâlihî, Câmedâr Aktay ve Aybeg et-Türkmenî olduğu halde 30 Nisan 1250 tarihinde Fâriskûr'a henüz gelmiş olan Turanşah'a kılıçlarıyla hücum ettiler. Turanşah orada ikameti için hazırlanmış olan ahşap bir binaya sığındı. Memlûklerin bu binayı ateşe vermesi üzerine Turanşah kendini Nil'e atarak yüzmeye başladı. Memlûkler dört bir taraftan ok yağdırdılar. Kimse onun yardımına gitmedi ve böylece öldü. Turanşah'ın ölümü ile Eyyûbîlerin Mısır'daki saltanatı da son buldu.
Turanşâh'ın öldürülmesinden sonra Mısır'da yegâne söz sahibi grup olan el-Memâlîk el-Bahriyye, efendileri es-Sâlih Eyyûb'un dul eşi Şecerüddür'ü sultan yaptılar. Şecerüddür, Türk asıllı bir cariye idi. Bu yüzden bazı tarihçiler onu Mısır'da hüküm süren Memlûk Devleti'nin ilk sultanı olarak kabul ederler. Şecerüddür önce hâlâ Dimyat'ta bulunan Haçlılar meselesini halletti. Bunun için Emir Hüsâmeddin Muhammed'i Mansûre'de esir bulunan IX. Louis'e göndererek onunla barış yaptı. Buna göre Memlûkler IX. Louis'yi ve ellerindeki bütün Haçlı esirlerini salıverecekler, buna mukabil Haçlılar da yarısı peşin olarak ödenmek şartıyla 800.000 dinar ödeyecekler ve Dimyat'ı tahliye ederek Mısır'ı tamamen terk edeceklerdi. Antlaşmanın imzalanmasından hemen sonra 7 Mayıs 1250 tarihinde Memlûkler Dimyat'ı teslim aldılar ve taahhüt ettiği fidyenin yarısını ödedikten sonra IX. Louis'i de salıverdiler. Böylece Haçlılar 11 ay 9 gün ellerinde tuttukları Dimyat'ı terk ettiler.
Müslümanlar, İslâm tarihi boyunca başlarında hükümdar olarak bir kadın görmeye alışık değillerdi. Şecerüddür de durumunun farkında olarak devlet ricaline hoş görünmek maksadıyla onlara rütbeler ve iktâlar dağıtıp halkın kalbini kazanmak için de vergileri hafifletti. Bunlara ilaveten muharreratta, sikkelerde ve hutbelerde "Müslümanların Melikesi", "İnananların Emiri Halil'in Annesi", "es-Sâlih'in Zevcesi" gibi ibareler kullanılıyorsa da bütün bunlar bir kadının hükümdarlığını gizlemeye yetmiyor ve herkes asıl sultanın Şecerüddür olduğunu biliyordu. Şecerüddür'ün es Sâlih Eyyûb'dan olan oğlu Halil çok küçük iken ölmüştü. Şecerüddür, kendi adını zikretmeksizin bu ölü oğluna olan nispetini kullanıyordu. Aslının köle olup Eyyûbî ailesine kan bağı ile bağlı olmaması sebebiyle taht üzerinde şer'an hakkı olmadığını bildiğinden kasten Ümm-i Halil es-Sâlihiyye lakabını kullanarak bir taraftan oğlu Halil ve diğer taraftan da kocası es-Sâlih Eyyûb vasıtasıyla Eyyûbî ailesi ile olan bağına işaretle saltanatına meşru bir kılıf hazırlıyordu. Ancak bütün bunlar Şecerüddür'ün halk gözündeki yerini kuvvetlendirmeye yetmedi. Nitekim Dımaşk Naibi Cemâleddin bin Yağmur ve Kaymariyye ümerası Ümm-i Halil'e bağlılık yemini etmeyi reddettiler. Öte yandan Suriye'deki Eyyûbî melikleri Turanşah'ın öldürülüp yerine Şecerüddür'ün sultan olduğunu duyunca saltanatın kendi ailelerinden gitmiş olması sebebiyle hep birden isyan ettiler.
Şecerüddür'ün Abbâsîlere bağlılığının belirtisi olmak üzere kullandığı "el-Mustasımiyye" lakabı da Müstasım'ı yumuşatmaya yetmemişti. Müstasım, Şecerüddür'ün saltanatını tanımak şöyle dursun Mısır'a gönderdiği mektupla emirleri ayıplamış ve "Orada erkek kalmadıysa bize bildirin, size buradan bir tane gönderelim" demişti. Böylece Şecerüddür içte ve dışta istenilmeyen bir hükümdar olmuştu. Buna ilaveten Nûreddin Mahmud Zengî zamanından beri devam eden Mısır ve Suriye'nin birliği de parçalanmıştı. Bu kötü durumdan kurtulmak için Şecerüddür, emirlerden Aybeg ile evlenerek sultanlığı ona devretti. Böylece Şecerüddür'ün sultanlığı 80 gün sonra, 31 Temmuz 1250'de nihayete erdi.
Eyyûbî Devleti'nin yıkılmasından sonra Mısır'da kurulan Memlûk Devleti'nin ilk sultanı Aybeg'tir. Aybeg aslen Türk idi. Yemen'de müstakil bir devlet kurmuş olan Resuloğullarından birinin memlûku iken es-Sâlih Eyyûb'a intikal etmiş, onun hizmetinde yükselerek emirlik derecesine çıkmış ve es-Sâlih Eyyûb onu kendi çaşnigîri yapmıştı. Şecerüddür'ün saltanatı esnasında atabekü'l-asâkir olan Aybeg, Şecerüddür içeride ve dışarıda muhalefetle karşılaşınca ümerânın muvafakatiyle onunla evlenmiş ve sultan olmuştur. Aybeg memlûkler arasında dindarlığı, cömertliği ve görüşlerinin isabetliliği ile tanınmış olmasına rağmen sıradan bir emirdi. Hepsi de el-Bahriyye'nin ileri gelenlerinden olan Aktay, Baybars, Kalavun ve Sungur gibi birbirinden kuvvetli emirler dururken el-Bahriyye grubundan bile olmayan Aybeg'in sultanlığa geçmesi bu emirlerin istedikleri zaman tahttan indirebilecekleri inancıyla geçici bir zaman için de olsa onun üzerinde anlaşmaları sayesinde mümkün olmuştur.
Aybeg sultan olur olmaz içeride ve dışarıda zorluklarla karşılaştı ise de el-Bahriyye'nin yardımı ile bu tehlikeleri bertaraf etti. Fakat el-Bahriyye grubunun lideri Aktay kendine güçlü bir rakip olarak ortaya çıktı. Aktay öyle alametler kullanıyordu ki bunlar sadece sultana ait alametlerdi. Arkadaşları kendi aralarında ona "el-Melikü'l-Cevâd" diyorlardı. Aktay, Hama sahibi el-Melik el-Muzaffer'in kızı ile nişanlanmış ve Aybeg'ten "Nişanlısının sultan kızı olup şehirde alelâde insanlar arasında oturması uygun olmayacağı için Kal'atü'l-Cebel'de oturtulmasını" istemişti. Kal'atü'l-Cebel, sultanların resmî ikametgâhıydı. Aktay'ın bunu istemesinin manası kendini hükümdar yerine koyması demekti. Aktay'ın Eyyûbî ailesinden bir prenses ile evlenmesi tahtta hak talep etmesi için bir vesile idi. Aybeg, 18 Eylül 1254'te kendiyle bir hususu istişare etmek bahanesiyle Aktay'ı Kal'atü'l-Cebel'e davet etti ve onu öldürttü.
Aktay'ın öldürülmesi Kahire'de hemen duyuldu. Baybars, Kalavun, Sungur ve el-Bahriyye'nin ileri gelen diğer emirleri kalenin surları dibinde toplanarak henüz öldürülmediğini zannettikleri Aktay'ı kurtarmak için teşebbüste bulundular. Aybeg, yukarıdan liderleri Aktay'ın başını onlara atınca sıranın yakında kendilerine geleceğini anlayarak Suriye'ye kaçmaya karar verdiler. Aybeg, iç ve dış tehlikeleri bertaraf edip düşmanlarına başarı ile karşı koyarak çeşitli zorlukların hepsinin üstesinden gelmişken ölümü karısı Şecerüddür eliyle oldu. Tarihçinin deyimiyle "çetin bir ceviz" olan Şecerüddür, Aybeg ile evlenip tahttan feragât ederken bunu sadece Müslümanları tatmin etmek için yapmış fakat devlet işlerini elinden bırakmamayı kafasına koymuştu. Şecerüddür, Aybeg'i tamamen kontrolüne almıştı ve Aybeg'in sözü bile geçmiyordu. Bu yüzden Aybeg, Şecerüddür ile yaşamaktan bıkıp usandı. Bilhassa bir müneccimin, sonunun bir kadın eliyle olacağını haber vermesinden sonra da onun başına bir iş açmasından korktu. Aybeg, Musul hâkimi Bedreddin Lülü'nün kızı ile evlenmek üzere nişanlanmıştı. Çok kıskanç olan Şecerüddür öfkelenerek bir suikast tertipledi ve geceleyin hamama giren Aybeg, önceden Şecerüddür tarafından hazırlanmış olan beş adam tarafından 12 Nisan 1257'de öldürüldü. Olayın sabahında Şecerüddür, Aybeg'in geceleyin aniden öldüğünü söyledi ise de Aybeg'in memlûkleri buna inanmadılar ve Şecerüddür ile etrafındakileri yakalayarak öldürdüler.
Memlûkler, saltanatın verasetle intikali kaidesine inanmıyorlardı. Bu yüzden hükümdarlık makamı herhangi bir sultanın ölümünden sonra Memlûk emirlerinin büyükleri arasında çekişme mevzusu oluyordu. Bir Memlûk sultanı öldüğü zaman emirlerin büyükleri toplanırlar ve ölen sultanın oğlunu babasının yerine sultan tayin ederlerdi. Ancak bunu veraset kaidesine inandıkları için değil, emirler arasında en kuvvetlisinin ortaya çıkarak diğerlerini bertaraf etmesine kadar geçici bir hal tarzı olarak gördükleri için yaparlardı. Aybeg'in öldürülmesinden sonra büyük emirler arasında Mısır'da aynı durum yaşandı. Emirlerin ileri gelenleri toplanarak Aybek'in oğlu Nûreddin Ali'yi sultan olarak seçtiler. Kendisine el-Mansûr lakabı verildi. Ali, henüz 15 yaşında olup büyük emirlerin önünde direnebilmesi ve ülkeyi tehdit eden dış tehlikelere karşı koyabilmesi mümkün değildi. Nitekim bir müddet sonra büyük emirler arasında rekabet baş gösterdi. Ali'nin nâibi ve emirlerin en kudretlisi olan Kutuz, 1258 yılında Moğolların Hülâgû kumandasında, Abbâsîleri yıktıktan sonra Suriye'ye ulaştıkları haberini aldı. Bunun üzerine, Mısır ayanını ve emirlerin ileri gelenlerini toplayarak Nûreddin Ali'nin böyle güç durumların adamı olmadığını ancak herkesin kendine itaat edeceği kudretli bir kişinin sultan olmasıyla Moğollara karşı konulabileceğini söyledi. Orada hazır bulunan herkes "Bu iş için senden başkası yoktur" dediler. Böylece Kutuz 12 Kasım 1259'da sultan oldu.
Kutuz sultan olduğu sıralarda Suriye toprakları Moğol İstilası'na maruz kalmıştı. Kaynaklar Kutuz'un cesur, kahraman, tedbirli, dindar, iyiliksever ve Moğollar ile mücadelede başarılı bir sultan olduğunu müttefikan kaydederler. Herkes ondan Yakın Doğu'da kimsenin karşılarında durmaya muvaffak olamadığı Moğol tehlikesini durdurmasını bekliyordu. Öte yandan Hülâgû'nün elçisi gelerek mukavemet edilmeksizin teslim olunmasını istedi. Aksi takdirde başlarına getirilecek kötülükleri sayarak tehdit etti. Kutuz emirleri toplayarak onlarla durumu görüştü. Savaşa yönelik karar birliği çıkması üzerine Hülâgû'nün elçilerini ortadan ikiye böldürüp başlarını mızrakların ucuna taktırarak teşhir etti. Bu tehlikeli anda Aktay'ın katlinden sonra Suriye'ye kaçan ve hâlâ orada bulunan bir kısım el-Bahriyye memlûku Moğollara karşı mücadelede büyük bir başarı gösterdi. Elçi göndererek Moğol tehlikesine karşı işbirliği yapmayı teklif ettiler. Kutuz onlara aman vererek Mısır'a davet etti. Böylece bütün memlûkler Moğollara karşı Kutuz'un etrafında birleştiler.
Memlûklerin aralarındaki düşmanlıkları unutarak Moğollara karşı birleştikleri bu sırada gelişen olaylar da onlara yardım etti. 1259 Ağustosunda Moğol Hanı Möngke ölmüş ve kardeşleri arasında Moğol İmparatorluğu'nun paylaşılması konusunda anlaşmazlık çıkmıştı. Hülâgû de kardeşinin öldüğünü duyunca Suriye'deki kuvvetlerinin başında kumandanlarından Ketboğa'yı bırakarak ordusunun büyük bir kısmıyla Karakurum'a gitmişti. Kutuz hazırlıklarını tamamladıktan sonra Moğollar ile karşılaşmak üzere Kahire'den çıktı. Sâlihiyye'ye yaklaştıklarında bazı emirler Moğollar hakkında anlatılan ürkütücü hikâyelerden dolayı tereddüt gösterdiler. Kutuz onlara "Ey Müslüman emirler! Yıllardır beytü'l-mâlin ekmeğini yiyorsunuz ve şimdi de savaşmak istemiyorsunuz. İşte ben gidiyorum. Savaşmak isteyenler benimle gelsin. Kim savaşmak istemezse o da evine dönsün. Allah hepimizi görmektedir. Müslümanların vebali geride kalanların boynunadır" diyerek bir nutuk irat etti. 1260 Haziranında Baybars el-Bundukdârî öncü birliklerin başında olduğu hâlde Gazze'deki Baydarâ'nın üzerine yürüdü. Baydarâ o sırada Baalbek'te bulunan Ketboğa'ya bunu haber verip yardım istedi. Ketboğa ona "olduğun yerde kal ve bekle" diyerek Gazze'yi korumasını ve yardım gelinceye kadar şehri terk etmemesini emretti. Memlûkler Gazze'ye hücum ederek Baydarâ'yı yendiler ve şehri ele geçirdiler. Kutuz bu esnada Suriye'deki Haçlılar ile çatışmaktan ve böylece iki ateş arasında kalmaktan kaçındı. Akka'daki Haçlı hâkimine elçi göndererek Moğollar ile savaşmak için topraklarından geçmek üzere izin istedi. Onların buna muvafakat etmesi üzerine Kutuz, sahili takiben Haçlı topraklarını geçti. Aynicâlût denilen yere vardı. Kutuz, Moğolları yanıltmak için askerlerinin bir kısmını civardaki ormanlıklara gizleyerek öncü birliklerini Baybars'ın kumandasında Moğollara karşı sevk etti. Bu esnada Ketboğa da Aynicâlût'a ulaşmıştı. 3 Eylül 1260 günü Aynicâlût'ta Memlûkler ile Moğollar arasında vuku bulan Ayn Calut Muharebesi'nde Moğollar tam bir mağlubiyete uğradılar. Ketboğa da savaş alanında öldü.
Memlûklerin Aynicâlût'taki zafer, sadece Mısır'ı değil Suriye'yi de Moğol hâkimiyetinden kurtarmıştır. Suriye'deki Haçlıların Müslümanlara hücum etmemeleri ve Hülâgû'nün ordusunun büyük bir kısmıyla Karakurum'a dönmesi, Memlûklerin işini kolaylaştırmıştı.
Memlûkler, Mısır tahtını Eyyûbîlerden zorla almışlardı. Bunu ve kendi köle asıllarını unutturmak için kendilerine şeref verecek ve hâkimiyetlerine meşruiyet kazandıracak büyük bir hadiseye ihtiyaçları vardı. Aynicâlût Muharebesi bir taraftan Yakın Doğu İslâm âlemini Moğol tehlikesi karşısında korurken Memlûklerin meşruiyet eksiklerini de örten bir örtü vazifesi görmüştür. Bu sayede herkes Memlûklerin aslen köle olduğunu ve tahtı gasp yoluyla ele geçirdiğini unutarak onları kendilerini Moğol felaketinden kurtaran kişiler olarak görmüştü. Dolayısıyla Memlûklerin hâkimiyetlerinin devamı da Müslümanları korumalarının devamı ile mümkün olacaktı. Aynicâlût zaferi Moğollar ile Müslümanlar arasında olduğu kadar Eyyûbîler ile Memlûkler arasındaki mücadeleyi de ayıran bir savaş olmuştu. Böylece bu savaş, Eyyûbîler devrinin sonlanarak ve Memlûklerin yükselişini ilân etmiştir. Muharebeden sonra Kutuz, Fırat'tan itibaren bütün Suriye ve Mısır'ın efendisi oldu.
Kahire şehri, Aynicâlût'ta muzaffer olan askerleri karşılamak için süslenmiş, caddeler ve sokaklar zafer taklarıyla donatılmış iken süratle gelişen olaylar Kutuz'un ölümü ve Baybars'ın sultan olması ile neticelendi.
Baybars Moğollara karşı gösterdiği başarıdan da güç alarak Kutuz'dan kendini Haleb nâipliğine tayin etmesini istedi. Ancak Kutuz, Baybars'ın bu isteğini yerine getirmedi. Baybars, Kutuz'dan intikam almaya karar vererek el-Bahriyye ileri gelenlerinden arkadaşlarıyla bir plan hazırlayıp fırsat kollamaya başladı. Kutuz avlanmak maksadıyla karargâhtan uzaklaştığında Baybars ona yaklaşarak Aynicâlût'ta ele geçirilen Moğol kadınlarından birini kendine ihsan etmesini istedi. Kutuz onun bu isteğine olumlu cevap verince Baybars buna karşılık elini öpmek bahanesiyle Kutuz'un elini tuttuğu anda daha önce kararlaştırıldığı üzere arkadaşları da harekete geçerek Kutuz'u atından yere yıkarak öldürdüler.
Kutuz'un öldürülmesinden sonra onu öldüren kişinin sultan olması da tabii idi. Zaten Baybars, el-Bahriyye'nin en kudretli emirlerinden birisi olup Kutuz'u öldürme fikri de ona aitti. Bunlara ilaveten Baybars, Moğollar ile savaşta fevkalade şeref ve ün kazanmıştı. Kaynakların bildirdiğine göre el-Bahriyye ümerâsı, Kutuz'u katlettikten sonra Sâlihiyye'de saltanat otağında toplanmışlar ve Baybars'ı sultan yapmaya oy birliğiyle karar vermişlerdi. Onları otağın girişinde karşılayan Atabeg Fârisüddin Aktay'a Kutuz'un öldürüldüğünü haber vermişler ve Aktay onlara "Onu hanginiz öldürdü?" diye sorunca Baybars "Ben" diye cevap vermiş ve Aktay "Hünkarım, buyur onun tahtına otur" demişti. Bu kadar kolaylıkla ve basitçe, öldüren öldürülenin yerini almış ve kurbanın kanı kurumadan yeni hükümdar için askerlerden bağlılık yemini alınmıştı. Sâlihiyye'de bu merasim yapıldıktan sonra Emir Aktay'ın Sultan Baybars'a "Kal'atü'l-Cebel'e girip tahtına oturmadıkça bu iş tamam olmaz" demesi üzerine Baybars, yanında emirleri olduğu hâlde süratle Kahire'ye geldi ve Aynicâlût kahramanı olarak ünlenen Kutuz için süslenmiş olan caddelerden geçerek Kal'atü'l-Cebel'e çıktı. Baybars'ı kalede nâip Emir İzzeddin Aydemir karşıladı. Baybars durumu ona anlattı, Aydemir de hemen yeni sultana biat etti. Tarihçinin rivayet ettiğine göre, Sâlihiyye'de kendine el-Melik el-Kâhir unvanı verilen Baybars, bu lakabın uğursuz olup bununla lakaplanan bir hükümdarın iflâh etmediğinin kendine söylenmesi üzerine el-Melik ez-Zâhir unvanını aldı.
Baybars'ın 26 Ekim 1260 tarihinde Kal'atü'l-Cebel'de tahta oturması ile Memlûk tarihinde yeni bir safha başladı. Baybars içte ve dışta yaptığı icraatıyla Mısır ve Suriye'deki Memlûk Devleti'nin hakiki kurucusu olmuştur. Memlûk Devleti'nin kuruluşunu takip eden on yıl içerisinde beş sultan tahta geçmiş ve devletin içinde bulunduğu istikrarsızlık kurumların oluşturularak bir devlet geleneği oluşmasına mani olmuştu. Sultan Baybars ise 17 yıl müstakil olarak saltanat sürmüş olup Kalavun'dan başka kimse bu kadar uzun müddet saltanat sürmemiştir. Baybars'ın uzun müddet hükümdarlık yapması onun siyasetinin başarısına delalet ettiği gibi idaredeki istikrarı da gösterir.
Baybars, sultan olur olmaz dışarıda Moğol ve Haçlı tehlikesine karşı koyarak nüfuzunu Nübye ve Arap Yarımadası'nda yayacak geniş ufuklu bir siyaset takip etmeye başladı. İçeride ise ayaklanmaları bastırarak emniyet ve asayişi temin ile halkın yükünü hafifletecek bir sürü tedbir aldı. Ayrıca Mısır ve Suriye'de kendinden sonra uzun müddet devam eden Memlûk hâkimiyetini temin edecek idari nizamın esaslarını koyarak ıslahat yaptı. Baybars bu icraatını yapabilmek için bir taraftan İlhanlılara karşı Altın Orda Devleti ile anlaşırken, Suriye'deki Haçlılara karşı da Bizans İmparatorluğu ile anlaştı. Öte yandan Memlûklerin Mısır ve Suriye'deki hâkimiyetini kuvvetlendirmek için Abbasî hilâfetini Mısır'da yeniden tesis etti.
Baybars, 1265, 1269 ve 1271 yıllarında İlhanlıların Memlûk topraklarına yaptığı saldırıları başarı ile püskürttü. Onlara kendi gücünü göstermek için karşı hücumlarda bulundu. Nitekim 1277 yılında İlhanlıların himayesinde olan Anadolu Selçuklu Devleti üzerine yürüyerek burada müşterek İlhanlı ve Selçuklu ordusunu Elbistan ovasında 18 Nisan tarihinde mağlubiyete uğrattı. Onun dönmesinden sonra Abaka Elbistan'a geldi ve savaş meydanının tamamen Moğol ölüleriyle dolu olup bir tek Selçuklu askerinin bile ölmediğini görünce bütün Anadolu'nun tahrip edilmesini ve karşılaşılan herkesin öldürülmesini emretti.
Memlûkler, Moğollara karşı verdikleri mücadele ve gösterdikleri başarıyı Yakın Doğu'daki Haçlılara karşı da gösterdiler. Memlûkler bu mücadelede Moğollara karşı kazandıkları başarıdan daha mühim başarılar elde ettiler. Çünkü Suriye'deki Haçlı varlığını nihai olarak sonlandırmışlardır. Bunu yaparken Memlûkler bazen hem Haçlılara hem de Moğollara karşı aynı anda savaşmak mecburiyetinde kalıyorlardı. Memlûklerin, Haçlılara karşı kazandıkları ilk başarı Mansûre'yi almaları ve 1250 yılında Fâriskûr'da Haçlı ordusuna ağır bir yenilgi yaşatmalarıdır. Baybars 1265 Şubatı başlarında büyük bir ordunun başında yürüyüşe geçerek Kayzeriye, Yafa, Aslis ve Arsuf şehirlerini teslim aldı. 1266 yazında Safed ve Remle'yi aldı. Küçük Ermenistan Krallığı'nı ağır bir yenilgiye uğrattı. Baybars 1267 yılında Taberiye ve Akka mıntıkalarını yağmalayıp ertesi yıl Yafa, eş-Şakîf ve Arnûn şehirlerini istila etti. Nisan 1268'de Antakya'yı ele geçirerek yüklü bir ganimet elde etti.
Baybars 1271 yılında Trablus Kontluğu'na hücum etti. Safîtâ, Hısnu'l-Ekrâd ve Hısnu Akkâr kalelerini ele geçirdi. Akka'nın kuzeydoğusundaki Hısnu'l-Karîn kalesini istila etti. Bu son kale Töton Şövalyelerinin elindeydi. Öte yandan Baybars, Kıbrıs kralının Suriye'deki Haçlı kuvvetlerini birleştirmek için gayret sarf etmesi ve Kıbrıslıların Doğu Akdeniz'de dolaşan İslâm gemilerine hücum etmesi gibi sebeplerle 1270 yılında adayı fethetmek için bir donanma gönderdi. Ancak fırtınaya yakalanan Memlûk donanmasının büyük bir kısmı ada sahillerinde batarak bu seferin başarısızlıkla neticelenmesine sebep oldu.
Baybars, tahtta veraset nizamına inanmayan bir memlûktü ve Aybeg'in oğlu Ali'nin azledilerek Kutuz'un sultan oluşunu görmüştü. Buna rağmen, babalık duygusu ağır bastığı için oğlu Berke'nin kendi yerine sultan olmasını istemiş ve sağlığında Berke için bağlılık yemini almış, 1264 yılında onu sultan ilan edip saltanat alametleri ile ata bindirerek kendi de onun yanında yayan yürümüştü. 20 Haziran 1277 tarihinde Baybars Dımaşk'ta ölünce Emir Bilik el-Hazinedâr, Kahire'deki Berke'ye babasının ölümünü haber verdi. Bunun üzerine emirler ona olan biatlarını yenilediler. Aynı şekilde diğer askerler, kadılar ve ayan da biat ettiler. Hatipler camilerde onun adına hutbe okudular. Fakat kısa müddet sonra Berke'nin takip ettiği siyaset ümerâyı kızdırdı. Muhalefet hareketinin başında el-Bahriyye'den Kalavun ve Sungur gibi emirler vardı. Nihayet bu emirler toplanarak Berke'ye bir muhtıra gönderdiler. Durumun ciddiyetini anlayan sultan 17 Ağustos 1279 tarihinde tahttan çekildi.
Ümerâ, Berke'yi tahttan uzaklaştırdıktan sonra Kalavun'a sultan olmasını teklif ettiler. Kalavun onlara "Saltanatın Baybars'ın zürriyetinden çıkmaması daha iyidir" diyerek teklifi geri çevirdi. Kalavun'un saltanatın Baybars'ın soyundan çıkmaması şeklindeki sözleri memlûkler verasete sistemine inanmadıklarından zaten geçersizdi. Bununla birlikte o, sultan olmak için zamanın henüz olgunlaşmadığını görüyor ve ordunun çoğunluğu Baybars'ın memlûklerinden teşekkül ettiğinden kendine karşı isyan edeceklerinden korkuyordu. Bu sebepten Baybars'ın diğer oğlu Sülemiş'i sultan yapmaya karar verdiler. Sülemiş, bu sırada 7 yaşında idi. Ona el-Melik el-Âdil lakabı verildi ve Kalavun da onun atabegi oldu. Bu, Kalavun için bir fırsattı. Yeni sultanın yaşının küçük olmasından istifade ederek perde arkasından durumu kendi için olgunlaştırmaya başladı. Kalavun sonunda ümerâyı toplayıp Sülemiş'in yaşının küçüklüğünden bahsederek kâmil birisi olmadan işlerin iyi yürümeyeceğini ifade etti. Bunun üzerine ümerâ Sülemiş'i azlederek Kalavun'un sultan olmasına karar verdi.
26 Kasım 1279'da tahta oturan Kalavun, İlhanlılara karşı selefi Baybars'ın siyasetini takip etti. 1280 ve 1281 yılında İlhanlıların Suriye'ye yaptıkları iki hücumu bertaraf etti. Bu sırada Suriye'deki Haçlılar gerek kendi aralarındaki anlaşmazlıkların artması ve gerekse Batı Avrupa'dan gelen yardımın kesilmesi sebebiyle zor durumdaydılar. Bunu fırsat bilen Kalavun Suriye'deki Haçlı kalıntılarına son vermek için harekete geçti. Kalavun bu amaçla Emir Hüsameddin Toruntay kumandasında bir orduyu Antakya Prensliği'nin son kalıntısı olan Lazkiye'ye sevk etti ve şehir 20 Nisan 1287'de alındı.
Bu sırada VII. Bohemond'un ölümünden sonra Trablus Kontluğu dâhilinde anlaşmazlıklar baş göstermiş ve Trablus'taki bazı hizipler Kalavun'dan destek istemişlerdi. Kalavun bunu fırsat bilerek Trablus'u almak için hazırlandı. 1289 Şubatında 40 bin atlı ve 100 bin yayadan müteşekkil ordusuyla Trablus'u kuşattı ve nisan sonlarında şehir düştü. Kalavun, Haçlı donanması tehdidinden emin olmak için içeride yeni bir şehir bina etti. Bundan bir müddet sonra Haçlılar, Trablus Kontluğu'na bağlı Beyrut ve Cebele gibi şehirleri de tahliye ettiler ve Müslümanlar buraları da ele geçirdiler. Cübeyl bir müddet daha Haçlıların elinde kaldıysa da sonunda Memlûklere itaat etti. Kalavun Akka'daki Haçlılarla bir antlaşma yaptı ise de İtalya'dan gelen bir Haçlı grubunun Müslüman halka ve tüccarlara saldırması bu barışı bozdu. Kalavun hazırlıklarını tamamlayıp Akka'yı fetih için yola çıkmak üzere iken 10 Kasım 1290'da öldü.
Bin dinara satın alındığı için lakabı Elfî olan Kalavun'un memlûklerinin sayısı bir rivayete göre 7 bin, bir rivayete göre de 12 bine kadar ulaşmıştı. Bunlar arasında Çerkes ve As asıllı 3.700 tanesini seçerek kale burçlarına yerleştirmiş ve bu sebeple onlara el-Burciyye adı verilmişti.
Halil, babasının ölümü üzerine Dîvân-ı İnşâ'nın başkanı olan Muhyiddin İbn Abdizzâhir'i çağırarak veliahtlık berâtını getirmesini istemiş ve babasının imza yerini boş görünce "Sultanın bana vermek istemediğini Allah verdi" demişti. Ümerânın kendine biati ile sultan olan Halil tahta geçer geçmez memlûklerin isyanı ile karşılaştı. Duruma hâkim olan Halil babası Kalavun'un Akka'yı Haçlılardan almak için hazırladığı planı tatbike girişti.
Babasının hazırladığı ordunun başında Suriye'ye yürüyen Halil'in Akka Kuşatması'nda emri altında 60 bin atlı ve 160 bin yayadan müteşekkil insan gücü olup bu ordu kuşatma aletleriyle donatılmıştı. Haçlılar şehri kurtarmak için Suriye'deki bütün kuvvetlerini Akka'da topladılar. Denizden de İtalyanlar ve diğerleri şehrin imdadına koşmuşlardı. Böylece Akka'yı müdafaa etmek için 30-40 bin civarında asker toplanmıştı. Bir buçuk ay süren sıkı bir kuşatma ve şiddetli çarpışmalardan sonra Akka, Memlûklerin eline geçti. Akka'nın düşmesinden sonra Suriye'deki diğer Haçlı kalelerinin ayakta durması mümkün değildi. Sur, Sayda, Antartus peş peşe ele geçirildi. Böylece bütün Suriye sahili Haçlılardan alındı.
Halil, cesur ve savaşçı birisi olmasına ve Haçlılar ile mücadele edip tarihe adını Suriye'den Haçlıları çıkaran hükümdar olarak yazdırmasına rağmen kötü ahlâkı sebebiyle kısa müddet sonra ümerâ ile arası açıldı. Halil sultan olur olmaz devlet ricâline ve babası zamanında sözü geçen ümerâya karşı haşin davranmaya başladı. Daha veliahtlığı esnasında Emir Hüsâmeddin Toruntay ile arası açılmıştı. Bu sebeple bazı emirler Toruntay'ı Halil'e karşı kışkırtmışlarsa da Toruntay onlara müspet cevap vermemişti. Halil, sultan olduktan birkaç gün sonra Toruntay'ı yakalayarak öldürmüştü. Ümerâ onun bu davranışını tasvip etmeyip kendileri için korkmaya başladılar. Sultanın ava çıkmasını fırsat bilen Bedreddin Baydarâ, Nogay, Toruntay, Altınboğa, Hüsâmeddin Lâçin, Şemseddin Karasungur, Aksungur el-Hüsâmî ve Seyfeddin Bahadır onu takip ederek 13 Aralık 1293'te öldürdüler.
Halil'in öldürülmesinden sonra emirler olay mahallinde iken Baydara'nın sultan olmasına karar vererek ona bağlılık yemini edip önünde yer öptüler. Baydara'ya el-Melik el-Muazzam, el-Melik el-Kâhir, el-Melik el-Evhad gibi lakaplar verildi. Halil'in memlûkleri efendilerinin öldürülmesine ve Baydara'nın sultan olmasına razı olmayarak Ketboğa'nın liderliğinde efendilerinin öcünü almak için harekete geçip Baydara ve etrafındakileri kovalayarak onlara yetiştiler. Yapılan savaşta Baydara öldürüldü ve yardımcılarının çoğu da kaçtı. Ketboğa'nın sultan olması beklenirken Halil'in Kal'atü'l-Cebel'de nâip olarak bıraktığı Emir Alemüddin Sencer eş-Şücâî buna mâni oldu. Çünkü iki emir arasında rekabet olup her ikisi de diğerini şimdilik alt edemeyeceklerini anladıklarından Halil'in kardeşi Muhammed'e biat ettiler.
Muhammed, saltanat müddetinin uzunluğu ve bu müddet zarfında vuku bulan mühim gelişmelerden dolayı Memlûk Devleti tarihinde ehemmiyetli bir yer işgal eder. Mısır halkı da onu seviyor ve onun tahtta kalışını istikrar, emniyet ve refahın garantisi görüyordu. Bu yüzden Kalavun ailesinin Memlûk tarihindeki ehemmiyeti bu ailenin kurucusu Kalavun'dan değil, oğlu Muhammed'den gelmektedir. Ancak Muhammed ilk defa tahta oturduğu zaman dokuz yaşında bir çocuktu. Bu sebeple onun kocaman bir devletin idaresini tek başına yürütmesi çok zordu. Onun için Muhammed'in 1293-1294 yılları arasındaki ilk hükümdarlığı ismen bir hükümdarlık olup fiili kuvvet başta taht nâibi Ketboğa ve vezir Alemüddin Sencer eş-Şucâî olmak üzere büyük emirlerin ellerinde idi. Bu iki emirden her birinin tahtı küçük sultandan almak için birbirlerine girmesi bekleniyordu. Nitekim çok geçmeden beklenen çatışma çıktı. Ketboğa, bir komplo ile Sencer'i bertaraf ederek devlet işlerinde yegâne söz sahibi oldu. Küçük sultan Muhammed'in onun yanında zerre kadar sözü geçmiyordu. Ümerayı toplayarak onlara Muhammed'in yaşının küçük olması sebebiyle memlûklerin reayanın hakkına tecavüz etmeye başladığını, memleketin namusunun parçalandığını ve olgun birisi sultan olmadıkça durumun düzelmeyeceğini söyledi. Bunun üzerine ümerâ, Muhammed'in hal edilip yerine Ketboğa'nın sultan olmasını kararlaştırdı.
Ketboğa, Memlûk tahtına oturur oturmaz tatlı dil ve güler yüzle memlûk ümerâsına yaklaşmaya başladı. I. Muhammed'i annesi ile birlikte kaledeki evlerinden birisinde oturtarak dış dünya ile irtibatlarını kesti. Hüsâmeddin Lâçin'i saltanat nâibi seçerek bütün devlet işlerini ona havale etti ve Fahreddin el-Halilî'yi de vezir yaptı. Çok geçmeden insanlar bazı sebepler yüzünden Ketboğa'dan nefret etmeye ve onun zevalini temenni etmeye başladılar. Bunlardan birincisi, Ketboğa'nın tahta çıktığı yıl Nil'in suyunun alçalarak mahsulün iyi olmaması sebebiyle fiyatların yükselmesine bağlı olarak açlık, hastalık ve ölümlerin yaygınlaşmasıdır. Diğer bir sebep de Ketboğa'nın Moğol asıllı olmasıydı. Ketboğa'nın sultan olduğunu duyan ve İlhanlı Hanı Gazan'ın İslâmiyet'i kabul etmesi sebebiyle oradan kaçan Moğollar Ketboğa'nın yanına gelmişler, kendilerine Uyratlar adı verilen bu Moğolları çok iyi karşılayan Ketboğa onlara zengin iktalar tahsis etmişti. Ketboğa'nın Mısır'da pahalılığın artıp yiyeceğin azaldığı ve açlık sebebiyle sokaklarda insanların öldüğü bir sırada 10 binden fazla Moğol'a hüsnü kabul göstererek misafir etmesi halk arasında öfkeye neden oldu. Bunun yanı sıra bu Uyratların putperest olması da onun asker ve halk tarafından sevilmemesine sebep oldu.
Aslında Ketboğa aleyhindeki bütün hareketlerin arkasında Hüsâmeddin Lâçin bulunuyordu. Çünkü Hüsâmeddin Lâçin, I. Muhammed'in azlindeki komploda kendinin de iştiraki olduğu için kendinin de en az Ketboğa kadar tahtta hakkı olduğuna inanıyordu. Bu sebeple Lâçin, Ketboğa aleyhindeki havayı tahrik etmekle yetinmeyerek onu öldürmek üzere bir plan yaptı. Komployu hisseden Ketboğa saltanatı bırakıp Dımaşk'a kaçarak canını kurtardı.
Ketboğa sığınmak için Dımaşk'a kaçarken Lâçin ümerâyı toplayarak kendine sultan olarak biat etmelerini istedi, bunu temin etmek için onlara "Ben de sizlerden biriyim. Kendimi sizlerden ayırmıyorum. Kendi memlûklerimden hiçbirisini sizin üzerinize çıkarmayacağım. Sizlerden bu konuda hiçbir şikâyet olmayacaktır. Ketboğa'nın memlûklerinin size yaptığı hiçbir şey yapılmayacaktır. Sizler benim arkadaşımsınız ve kardeşlerimsiniz" gibi tatlı sözler söyledi. Böylece ümerânın desteğini kazanan Lâçin sultan oldu. Lâçin, er-Ravk el-Hüsâmî diye bilinen meşhur tahriri yaptırmıştı. Bu tahrir neticesinde emirlerin ve askerlerin toprakları daralmış ve gelirleri azalmıştı. Bu sebeple memlûkler Lâçin'e kızgındılar. Efendileri Halil'in öldürülmesindeki rolü sebebiyle intikam almak isteyen el-Eşrefiyye Memlûkleri de fırsat kolluyorlardı. Neticede el-Burciyye'nin lideri Gürcü'nün idaresinde harekete geçtiler. Lâçin ve nâibi Mengü Timur öldürüldü.
Lâçin'in öldürülmesinden sonra ümerâ toplandığında yeni sultanın kim olacağını belirleme konusunda daha önce aynı durumlarda olduğu gibi hareket edilmiş ve Gürcü "Ey emirler! Sultanı ben öldürdüm. Efendimin öcünü ben aldım. I. Muhammed'in yaşı küçük olduğu için onun sultan olması doğru olmaz" dedikten sonra Emir Tuğcu'yu göstererek "Bu sultan olsun, ben de onun nâibi olayım" demişti. Fakat sultanlığa geçmek isteyenlerin çok olması yüzünden görüşler ayrıldı. Bir emir üzerinde birleşilemediği için I. Muhammed'in tekrar sultan olması kabul edildi. Bunun üzerine I. Muhammed, sürgünde bulunduğu Kerek'ten getirtildi ve Kahire'de bilhassa halk tarafından sıcak bir şekilde karşılandı. Sultanı memlûk ümerâsının tayin etmesine rağmen halkın da Kalavun ailesinin şahsında ülkenin refahını gördüğü için kendi tercihini ortaya koyduğu ilk defa bu hadise vesilesi ile görülmektedir.
I. Muhammed'in Kerek'ten gelmesine kadar geçen yirmi beş gün zarfında ümerâ, boş tahtın etrafında oturmuşlar ve ülkeyi müştereken idare etmişlerdi. I. Muhammed Kahire'ye geldikten sonra tahta oturdu ve ümerâ ona bağlılık yemini etti. Emir Seyfeddin Sellâr saltanat nâibi, Emir Baybars el-Çaşnigîr de üstâdâr tayin edildi. Bu iki emir, Sellâr ve Baybars, sultanın yaşının küçük olmasından yararlanarak devlet işlerini ele geçirip I. Muhammed üzerinde büyük bir baskı kurdular. Öyle ki, yiyecek-içecek ve harçlığı gibi en basit şahsi işlerine bile müdahalede bulundular.
Çok geçmeden Baybars ile Sellâr arasında mücadele baş gösterdi ve bu durum ülke dâhilindeki işlerin de bozulmasına sebep oldu. Nüfuzları her gün gittikçe artan el-Burciyye ile diğer memlûk grupları arasındaki çatışmalar durumu daha da kötüleştirdi. Kahire halkının sokaklarda toplanarak I. Muhammed lehinde nümayiş yapıp sloganlar attığı ve bu yüzden de memlûklerle halk arasında çatışmaların çıktığı görüldü. Sonunda özel hayatına bile müdahale edilen I. Muhammed'in sabrı tükendi ve ümerâdan hacca gitmek için ülkeyi terk etmesine müsaade edilmesini istedi. Bu bahane ile Kahire'den çıkan sultan Kerek'e varır varmaz Baybars ve Sellâr'a mektup yazarak tahttan çekildiğini bildirdi.
Ümerâ, I. Muhammed'in tahttan çekildiğini bildiren mektubunu alınca çok kızdılar. Ona mektup yazarak hemen Mısır'a dönmesini aksi takdirde kendini Kerek'ten sürüp çıkaracaklarını ve ebediyen tahttan mahrum edeceklerini bildirdiler. "Çocukluğu bırakarak hemen buraya gel, eğer şimdi gelmezsen daha sonra da gelemezsin; pişman olursun ama son pişmanlık fayda vermez" mealinde tehditkâr bir üslupla onu tahta davet ettilerse de Kerek'te kalmakta ısrar edip dönmeye yanaşmadı. Böylece tahta kimin çıkacağı meselesi yeniden gündeme geldi. Ümerâ, saltanat nâibi olması sıfatıyla tahtı Sellâr'a teklif ettilerse de, Ketboğa ve Lâçin'in başına gelenlerin kendi başına da gelmesinden korkarak bunu kabul etmedi ve arkadaşı Baybars el-Çaşnigîr'i işaret etti. Böylece ümerâ Baybars el-Çaşnigîr'e II. Baybars olarak biat ettiler. Baybars'a el-Muzaffer unvanı verildi. Sellâr da görevinde kaldı. II. Baybars, el-Burciyye'den olup Çerkes asıllı idi. Kendisinden önce ise hiçbir Çerkes asıllı memlûk sultan olmamıştı.
Yeni sultanın halletmek zorunda olduğu ilk mesele Mısır içinde ve dışında hâlâ büyük bir itibarı olan I. Muhammed meselesi idi. Suriye'deki ümerânın ileri gelenleri II. Baybars'a karşı çıkarak I. Muhammed'e bağlı kaldılar. Ona mektup yazıp kendine yardıma hazır olduklarını bildirdilerse de I. Muhammed sabretmeleri gerektiğini bildirdi. I. Muhammed'in Kerek'teki faaliyetlerinden endişelenen II. Baybars mektup yazarak tehditler savurdu ise de I. Muhammed kendini destekleyen Suriye'deki ümerâdan yardım istedi. II. Baybars kendini sultan ilân edeliden beri niyetleri isyan ederek eski sultanı tahta iade etmek olan Suriye'deki nâipler harekete geçtiler. Mısır'daki emirlerin bir kısmı da I. Muhammed'e geldiler ve onu Mısır'a yürümeye teşvik ettiler. II. Baybars tahtını kurtarmak için biat aldı ise de bu onun tek başına kalmasını engelleyemedi. Sonunda tahttan feragât ettiğini ilan ederek elçi yoluyla af diledi. Kahire'de kalmasının kendi için tehlikeli olacağını sezerek hazinede ne var ne yoksa alıp şehirden çıktı.
I. Muhammed Suriye'den Kahire'ye doğru yürüyüşünde geçtiği her yerde sıcak bir hüsnü kabul ve sevinçle karşılandı. Sonunda Mısır'a ulaşıp üçüncü ve son kez Memlûk tahtına oturdu. I. Muhammed'in bu üçüncü saltanatı, gerek onun hususi hayatında gerekse Mısır ve Memlûklerin tarihinde mühim bir yer tutar. Üçüncü saltanatında gerçek şahsiyetini ortaya koydu ve bütün devlet işlerini eline alarak ümerânın kendine tahakküm etmesine müsaade etmedi. I. Muhammed'in bu üçüncü saltanatı 31 yıl devam etmiş olup kendinden önceki ve sonraki sultanlardan hiçbirisi bu kadar uzun müddet saltanat sürmemişti. Uzun saltanatı esnasında Suriye'deki Haçlı kalıntılarını bölgeden çıkarmış, İlhanlıları yenerek onların arz ettiği tehlikeyi bertaraf etmiş, içeride sükûn ve istikrarı temin ederken dışarıda ise devletin itibarını yükseltmek ve Memlûk Devleti'ni en geniş hudutlarına ulaştırmak gibi başarılarıyla Mısır halkının takdirini kazanmıştı. Tarihçiler onu tedbirli, heybetli, düşmanlarına karşı amansız, herkesin kendine itaat ettiği, devlet işlerini sımsıkı elinde tutan, deha sahibi bir sultan olarak tarif ederler. Devleti tek başına idare ettiği bu üçüncü ve uzun süren saltanatı esnasında kurulan nizam sayesinde memleketin iktisadi durumu da gelişti. Aynı zamanda memlûk nizamının olgunlaştığı, hükûmet dairelerinin oturduğu, idarede birçok yeniliklerin ve gelişmelerin vuku bulduğu, bazı büyük vazifelerin kaldırılıp bazı yeni vazifelerin getirildiği bir devirdir. I. Muhammed bunlara ek olarak gelir kaynaklarını da düzeltmiş ve iktisadi gelişmeye bağlı olarak devletin geliri de artmıştır.
Bütün bu işleri yaparken I. Muhammed, kendine bağlı ümerânın desteğinden faydalanmıştır. Ancak ümerâya karşı içinde bir ukde bulunan I. Muhammed onlarla münasebetlerinde devamlı şekilde şüpheyi muhafaza etmiş ve yükselttiği herhangi bir emirin nüfuzunun arttığını görünce onu bir vesile ile tesirsiz hale getirmeyi de bilmiştir. Bunun en bariz örneği Dımaşk naipliğine getirdiği Şemseddin Karasungur ve bütün Suriye'nin valiliğini verip pek çok unvanlar ilave ettiği hatta akrabalık kurduğu Emir Tengiz'e karşı yaptıklarında görülmektedir.
Memlûkler, saltanatın veraset yoluyla babadan oğula geçmesi kaidesine inanmamakla birlikte I. Muhammed de kendi neslinden gelenlerin sultan olması konusunda seleflerinden daha az istekli değildi. Bu sebeple sağlığında oğullarından Anûk'u veliaht ilan etmiş fakat Anûk'un ölümü üzerine ümerâyı toplayarak diğer oğlu Seyfeddin Ebû Bekir'in kendinden sonra sultan yapılması için söz almıştı. I. Muhammed'in ölümü ile Memlûk Devleti, tarihinin yeni bir dönemine girdi. Bu devir onun oğulları ve torunlarının devridir. Bahrî Memlûklerin çöküşüne ve Burcî Memlûklerin saltanatı ele geçirmesine kadar devam eden bu devrin en bariz vasfı I. Muhammed'in oğul ve torunlarından çoğunun yaşlarının küçüklüğü sebebiyle ümerânın nüfuzunun artması, emirler arasındaki bitmez tükenmez çekişmeler ve sultanların kısa sürelerle sık sık değişmeleridir. I. Muhammed'in oğullarının hüküm sürdüğü yirmi yıl zarfında sekiz hükümdar gelip geçmiştir. Bu müddet zarfında Mısır, memlûk ümerâsının yağmasına maruz kalmış ve ümerâ çocuk veya genç sultanları istedikleri gibi yönlendirmiştir. Bu devirde Mısır'da da pek çok can alan Kara Ölüm'den başka dikkati çeken bir şey yoktur. Veba, Suriye ve Mısır'da da yayılmış ve her gün binlerce kişi ölmüştü. Öyle ki toprağı işleyecek kimse kalmamıştı. Sultan ve ümerâ bundan kurtulmak için Kahire'den kaçmışlar, işlenmeyen topraklar kıraçlaşıp çarşı pazarda alışveriş durmuş ve hiçbir şeyi alıp satan kalmamıştı. İnsanlar işlerini ve sanatlarını terk etmişler, eğlenceler iptal edilmiş ve her yere hüzün çökmüştü.
Hasan'ın ikinci kez getirildiği saltanattan azledilerek yerine II. Selâhaddin'in sultan ilân edilmesi ile I. Muhammed'in torunlarının devri başladı. Bunlar 1361-1382 yılları arasında art arda hüküm süren dört kişi olup sultanlar yine çocuk yaştadırlar. Bu durum ümerânın gücünü ve şevketini artırmış ve ümerâ arasındaki rekabet memlûk taifesine de sıçramış ve çatışmalar Kahire sokaklarına taşmış, ülke şiddetli bir kargaşaya sürüklenmiştir.
Bu istikrarsız dönemde Çerkes memlûklerin gücü artmış ve memlûk grupları arasındaki mücadelede bunlar kazanarak devleti ele geçirmişler, Kalavun ailesinin inkırazı ile Bahrî Memlûklerin Memlûk Devleti'ndeki hâkimiyeti de sona ermiştir. Bu devirde ahlaki çöküntü şiddetlenmiş, bizzat sultanlar ve ümerânın ileri gelenleri huzursuzluk kaynağı olmuşlardır. Sükûn ve istikrar bozulmuş, üretim düşmüş, halk fakirleşmiş, şikâyetler artmıştır.
Kalavun, gerek büyük askerî faaliyetleri sebebiyle ve gerekse birbiriyle çekişme halinde olan ümerâ ve memlûk gruplarından hiçbirisine muhtaç olmamak amacıyla kendine bağlı yeni bir memlûk grubu kurmak istedi. Bunların mevcut memlûklerle aynı asıldan olmamasını da tercih eden Kalavun bu grubu yeni bir unsurdan, Çerkeslerden teşkil etmeye karar verdi. O sıralarda Hazar Denizi'nin kuzeyi ile Karadeniz'in doğusunda yaşayan Çerkeslerin Türkler, Hârezmliler ve diğerleriyle akrabalık bağı da yoktu. Kalavun'un yeni memlûk grubunu neden sadece Çerkeslerden teşkil ettiği kesin olarak bilinmemektedir. Bunun başlıca iki ana sebebi olmalıdır: Birincisi, Moğol İstilası sebebiyle ülkeleri istila edilen Çerkeslerin köle pazarlarında çok bol bulunması ve bu sebeple fiyatlarının düşük olmasıdır. İkincisi ise o sıralarda Türklerin çoğunluğunun artık İslâmiyet'i kabul etmiş olup köle pazarlarında daha az sayıda bulunması sebebiyle fiyatlarının yüksek olması. Çerkesler de Türkler gibi yakışıklı, güçlü, kuvvetli, cesur ve itaatkâr idiler.
Sebepler ne olursa olsun, Kalavun 1281 yılına doğru bu düşüncesini tatbik ederek kendi, çocukları ve Müslümanlar için koruyucu kaleler gibi olmaları ümidiyle çok sayıda Çerkes memlûkü satın almaya başladı. Bunları sarayının bulunduğu Kal'atü'l-Cebel'deki burçlara yerleştirdi. Bundan dolayı bu memlûk grubuna el-Memâlîk el-Burciyye (Burcî Memlûkler) veya asıllarından dolayı el-Memâlîk el-Çerâkise (Çerkes Memlûkleri) adı verildi. Kalavun kısa zamanda o kadar çok Çerkes memlûkü satın aldı ki saltanatının son zamanlarına doğru bunların sayısı 3 bini geçmişti. Kalavun, bu yeni memlûklerin Türk memlûkleri ile karışmamasına dikkat edip onların yetiştirilmesine hususi bir itina gösterdi. Hatta bizzat kendi onlara kargı kullanma ve ok atma temrinleri yaptırdı. Giyim-kuşam ve yeme-içmeleri bile diğerlerinden güzel, süslü ve zengin idi.
Babaları gibi, Kalavun'un oğulları da pek çok Çerkes memlûkü satın aldılar. Böylece gerek sayı gerekse terbiye ve birbirlerine bağlılıkları sebebiyle el-Burciyye grubu saltanata doğru yürümeye başladı. Diğer memlûk grupları ve halkla temas ettirilmeyen el-Burciyye grubunu sayıları arttıkça ve kıdem kazandıkça günlük hayattan tamamen tecrit etmek mümkün değildi. Nitekim el-Burciyye'ye, Kalavun'un oğlu ve halefi Halil'in saltanatı esnasında ilk defa kale burçlarından ve kışlalarından dışarı çıkarak gecelememek şartıyla Kahire'ye inmelerine izin verildi. Böylece ilk defa gerçek hayatı tanımaya başlayan el-Burciyye siyasi olaylara da karışmaya başladı.
el-Burciyye'nin seslerini duyurdukları ilk olay efendilerinin oğlu ve kendi efendileri Halil'i öldüren Baydara'nın katledilmesidir. Küçük yaştaki I. Muhammed'in ilk saltanatı esnasında Türk memlûkleri Ketboğa'yı desteklerken el-Burciyye de Sencer eş-Şucâî'ye destek vermişlerdi. Ancak Sencer'in Kalavun ailesi için değil de kendi menfaati için çalıştığını gören el-Burciyye ondan desteğini çekmiş ve böylece Ketboğa da Sencer'i öldürmüştü. el-Burciyye'nin kader birliği yaptığı I. Muhammed'in 10 yaşında bir çocuk olması sebebiyle önce Ketboğa ve arkasından Hüsâmeddin Lâçin sultan olmuştu. Bu iki hükümdar zamanında el-Bahriyye (Türk memlûkleri) ile el-Burciyye (Çerkes memlûkleri) arasındaki mücadele kızıştı. Ketboğa ve Hüsâmeddin Lâçin'in her ikisi de el-Burciyye'nin nüfuzuna karşı koyabilmek için el-Bahriyye'ye dayandı. el-Burciyye de bu ikisinin şahsında Türk memlûklerine karşı mücadele ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Ketboğa'nın el-Burciyye'nin şevketini kırmak için onları muhtelif yerlere dağıtması sebebiyle el-Burciyye de isyanlar çıkarmıştı.
Sonunda Gürcü, bir suikast tertipleyerek Hüsâmeddin Lâçin'i öldürdü. Kalavun ailesine bağlılıklarını sürdüren el-Burciyye, Gürcü ve Tuğcu gibi el-Burciyye ileri gelenlerine rağmen I. Muhammed'i ikinci kez tahta çıkardılar. I. Muhammed'in bu ikinci saltanatı esnasında el-Burciyye'den pek çoğu emir olup yüksek mevkilere getirildiler. Artık güçlerinin farkına varan el-Burciyye, I. Muhammed'in çıkarlarından önce kendi çıkarlarını düşünmeye başladı. el-Burciyye'nin lideri olan Baybars el-Çaşnigîr ve Sellâr'ın tahakkümünden halkın sevgi ve desteği ile kurtulmak isteyen I. Muhammed, tahttan feragat edince artık el-Burciyye için saltanat yolu açılmış ve böylece Baybars el-Çaşnigîr sultan olmuştu. el-Burciyye'den birinin sultan olması Türk memlûklerini hemen harekete geçirdi. Bir taraftan Mısır'da vuku bulan kıtlık ve vebanın sebep olduğu memnuniyetsizlik ve diğer taraftan I. Muhammed'in faaliyetleri ve Türk memlûklerinin isyanıyla baş edemeyen II. Baybars'ın saltanatı uzun sürmemiş ve I. Muhammed üçüncü kez sultan olmuştu. O, bu üçüncü saltanatı esnasında demir eli ile devlete hâkim olmuş, hem Türk hem de Çerkes ümerâsına karşı koyarak önce II. Baybars'ı öldürtmüş ve artık Çerkes memlûkü satın almayı da durdurmuştu. I. Muhammed'in oğulları ve torunlarının saltanatı esnasında el-Burciyye tekrar güçlendi.
Muhammed'in oğlu I. Şâban zamanında Gurlu'nun liderliğinde isyan edip Hacı'yı sultan yaptılar. Türk memlûklerin Gurlu'yu öldürüp Arıktay'ı saltanat nâibi yapmaları üzerine Türklerden bunalan Hacı onlara karşı el-Burciyye ile işbirliği yaptı. Ancak Türkler erken davranarak Hacı'yı öldürüp 1347'de Hasan'ı sultan yaptılar. el-Burciyye'nin önünde artık Türklerle açıktan açığa mücadeleden başka çıkar yol kalmamıştı. Türk memlûklerinin en önde geleni Yelboğa en-Nâsırî idi. Yelboğa 1361'de Hasan'ı öldürerek yerine kardeşinin oğlu II. Selâhaddin'i sultan yapmış ve böylece saltanat I. Muhammed'in torunlarına geçmişti. Kendisinin tahta oturttuğu bu yeni sultanı da beğenmeyen Yelboğa kısa süre sonra onun yerine II. Şâban'ı sultan yaptı. Çocuk sultan II. Şabân, Yelboğa'nın sayıları 4 binden fazla olan memlûklerinin menfaatleri için farklı klikler oluşturup birbirlerine düşmelerinden de yararlanarak Yelboğa'yı öldürmeye muvaffak oldu ise de Yelboğa memlûkleri toptan isyan ettiler. Bu isyancıların içinde aslen Çerkes olan Berkuk da vardı.
Berkuk, II. Şâban'ı tahttan indiren ve Memlûk Devleti'nin dizginlerini yeniden Yelboğa memlûklerinin eline veren hareketin liderliğini yaptı. Berkuk, bunu yaparken sadece Yelboğa memlûklerine yardım etmedi, aynı zamanda el-Burciyye'ye de saltanat yolunu açtı. Çünkü kısa bir müddet sonra el-Burciyye, Berkuk'un liderliğinde saltanatı ele geçirdi. Dolayısıyla Berkuk, Burcî Memlûklerin kurucusu olmuştur.
Kaynaklar Berkuk'un Çerkes asıllı olduğunu, esir tüccarları tarafından Mısır'a getirildiğini, 1363 yılında Yelboğa'nın onu satın alarak bir müddet sonra azat edip memlûkleri arasına kattığını kaydederler. Berkuk, 1377'de II. Şâban'ın öldürülerek Alâeddin Ali'nin sultan ilân edilmesiyle biten hâdisede büyük pay sahibi olmuş ve bunu takip eden olaylar esnasında süratle terfi etmeye başlamıştır. Nitekim önce tablhâne emiri arkasından da emir-i mie (yüzbaşı) oldu.
Berkuk'un niyetlerinden korkan bazı Türk ümerâsı, Kalavun ailesinden birisini sultan ilân ettiler. Berkuk bu teşebbüsü boşa çıkardığı gibi bir adım daha atarak kendi atabeg olurken arkadaşı Zeynüddin Berke el-Çobanî de büyük reis-i nevbe oldu. Yelboğa en-Nâsırî'ye gelince o da Trablus nâibliğine gönderildi. Tarihçinin dediğine göre artık herkes iki kişiye gidip geliyordu. Bunlar Berkuk ve Berke idiler. Fakat Berkuk, bütün gidişatı altüst edebilecek bir isyanla karşılaştı. 1379 yılında Çerkes emirlerinden birisi olan İnal el-Yûsufî, Berkuk ve Berke'ye karşı isyan etti. Ancak Berkuk zor da olsa bu ayaklanmayı bastırdı.
Berkuk ve Berke bir müddet sonra birbirinden kurtulmayı düşünecekleri noktaya vardılar. Berkuk, Berke'den kurtulmayı düşünmeye başladıysa da önce Berke aleyhinde kamuoyunu hazırlamalıydı. Bunu sağlamak için bazı vakıf arazileri alarak adamlarına dağıtması için Berke'yi teşvik etti. Bu ise başta şeyhülislam olmak üzere ulema ve halkın, Berke'ye karşı çıkmasına sebep oldu. Diğer taraftan kendi ise Berke'nin hapsettiği kişileri salıvererek halka yaklaşmaya başladı. Berkuk, liderleri Berke'nin uzaklaştırılmasının Türk memlûklerinin isyanını davet edeceğini çok iyi bildiği için muhtemel bir savaşta kendi tarafını kuvvetlendirecek tedbirler almaya başladı. Böylece askerler iki kısma ayrıldılar: Bir tarafta Berkuk taraftarı Çerkesler ve diğer tarafta da Berke taraftarı Türkler. Artık iki taraf arasında çatışma kaçınılmaz hâle gelmişti. Nitekim 1380 yılında bu çatışma vuku buldu. Berke yakalanarak öldürüldü. Berke'nin bertaraf edilmesinden birkaç ay sonra Sultan Alâeddin Ali öldü. Fakat Berkuk, bir müddet daha beklemeyi münasip gördü. Ali'nin yerine kardeşi Hacı'yı sultan yaptı. Hacı, 11 yaşında bir çocuktu. Öyle anlaşılıyor ki Berkuk, liderleri Berke'nin başına gelenleri hazmedememiş olan Türk memlûklerinin gücünü kırmadan kendini sultan ilân etmeyi doğru bulmamıştır. Bu sebepten Berkuk kendini sultan ilân etmeye cesaret edemedi. Türkleri büyük görevlerden uzaklaştırarak yolundaki engelleri kaldırmaya devam etti. Sultan Hacı'nın 11 yaşında bir çocuk olması sebebiyle devlet işlerinin üstesinden gelemeyeceği açıktı. Bu sebeple Hacı, Berkuk ile müşterek olarak devlet işlerini yürüteceklerdi. Bu, Berkuk'un sadece büyük emir (atabeg) olmayıp sultanın vasisi sıfatıyla en yüksek söz sahibi olarak işleri yürütmesi demekti. Berkuk, bu sıfatı ile elindeki geniş salahiyeti kullandı ve büyük görevleri kendi memlûk ve taraftarları ile doldurdu. Öte yandan bazı vergileri kaldırıp ayarında ve vezninde düzenlemeler yaparak parayı kıymetlendirdi. Böylece bir taraftan iktisadi durumu düzeltirken öte yandan da halkın gönlünü kazanmaya ve kendini halka sevdirmeye başladı. Bu sıralarda Türk memlûkleri ise Berkuk'un nüfuzunun artışını endişeli bir şekilde takip ediyorlardı. Onlar Berkuk'un saltanatı ele geçirmesi hâlinde kendilerinin zerre kadar nüfuzlarının kalmayacağını çok iyi biliyorlardı. Bu sebepten Türk memlûkleri, Berkuk'u öldürmek için bir suikast hazırladılar. Bunların başında Ayıtmış bulunuyordu. Bu suikastın başarısızlığı, Türk unsurun zevalinin ilânı ve Çerkes memlûklerinin ikbalinin habercisiydi. Fakat Berkuk bu son adımı atmaktan çekiniyordu. Kendisine yakın olan emirler bunu hissederek onun tahta oturmasını temin edecek adımları kendilerinin atmaları gerektiğine inandılar.
Olaylar Berkuk'un lehine gelişti. Yardımcılarından ikisi sultan II. Hacı'nın yanına giderek üzerindeki saltanat alâmetlerinden tecrit ettikten sonra ailesinin kalmakta olduğu eve götürdüler. Hemen 26 Kasım 1382'de halife ve din adamları, ulemâ, ümerâ ve kadılar getirtilerek Berkuk'a sultan olarak biat edildi ve kendine ez-Zâhir unvanı verildi. Berkuk'un 1382 yılında sultan olmasıyla Bahrî Memlûklerin hükümdarlığı da bitti. Aynı şekilde Türk memlûklerinin hâkimiyeti de sona erdi. 1517 yılındaki Osmanlı fethine kadar devam edecek olan Burcî Memlûkler ya da diğer adıyla Çerkes memlûkleri devri başladı.
Berkuk, Mısır'daki Çerkes memlûklerinin ilk sultanı olması hasebiyle Türk memlûklerine düşmanca bir tavır alması bekleniyordu fakat saltanatının ilk zamanlarında Türklerin de gönlünü hoş etme yolunu takip etti. Bunun bir neticesi olarak nâibü's-saltana olan Yelboğa en-Nâsırî'yi bu görevden azledip Haleb valiliğine gönderirken bir Türk memlûkü olan Sudun'u da nâibü's-saltana tayin etti. Fakat Berkuk, bu siyasetini uzun müddet devam ettirmedi. İşler yoluna girdikçe, tedricî biçimde Türk memlûklerinin zararına olmak üzere büyük görev ve iktaları Çerkes olanlara vermeye başladı. Onun bu siyaseti saltanatı müddetince devam edecek pek çok isyanlara sebep oldu. Bunlardan birisi Elbistan Nâibi Altınboğa'nın 1382 yılındaki isyanıdır. Altınboğa, Türk asıllı idi ve "Hükümdarı Çerkes olan bir devlette ben olmam" diyerek isyan etmişti. Ancak onun bu isyanı beklenilen desteği görmediği için başarısızlıkla neticelendi ve İlhanlılara sığındı.
Berkuk, Altınboğa'nın isyanını henüz bastırmıştı ki bu sefer de karşısında Halife Mütevekkil'i buldu. Kahire'deki Türk ümerâsı Berkuk'u öldürerek Mütevekkil'i sultan ilân etmek için bir suikast hazırlamışlardı. Fakat Berkuk bu suikastı daha başlamadan ortaya çıkararak Mütevekkil'i hilâfetten azledip onun yerine Vâsik'i hilâfete getirdi. Bu andan itibaren Türklere karşı da şiddet politikası takip etmeye başladı. Bu tehdit karşısında Yelboğa memlûkleri ile el-Eşrefiyye memlûkleri birlikte hareket etmeye başladılar. Bu anlaşma 1388 yılında büyük bir isyan şeklinde patlak verdi. el-Eşrefiyye memlûklerinin lideri Malatya Nâibi Mintaş, Yelboğa memlûklerinin reisi ise Haleb Nâibi Yelboğa en-Nâsırî idi.
Berkuk, Suriye şehirlerinin kendi hükmünden çıkıp asi ordunun Mısır yolunda başarılar kazanarak ilerlemekte olduğunu duyunca çok üzüldü. 1389 yılında kendi ordusunun yenilmesinden sonra durumu daha da kötüleşti. Bu esnada bir de ülkeyi perişan eden veba salgını baş göstermişti. Sonunda bir çıkış yolu göremeyen Berkuk, askerlerinin arkasından çıktı ve bir terzinin evinde saklandı. Aynı sırada Yelboğa'nın askerleri de Kahire'ye girip kaleyi ele geçirdiler. Memlûklerde adet olduğu üzere Yelboğa'nın kendini sultan ilân etmesi bekleniyordu. Çünkü Berkuk'un tahttan indirilmesinde en büyük pay sahibi kendi idi. Fakat o, el-Eşrefiyye memlûklerinden, Türklerin muhalefetinden korktuğundan Hacı'yı sultan ilan etti ve el-Mansûr lakabı verildi. Hâlbuki ilk saltanatındaki lakabı en-Nâsır idi.
Yakalanan Berkuk, öldürülmesi durumunda Çerkes memlûklerinin intikam alacaklarından çekinildiği için Kerek'e sürüldü. Fakat çok geçmeden Mintaş ile Yelboğa arasında ayrılık baş gösterdi. İkisi arasındaki mücadele esnasında önce Kerek halkı Berkuk'a sultan olarak itaat etti. Suriye ve Mısır'daki Çerkesler de Berkuk'un etrafında toplandı. Onlardan bir ordu teşkil eden Berkuk, Kerek'ten Dımaşk'a yürüdü. Mintaş, Yelboğa ile olan mücadelesinde galip geldi ise de buna sevinemedi. Şakhab'da 2 Ocak 1390 tarihinde cereyan eden savaşta halife ve II. Hacı'nın kendi safında olması Mintaş'a fayda vermedi. Üstelik sultan ve halife Berkuk'un eline geçtiler. Savaştan hemen sonra II. Hacı, Berkuk lehine tahttan feragat etti. Başta halife olmak üzere orada bulunan ümerâ, kuzât ve diğer ileri gelenler Berkuk'a sultan olarak biat ettiler. Kahire'ye dönen Berkuk tekrar bağlılık yemini aldı.
Bu ikinci saltanatı esnasında Berkuk, Türk memlûklerinden çoğunu bertaraf etti. Yelboğa ve Mintaş'ı ortadan kaldırarak durumunu kuvvetlendirdi. İkinci saltanatı esnasında karşılaştığı meseleler sadece Türk memlûk ve ümerâsının çıkardığı isyanlar değildi. 1394 yılında Suriye ve Mısır'daki Araplar da tehlikeli bir isyan çıkardılar. Bu Arapların amacı hilâfet ve saltanatı ele geçirmekti. Berkuk komployu öğrenerek hareketin elebaşılarını yakaladı ve Arapları da yola getirdi. Türk memlûklerinin ve Arapların çıkardığı isyanları bastırarak iç tehlikeleri başarı ile bertaraf edip Mısır ve Suriye'de hâkimiyetini pekiştiren Berkuk bu sefer de bir dış tehlike ile karşılaştı. Sadece Berkuk'un tahtını değil, bütün Memlûk Devleti'ni tehdit eden bu tehlike Timurlular idi.
Timur'un, 1386 yılında Tebriz'i ele geçirip ertesi yıl Urfa'yı tahrip etmesi üzerine Mardin, Bağdat ve diğer yerlerin hâkimleri Berkuk'a mektup yazarak bu yeni tehlike karşısında ondan yardım istemişlerdi. Fakat süratle hareket eden Timur, 1393 yılında Bağdat'ı ele geçirmiş ve Suriye'de Memlûkler ile komşu olmuştu. Böylece Memlûk Devleti ile Timur arasındaki çatışma çok yaklaşmış bulunuyordu. Nitekim çok geçmeden Timur, Berkuk'a tehdit dolu bir mektup gönderdi. Berkuk, Emir Timur'un tehditlerine kulak asmayarak elçisini öldürttü. Fakat tedbiri de elden bırakmayarak bu tehlikeyi karşılamak için bir taraftan Osmanlılar ve diğer taraftan da Türkmenler ile ittifaklar akdetmeye başladı. Öte taraftan Memlûkler ile Timur arasında vuku bulması kaçınılmaz olan çatışmayı geciktiren mühim bir sebep vardı. Emir Timur Lenk bir taraftan fethettiği geniş topraklar üzerinde hâkimiyetini sağlamaya çalışırken diğer taraftan Hindistan'a hücum ederek yeni bir cephe daha açmıştı. Bu esnada Berkuk'un yapabildiği yegâne iş Timur'un Hindistan'da bulunmasını fırsat bilerek Ahmed bin Üveys'e Bağdat'ı geri alması için para, asker ve teçhizat vererek orada kendine nâip yapmasıdır. Nitekim bu yardımlar sayesinde Ahmed bin Üveys Bağdat'ı ele geçirmeye muvaffak olmuştur. Bunun neticesinde Bağdat, Memlûk Devleti'ne tâbi olmuş ve orada Berkuk adına sikke basılmıştı. Bu yeni durum Memlûk Devleti'ne büyük nüfuz ve şöhret sağlamasına rağmen Timur 1399 yılında süratle Yakın Doğu'ya döndü. 20 Haziran 1399'da ise Berkuk öldü.
Berkuk ecelinin yaklaştığını hissedince halife, kadılar ve ümerâyı toplayıp kendinden sonra oğullarına sultan olarak biat etmelerini istemişti. Bunlar Ferec, Abdülaziz ve İbrâhim idiler. Bu üç oğul birbiri ardından veliaht kabul edildiler. Berkuk oğullarına vasi olarak Atabekü'l-Asâkir Ayıtmış'ı tayin etmişti. O ölünce büyük oğlu Ferec'e biat edildi. Berkuk'un ölümünden sonra henüz 12 yaşlarında bulunan oğlu Ferec'in sultan olmasını fırsat bilen ümerâ tahtı ele geçirmek için birbirleriyle çekişmeye başladılar. Bu çekişmelerden bunalan Ferec 22 Eylül 1405'te tahttan feragat ederek bir gece kaleden inip Kahire'de saklandı. Onun bulunamaması üzerine ümerâ diğer kardeşi Abdülaziz'i sultan ilân ettiler.
Ferec'in bu birinci saltanatı esnasında Timur'un, Suriye'ye hücumundan başka dikkate değer mühim bir hadise yoktur. Timur Sivas, Maraş ve Ayntab şehirlerini tahrip ettikten sonra Suriye hudutlarına dayanmıştı. Memlûkler, Timur'un Haleb'in kendine teslim edilmesi isteğine kulak asmadılar. Suriye'deki nâibler, mukavemet için bir araya geldiler ise de Timur, Haleb'de onlara ağır bir darbe indirerek şehri yağma ve tahrip etti. Küçük sultan Ferec, beraberinde halife ve kadılar olduğu hâlde ordusunun başında Timur'a karşı yürüdüyse de 1400 yılı sonlarında Timur, Dımaşk yakınlarında Memlûklere ağır bir darbe daha vurdu. Dımaşk'a girerek şehri yağma ve talan etti. Bunun üzerine Ferec Timur'un dikte ettiği şartlarla barış yaptı. Timur'un 1405 yılında ölümü üzerine Suriye ve Mısır'ı tehdit eden tehlike de ortadan kalkmış oldu. Ümerâ arasındaki çekişmelerden bunalan Ferec 69 gün süren bir fasıladan sonra 28 Kasım 1405'te tekrar sultan ilân edildi.
Ferec'in 7 yıl süren bu ikinci saltanatı da tamamen iç isyanlar ve karışıklıklarla doludur. Ülkenin dört bir tarafında ve özellikle Suriye'de karışıklıklar arttı. Haleb Nâibi Cekem, 17 Şubat 1407'de kendine el-Âdil lakabını vererek sultanlığını ilan etti ise de iki ay sonra öldürüldü. Bu sefer Dımaşk Nâibi Nevrûz ile Trablus Nâibi Şeyh el-Mahmûdî birleşerek Ferec'e karşı isyan ettiler ve neticede Ferec'i yenerek ele geçirip öldürmeye muvaffak oldular. Fakat iki emir arasındaki rekabet sebebiyle Müstaîn sultan ilan edildi.
Müstaîn'in sultan ilan edilmesi, Şeyh el-Mahmûdî ile Nevrûz arasındaki durumun açıklığa kavuşması için geçici bir tedbirden başka bir şey değildi. Esasen hilâfetin I. Baybars tarafından Mısır'da yeniden tesisinde hiçbir rolü olmayan Abbâsîlerin, Memlûk Devleti'nde de bir ruhani lider ve merasim adamı olmaktan başka fonksiyonları yoktu. Müstaîn hem halife hem de sultan unvanını taşıyan ilk ve son örnektir. Nitekim Şeyh el-Mahmûdî'ni altı ay sonra Müstaîn'i hal edip el-Müeyyed lakabıyla sultan oldu. Dımaşk Nâibi Nevrûz, Şeyh el-Mahmûdî'ye isyan etti ise de Şeyh el-Mahmûdî Suriye'ye yaptığı bir seferle bu kuvvetli ve inatçı rakibinden kurtuldu.
Şeyh'in saltanatı esnasında, güney ve güneydoğu Anadolu'daki Türkmen beylikleri Memlûk Devleti'nin itaatinden çıkmaya teşebbüs ettiler. Fakat Şeyh, yaptığı iki seferle onları tekrar Memlûk Devleti'ne tâbi hâle getirdi. Bu arada Karamanoğulları Beyliği'ne hususi bir ehemmiyet verilmiş ve Şeyh'in oğlu İbrâhim kumandasında bir ordu 1419'da Konya'ya kadar uzanan bir sefer yapmış, Konya'da Şeyh adına hutbe okunup sikke kesilmiş ve Memlûk nüfuzu bu devirde Kayseri'ye kadar uzamıştır.
Şeyh el-Mahmûdî'nin ölümü üzerine kendine halef olarak ümerâdan biat aldığı oğlu Ahmed'in vasisi olan Tatar, kısa zamanda bu küçük çocuğu hal ederek saltanatını ilan etse de Tatar'ın da saltanatı uzun sürmeyip kısa bir müddet sonra öldü. Tatar okumayı çok severdi. Türkçe'ye olan düşkünlüğü sebebiyle sadece Türkçe kitaplardan oluşan bir kütüphane kurmuştu. Bazı dinî ve tarihî eserleri Türkçeye tercüme ettirmişti. Tatar'ın ölümünden sonra sultan ilan edilen oğlu Muhammed ise vasisi Barsbay tarafından hal edildi.
Barsbay, 16 yıldan fazla saltanat sürdü. Barsbay'ın takip ettiği hatalı iktisadi politika sebebiyle halkın durumu çok kötüleşse de onun zamanında Mısır iç siyaset bakımından istikrarlı bir devir yaşamıştır.
Doğu Akdeniz'deki Kıbrıs, İslâm ülkeleri için daimi bir tehdit oluşturuyordu. Memlûk Devleti kurulduğundan beri zaman zaman buradan Suriye ve Mısır sahillerine akınlar düzenleniyor, burada üslenen korsanlar Akdeniz'deki İslâm ticaret gemilerine de göz açtırmıyorlardı. Memlûkler bu adayı fethederek arz ettiği tehditten kurtulmak istemişler ancak bunu başaramamışlardı. 1423 yılında içinde pek çok ticaret malı ile yüzden fazla insanın bulunduğu iki Müslüman gemisinin Dimyat limanında Franklar tarafından ele geçirilmesi ve Kıbrıs Kralı II. Jean'ın da Barsbay'ın Osmanlı Sultanı II. Murad'a gönderdiği hediyeleri taşıyan bir gemiyi ele geçirmesi bardağı taşıran son damla oldu.
Birer yıl ara ile yapılan üç sefer neticesinde Kıbrıs Memlûk eline geçti. Esir edilen Kıbrıs Kralı II. Jean, topal bir katıra bindirilip esirlerin önünde Kahire sokaklarından geçirilerek Barsbay'ın huzuruna çıkarıldı. Barsbay yarısı peşin ödenmek şartıyla 200 bin dinar karşılığında onu serbest bıraktı. Böylece Kıbrıs, Memlûk Devleti'ne tâbi bir ada hâline getirildi ve Jean da orada Memlûk sultanının nâibi oldu. Barsbay'ın saltanatı esnasında halk, ağır vergiler altında ezildi.
Baybars oğlu Yusuf'un kendinden sonra sultan olması için ümerâdan biat almıştı. Ancak 14 yaşında olan Yusuf, tahtını vasisi Çakmak'tan koruyamadı ve yeni sultan 9 Eylül 1438'de ez-Zâhir lakabıyla tahta çıktı.
Baybars Kıbrıs'ın fethi ile meşhur olduğu gibi Çakmak da Rodos seferleri ile bilinmektedir. Rodos da Haçlılar için mühim bir üs idi. Bilhassa Hospitalier Şövalyelerinin burayı 1308 yılında ele geçirmelerinden sonra adanın ehemmiyeti daha da artmıştı. Memlûklerin Kıbrıs'ı fethetmelerinden sonra Mısır sahillerine yönelik korsan hücumları kesilmemiş, Küçük Ermenistan ve Kıbrıs'ın düşmesinden sonra korsanlar Rodos'u kendileri için merkez edinmişlerdi.
Çakmak 1440, 1443 ve 1444 yıllarında olmak üzere Rodos'a karşı üç sefer tertipledi. Gerek Rodos şövalyelerinin adalarını canla başla savunmaları ve gerekse Avrupa'dan yardım almaları sebebiyle ada fethedilememişse de Hospitalier Şövalyelerinin Müslüman tüccarlarına ve gemilerine hücum etmemeyi taahhüt etmelerinden sonra barış imzalanmıştır. Çakmak zamanında içeride genellikle sükûn ve asayiş hüküm sürmüştür. Emir Korkmaz ile İnal el-Cekemî'nin çıkardıkları iki isyan ile 1442 yılında Cîze bölgesindeki siyahi kölelerin çıkardığı isyan bunun istisnasıdır. İsyanları bastırılan siyahi kölelerin büyük bir kısmı gemilerle Osmanlı ülkesine gönderilerek orada satılmıştı. Çakmak, 1453 yılında seksen yaşındayken öldü. Hastalığı sırasında oğlu Osman sultan ilân edilmişti fakat kendine el-Mansûr lakabı verilen Osman, tahtta bir buçuk aydan fazla kalamadı. Kendilerine ayarı düşük akçe dağıtılan askerler onu tahttan indirdiler.
Osman'ın tahttan indirilmesinden sonra ümerâdan İnal, el-Eşref lakabıyla sultan ilân edildi. İnal devrinin en bariz vasfı memlûk grupları arasındaki çatışma ve isyanlardır. İnal'ın sekiz yıl süren saltanatı esnasında yedi kere isyan ettiler. Ülke dâhilinde sükûn ve istikrarın sarsılmasına, halkın ağır vergiler altında ezilip iktisadi durumunun bozulmasına, devletin zayıflayıp nihai olarak inkırazına sebep olan bu isyanların sebebi memlûk sisteminin bozulmasıdır. Başlangıçta memlûkler daha akil baliğ olmamış küçük yaşta çocukların satın alınarak iyi bir talim ve terbiye ile yetiştirilmeleri sureti ile sağlanıyordu. Fakat 15. yüzyıl başlarından itibaren kendilerine culbân da denilen ve nispeten daha yaşlı, eğitilmesi zor memlûk grupları efendilerine ve devlete öncekiler gibi sadık olmayıp kendilerini borçlu hissetmiyorlar ve şahsi menfaatlerini ön planda tutarak disiplinsiz davranıyorlardı. İşte başlangıçta isyan şeklinde tezahür eden bu davranışlar devleti zaafa sürüklemiş ve bununla paralel olarak sistem de bozulmuştu. Sistemin esasını teşkil eden ikta nizamındaki bozulmalar hem askerin hem de devletin zaafına sebep olmuştur.
Bu sebeple İnal'ın ölümünden sonra sultan olan oğlu Ahmed de tahtta sadece dört ay kalabilmiştir. Ondan sonra hükümdar olan Hoşkadem'in altı yıllık devri, nispeten sükûnet içinde geçmiştir. Hoşkadem'in devrinde Dımaşk Nâibi Cânim'in tahtı ele geçirme teşebbüsünden başka bu huzuru bozan bir hareket olmamıştır.
Hoşkadem'den sonra tahta Yelbay geçmiş, aynı yıl Temürboğa'nın tahta geçişi bunu takip etmiştir. Ancak Temürboğa, Hoşkadem'in memlûklerini ve onların lideri Hayır Bey'i memnun edemediği için Hayır Bey, iki ay sonra onu azletmiştir. Hayır Bey sultanı azleden kişi olarak ez-Zâhir unvanıyla geceleyin tahta oturmuş ancak Kayıtbay süratle kaleye çıkarak duruma hâkim olmuş ve Hayır Bey'i azlederek sultan olmuştur. Sultanlığı sadece bir gece süren Hayır Bey'e de bundan sonra "bir gecelik sultan" denilmiştir.
Kayıtbay, Çerkes memlûklerinin en bariz sultanıdır.Saltanatı 29 yıl kadar devam etmiş olup Kalavun'dan başka hiç kimse bu kadar uzun müddet tahtta kalmamıştır. Kayıtbay da kendinden önceki sultanlar gibi vergiler ve diğer vasıtalarla devlet hazinesine çok para toplamışsa da bu parayı ya yaptırdığı büyük eserlere veya büyük seferlere sarf etmiştir. Onun Kahire'de yaptırmış olduğu cami bu dönemin en güzel yapısı vasfını taşır. Fakat Kayıtbay'ın karşısında bu imar faaliyetlerinden çok daha mühim bir iş vardı. O da bütün Memlûk sultanlarına devamlı zorluk çıkaran kuzey hududundaki daimi istikrarsızlıktı. Ancak 15. yüzyılın ikinci yarısında Memlûk Devleti'ni uğraştıran zorluklar sadece Suriye'nin kuzeyindeki Türkmenlerin çıkardığı isyanlar değildi.
Bu bölgede meydana gelen karışıklıklara yeni bir unsur daha katılmıştı. Bu ise 1453 yılında İstanbul'u fethettikten sonra gittikçe genişleyen, büyüyen ve nüfuzu artan Osmanlı İmparatorluğu idi. Kayıtbay bu dış tehlikeyi karşılayabilmek için kaçınılmaz olan harplerde sarf edilmek üzere halka ağır vergiler yükledi. Buna ilâveten ülkede veba da yaygınlaşmıştı. 1492 yılında ortaya çıkan veba esnasında nakledildiğine göre sadece Kahire'de günde 10 binden fazla insan ölmüştü. Bu salgın sırasında memlûklerin üçte biri ölmüştü, bizzat sultanın hanımı ve kızı da bundan yakasını kurtaramamıştı. Vebanın akabinde büyük bir kıtlık baş göstermiş, sürüler halinde hayvan ölümleri olmuş, yiyecek bulunamamış ve fiyatlar fevkalâde yükselmişti. Bu yetmezmiş gibi memlûkler, ülkenin ve insanların karşı karşıya kaldıkları zorlukları görmemezlikten gelerek kendi aralarındaki anlaşmazlık ve çatışmaları da devam ettirmişlerdi.
Sonunda 80 yaşını geçen Kayıtbay'ın sıhhati bozulmuş ve oğlu için tahttan feragat ettikten bir gün sonra 6 Ağustos 1496'da ölmüştür. Kayıtbay'ın ölümünden bir gün önce sultan ilân edilen oğlu III. Muhammed'in saltanatı esnasında Kansu Hamsemie isyan etmişse de kaleyi ve sultanı ele geçirememiş fakat bu sırada bir hafta boyunca Kahire'de büyük karışıklık hüküm sürmüştür. III. Muhammed'i Kansu el-Eşrefî takip etmiştir. Kansu'dan sonra Canbolat ve I. Tomanbay gelmiştir. Bütün bu sultanların kısa müddetle tahtta kalmaları, Memlûk Devleti'nin sonuna doğru ülkede hüküm süren karışıklık ve istikrarsızlığı gösterir. Bu devrede taht etrafındaki karışıklığı en iyi gösteren delillerden birisi de sultanların hemen hepsinin öldürülmeleridir. Bu yüzden büyük emirler, artık sultan olmak istememeye başladılar. Nitekim I. Tomanbay'ın öldürülmesinden sonra ümerânın en kuvvetlisi olmasına rağmen Kansu Gavri sultan olmak istememiş ve anlatıya göre âdeta zorla götürülerek tahta oturtulmasından sonra ağlayarak sultanlığı kabul etmişti.
Tahta geçtiği sırada 60 yaşını geçmiş bulunan Kansu Gavri, önce Kahire'de nizam ve istikrarı tesis ederek ümerânın büyüklerinden güvendiği kişileri idari kadrolara getirdi. Daha sonra devlet hazinesinin iflas durumundan kurtarılması için tedbirler aldı. Hazineyi hayatiyete kavuşturmak amacıyla kendinden önceki Memlûk sultanlarından hiçbirisinin takip etmediği bir şiddet politikası takip etti. Hatta öyle ki, bütün vergileri 10 ay öncesinden ve bir defada tahsil etti. Bununla da yetinmeyerek arazi, dükkân ve akarlara konan vergiyi değirmenlere, gemilere, nakil vasıtalarına, evlerdeki hizmetçilere ve hatta vakıflara kadar genişletti. Gümrük vergilerini kat kat artırdı. Neticede elde etmek istediği miktarda parayı topladı. Ancak halkın durumu çok kötüleşmiş ve ağır vergiler altında ezilmişlerdi.
Saltanatının ilk yıllarında, culbânın ve Arapların çıkardığı bazı patırtıları istisna edersek dikkate değer mühim bir iç hadise vuku bulmamıştır. Ancak, bu yıllarda Mısır'ı tehdit eden dış tehlike Kızıldeniz tarafından geldi. 1497 yılında Vasco da Gama'nın Ümit Burnu'nu keşfetmesinden sonra Portekizliler Kalküta'ya ayak basarak Batı Avrupa ile Yakın Doğu arasında ana ticaret yolu olan Mısır'ın iktisadi durumunu tehdit etmeye başlamıştı. Bu durum muvacehesinde, Kansu Gavri kendi devletinin de dayanağı olan ana gelir kaynağını tehdit eden bu tehlikeyi bertaraf etmek için Portekizliler ve İspanyollarla mücadele etmek üzere Kızıldeniz'de yeni bir donanma hazırladı. Portekizliler ile Memlûkler arasında Hint Okyanusu'nun batısında cereyan eden çatışmada önce Memlûkler galip geldiler ancak ertesi yıl Portekizliler, Dieu Muharebesi'nde Memlûkleri yendiler ve 1513 yılında Aden'e hücum ettiler. Böylece Mısır doğu-batı ticaretindeki aracı rolünü kaybetti.
Portekizlilerin temsil ettiği dış tehlike, Memlûk Devleti'nin zayıflamasına sebep olmuştu. Ancak diğer bir dış tehlike daha vardı ki bu tehlike Gavri'nin saltanatının son zamanlarında büyümüş ve Memlûk Devleti'nin yıkılması ile neticelenmiştir. Memlûk Devleti açısından bu yeni tehlike Osmanlılardı. Kuruluşundan beri devamlı genişleyen ve kuvvetlenen Osmanlı Devleti, 16. yüzyılın başlarında bu genişleme siyasetinde bir yol ayrımına gelmiş bulunuyordu. Bu yüzyılın başlarında Anadolu Türk siyasi birliğini tesis etmişler, Balkanlar'da hâkimiyetlerini pekiştirmişler ve Avrupa ortalarına ulaşmışlardı. Artık önlerinde iki seçenek vardı, ya Avrupa'da Avrupalılar ve Hristiyanlar aleyhine yayılmaya devam edecekler ya da Avrupa'da vardıkları hudut ile yetinecekler ve buna mukabil doğudaki Müslüman devletler aleyhine genişleyeceklerdi. I. Selim, bunlardan ikincisini tercih etti. Türkler'in İran ve Irak'ta hâkim Safevîler ile olan siyasi ve dinî çekişmesinin en üst noktasına ulaştığı bu 16. yüzyıl başında I. Selim, doğu siyasetine ağırlık vererek 1514 yılında Çaldıran'da I. İsmail'e karşı kesin bir zafer kazandı. Osmanlılar, bu zaferden sonra Cezîre ve Musul bölgelerinde hâkimiyetlerini kuvvetli bir şekilde tesis ettiler. Ancak, eskiden beri Memlûk Devleti ile siyasi ve iktisadi münasebetleri olan bu bölgenin Osmanlıların eline geçmesi onları sadece Memlûkler ile komşu yapmamış, Osmanlılar böylece Memlûkleri Kuzey Suriye ve Irak'tan kıskaca almışlardı.
Selim'in İsmail'e karşı kazandığı zaferi duyan Kansu Gavri, Memlûk Devleti'nin bekasının Osmanlılar ile Safevîler arasındaki mücadelenin seyrine bağlı olduğunu sezerel Haleb'e hareket etti. Çaldıran'ın arkasından Selim, Memlûk Devleti'nin himayesindeki Dulkadiroğulları Beyliği'ne son verdi. Bu durumda Memlûk sultanı, Osmanlı tehlikesini kuzey hududunda daha kuvvetli hissetmeye başladı ve onu her ihtimale karşı bazı tedbirler almaya sevk etti. Bir taraftan İsmail ile ittifak akdederken diğer taraftan Selim'in kardeşinin oğlu Şehzade Kasım'a da kucak açtı. Şehzade Kâsım, babası Ahmed'i öldüren amcasından kaçarak Memlûklere sığınmıştı.
Artık Osmanlılar ile Memlûkler arasında her an nihai bir çatışma çıkması beklenir olmuştu. Çok geçmeden Selim'in Memlûk Devleti hudutları yakınında büyük yığınak ve hazırlıklar yaptığı haberleri Gavri'ye ulaştı. Kansu Gavri, Selim'in bu hazırlıkları Safevîlere karşı düzenlenecek bir sefer için yaptığı yolunda çıkardığı söylentilere inanmadı. Casusları vasıtasıyla Selim'in gerçek niyetini öğrenen Kansu Gavri, hemen hazırlıklara başladı. Osmanlıların Memlûkler ile nihai bir hesaplaşmaya hazırlandığı bu sırada durumun vahametini takdir edemeyen memlûkler birbirleriyle mücadeleye devam ettiler. Hâlbuki ufuktaki tehlike onların hepsini silip süpürecekti. Bu sırada maaşlarının gecikmesi sebebiyle bir grup memlûk isyan ederek Kahire'de büyük karışıklık çıkarıp kötülükler yaptılar. Buna kızan Kansu Gavri "Ben artık sultanlık yapmayacağım. Benden başka birisini kendinize sultan yapın" dediyse de ümerânın büyükleri gönlünü yaptılar. Kansu Gavri hazırlıklarını tamamlayıp halifeye ve dört mezhep başkadısına kendi ile birlikte Haleb'e gitmek üzere hazırlanmalarını emreden fermanlar çıkarıyordu. Bu sırada Haleb Nâibi Hayır Bey'den Osmanlıların hazırlıkları konusunda kendine gelen haberlerin yanlış olup aslında Selim'in hazırlıklarının İsmail ile savaş amacına yönelik olduğunu bildiren bir mektup çıkageldi. Daha sonra gelişen hâdiselerin de gösterdiği gibi Hayır Bey başından beri Osmanlılar ile işbirliği içinde idi. Hayır Bey, Dımaşk Nâibi Sibay'ı da Kansu Gavri'ye mektup yazmaya teşvik etti; Sibay, Suriye'de iktisadi durumun kötü olduğunu, sultan kalabalık bir ordu ile geldiği takdirde ülkenin onu kandırmaya gücünün yetmeyeceğini bildirmişti. Özellikle Osmanlıların hudutlarda herhangi bir hareketinin görülmediğini belirtip "Eğer düşman harekete geçerse biz ona yeteriz" diyerek onu yatıştırmıştı.
Buna rağmen Sultan Kansu Gavri, Hayır Bey'in sözlerine inanmayarak hazırlıklarına devam etti; ümerâ ve ordusunu Suriye'ye gitmek üzere Ridâniye'de topladı. Bu sırada Hayır Bey'den Kansu Gavri'ye yeni bir mektup geldi. Bu mektubunda Hayır Bey, barış görüşmelerinde bulunmak üzere bir Osmanlı elçisinin geldiğini bildiriyordu. Hayır Bey'in mektubu ile Kansu Gavri'ye Osmanlı sultanı Selim'in de bir mektubu gelmişti. Osmanlı sultanı bu mektubunda Kansu Gavri'nin şüphelerini izale edecek ve onu harp hazırlıklarından vazgeçirecek tatlı sözler söylüyor ve ona "Sen benim babamsın. Senden bana dua etmeni istiyorum. Sen ne dersen yaparım" diyordu. Bu hileye de aldanmayan Kansu Gavri, Selim'in mektubunu almasından iki gün sonra ordusunun başında Suriye'ye yürüdü. Kahire'de yerine nâib olarak Tomanbay'ı bırakmıştı.
Kansu Gavri yürüyüşüne devamla 1516 Temmuzunda Haleb'e vardı. Memlûk ordusu, Haleb'de halka çok kötü davranarak onları evlerinden çıkardılar, kadınlarını ve çocuklarını yağmaladılar. Daha sonra Haleb halkının Selim ile birlikte Memlûk ordusuna karşı müşterek hareket etmesinin sebebi buydu. Kansu Gavri'nin Haleb'deki ordugâhına Selim'in iki elçisi gelerek barış için görüşme talep ettiler. Osmanlı elçileri Kansu Gavri'ye "Sultanımız bize salahiyet vermiştir. Sultan sizden ne isterse, bana danışmaksızın yapınız demiştir" dediler. Kansu Gavri, Osmanlı elçilerini çok iyi karşılamış ve kendinin de sulha taraftar olduğunu bildirmişti. Bununla beraber Kansu Gavri, Osmanlıların asıl niyetini hissediyordu. Bunun bir delili de Hayır Bey de dâhil olmak üzere bütün ümerâsını toplayarak vuruşma anında ihanet etmeyeceklerine dair halifenin huzurunda onlardan Kur'an üzerine yemin almasıdır. Keza askerlerden de yemin alınmıştı. Bu da gösteriyor ki Selim ile vuruşacağından emindi. Çok geçmeden Selim, Kansu Gavri'nin elçisine hakaret ederek "Efendine söyle, bizi Merc-i Dâbık'ta karşılasın" dedi. Hakaret alâmeti olarak sakalı kazınan Kansu Gavri'nin elçisi çok kötü bir vaziyette Memlûk karargâhına döndü.
Osmanlılar fiilen harekete geçerek Malatya, Gerger, Behisni ve diğer kaleleri ele geçirmişlerdi. O anda Dımaşk Nâibi Sibay, Hayır Bey'in kendini Kansu Gavri'ye mektup yazarak yatıştırması ve Selim'den emin olmasını istemesinin sebebini anladı. Hemen hücum ederek Hayır Bey'i sımsıkı yakalayıp Kansu Gavri'ye "Hünkârım, Allah'ın inayeti ile düşmanına galip gelmek istiyorsan, bu haini hemen öldür" dedi. Ancak Hayır Bey, ihanetinde yalnız değildi. Ortağı Hama Nâibi Canberdi Gazâlî, hemen araya girdi ve bu iftirayı kabul etmemesi için sultanı ikna etti. Kansu Gavri, başından beri durumundan şüphelenmekle birlikte o anda bu davranışın doğru olmayacağını düşünerek Hayır Bey'i serbest bıraktı.
Nihayet Kansu Gavri, ordusunun başında Osmanlılar ile karşılaşmak üzere kuzeye doğru yürüdü. Merc-i Dâbık denilen yere konuşlanan Kansu Gavri, ordusunu tanzim ederek hazırlıklarını son bir kez daha gözden geçirdi. Çok geçmeden Osmanlı ordusunun öncüleri göründü. 1516 yılı Ağustos ayının 24'ünde, iki taraf arasında cereyan eden büyük savaşta Memlûkler canla başla savaştılar. Memlûk safları arasında çeşitli dedikodular dolaşmaya başladı. Kansu Gavri, ordusunun büyük bir kısmının dağıldığını görmesine rağmen kendi sonuna kadar kılıcı elden bırakmadığı gibi bir taraftan da askerlerini teşvik ediyordu. Bu sırada ümerâdan Zeredkaş Temür, sultanın sancağını alıp Osmanlıların eline geçmemesi için sakladı. Kansu Gavri, o sırada su istemiş kendine altın tasta sunulan soğuk suyu bitiremeden o anda ölmüş ve atından yere yuvarlanmıştı. Kansu Gavri savaş meydanında ölen ilk ve son Memlûk sultanıdır. Öldüğü zaman yaşı 80 civarındaydı.
Mercidâbık Muharebesi'nde Memlûk ordusunun çok ağır bir mağlubiyete uğraması ve başta Memlûk Sultanı Kansu Gavri olmak üzere önde gelen ümerânın pek çoğunun savaş meydanında ölmesi, bir kısım asker ve kumandanın yanı sıra III. Mütevekkil ve Hanefî başkadısı hariç diğer üç mezhep başkadısının esir edilmeleri; bütün bunlara ek olarak Memlûk Devleti'nin kurulduğu günden beri biriktirilen ve korunan milyonlarca dinar değerindeki Memlûk hazinesinin ve ordusunun bütün ağırlıklarının Osmanlıların eline geçmesi Kahire'deki durumu değiştirdi. Bu mağlubiyetten kısa bir süre sonra bütün Suriye'deki Memlûk hâkimiyeti fiilen sona erdiği gibi Mısır da Osmanlı tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı. Nitekim daha Merc-i Dâbık'tan hemen sonra Haleb'de okunan ilk cuma hutbesinde Selim'in henüz Hicaz'a sahip olmamışken "hâdimü'l-Haremeyni'ş-şerîfeyn" unvanı ile anılması onun Mısır'ı da ele geçirmeye kararlı veya en azından orada da kendi yüksek hâkimiyetinin tanınacağından emin olduğunu gösteriyordu.
Memlûk ordusunun yenilip Kansu Gavri'nin öldüğü Kahire'de kesin olarak anlaşılınca hatipler, hutbede sadece halife adına dua eder oldular. Mısır'ın sultansız kalmasını fırsat bilen eş-Şarkiyye bedevilerinin, Katyâ ile Sâlihiyye arasındaki yolları kesip acınacak bir şekilde Kahire'ye dönmekte olan mağlup askerler başta olmak üzere köylü, esnaf ve tüccardan her sınıf halka kötülükler yapmaya başladıkları sırada Kahire'deki askerler de Osmanlı taraftarı oldukları bahanesiyle şehirdeki çarşı-pazar esnafını yağmalamaya başlamışlardı. Kahire'de can ve mal güvenliğinin kalmadığı bu sırada, saltanat naibi Tomanbay, aldığı zecrî tedbirlerle durumun daha da kötüleşmesini önledi. Mısır'a dönüşü hemen hemen iki ay süren mağlup ve perişan Memlûk ümerâ ve askerlerini karşılayarak elinden geldiği kadar onlara yardım etti.
Ancak taht boş bulunuyor, bir zamanlar Moğol İstilası'nı Suriye'de durduran kudretli Memlûk Devleti'nin sultanlığına kimse talip olmuyordu. Kimsenin Memlûk sultanı olmaya cesaret edemediği, ordunun yenik ve perişan, hazinenin boş ve ümerâ arasındaki dayanışmanın bozulmuş olduğu bu ümitsiz durumda emirler "İstesek de istemesek de aramızda senden başka sultanlığa lâyık kimse yok" diyerek Tomanbay'dan sultan olmasını rica ettiler. Bu nazik durumda saltanatın ateşten gömlek olduğunu bilen Tomanbay onların bu teklifini kabul etmedi. Israrları bir sonuç vermeyen emirler yanlarında Tomanbay ile birlikte bir şeyh olan Ebu's-Suud'un yanına giderek durumu ona anlattılar.
Tomanbay'ın, Selim'in Suriye'yi ele geçirmiş olup Mısır'a doğru yürüdüğünü, hazinenin boşalmış olduğu için askere aylık dahi verilemeyeceğini, sultan olmayı kabul etse bile ümerânın kısa bir süre sonra isyan edip kendini tahttan indirerek hapsedeceklerinden çekindiğini söyledi. Onun sultan olmayı istememesi üzerine, Ebu's-Suud orada bulunan emirlere Tomanbay'ın emirlerini dinleyip ona isyan ve ihanet etmeyeceklerine dair Kur'an'a el bastırarak, sonunda Tomanbay'ı razı etti. 11 Ekim 1516 Cuma günü mutat cülûs merasimini yapmak üzere ümerâ ve askerler toplandı. Halife Selim'in elinde esir olduğu için onun yerine babası Müstemsik davet edildi. Hanefî başkadısı ile diğer üç mezhep başkadısının nâibleri de geldiler. O sıralarda artık gözleri bile görmeyen Müstemsik, oğlunun eskiden kendine vermiş olduğu bir vekâlete dayanarak saltanatı Tomanbay'a tefvîz ile ona biat etti ve orada bulunanlar da ona uydular. Böylece Tomanbay, II. Tomanbay olarak Memlûk sultanı oldu ve 50 gün kadar süren bir kesintiden sonra Kahire minberlerinde tekrar Memlûk sultanı adına dua edilmeye başlandı.
II. Tomanbay sultan olduktan sonra ilk iş olarak Mercidâbık bozgunundan kaçıp gelen ümerâya yüksek makam ve pâyeler vererek birer birer taltif etti. Bu sırada Gazze nâibi, "Osmanoğlu Gazze'yi ele geçirmeden imdadımıza yetişin" diye devamlı yardım isteyip duruyordu.
Gerçekten Selim, Mercidâbık'tan dört gün sonra savaşsız olarak Haleb'e girmiş, orada 18 gün kaldıktan sonra güneye inerek 19 Eylül'de Hama ve iki gün sonra da Humus'u barışla alarak yoluna devamla Dımaşk'a varmıştı. Burada iki aydan fazla süren ikameti esnasında Selim, fethettiği ülkeyi yeniden düzenlerken Lübnan ona baş eğmiş ve Filistin de Osmanlı kuvvetlerince fethedilerek Osmanlı orduları Mısır'ın kapısı sayılan Gazze'ye doğru ilerlemeye başlamıştı. Bu arada Selim, Tomanbay'a gönderdiği mektubunda gelip kendine itaatini arz etmesini istiyor, kendine ve yanında geleceklere aman verdiğini bildirerek Gazze dolaylarında faaliyetlerde bulunduğunu duyduğu Canberdi Gazâlî'ye de itaat etmesi için mektup gönderdiğini, itaat etmezse Gazze'ye yürümesi için Hadım Sinan Paşa'ya emir verdiğini yazıyordu.
Osmanlı ordusunun Gazze'ye doğru ilerlediği haberi Kahire'de başta askerler olmak üzere herkesi ümitsizliğe düşürdü. Bir kısım insanlar yükte hafif pahada ağır neleri varsa alıp kaçmaya başladı. Tomanbay bir yandan bu paniği yatıştırmakla uğraşırken bir yandan da imkânsızlıklar içinde ordunun tanzim ve ıslahına çalışıyordu. Ne var ki memlûkler, verilen parayı az buldukları için kabul etmiyorlardı. Binbir güçlükle tedarik edilen para ile sonunda gönülleri yapılan memlûkler Dımaşk nâibliğine tayin edilmiş bulunan Canberdi Gazâlî'nin kumandasında Gazze'ye doğru gönderildi. Tomanbay emirlere para verememiş ve "Gidip kendiniz ve çoluk çocuğunuz için savaşınız. Hazinede bir kuruş para yoktur. Ben de sizlerden biriyim. Savaşa giderseniz ben de sizinle giderim. Gitmezseniz ben de gitmem" demek zorunda kalmıştı.
Selim'in Tomanbay'a gelip kendine itaatini arz etmesini bildiren mektubunun üzerinden bir ay geçmişti ki sayısı 15 kişiyi bulan bir Osmanlı elçilik heyeti ansızın Kahire'de göründü. Çerkes Murad'ın başkanlık ettiği heyetin getirdiği barış şartlarını bildiren mektup kadar heyetin geliş şekli de önemliydi. Gazze'den Kahire'ye kadar olan sahada Memlûk askerleri kum gibi kaynamasına rağmen Osmanlı elçilik heyeti yabancısı oldukları topraklarda Arap kılavuzları sayesinde kimseye görünmeden gizli bir yoldan Kahire'ye ulaşmışlardı. Osmanlı askerinin de bu şekilde kendilerini gafil avlamasından korkan Memlûkler dört bir tarafa devriyeler çıkarıp gizli yolu Osmanlılara gösterdiği için onlara kılavuzluk yapan Arapları da astılar.
Selim, Arapçadan çok Türkçe ibâre bulunan bu son mektubunda kendi adına sikke vurdurup hutbe okutması ve Mısır'ın haracının bir zamanlar Abbâsî halifelerine gönderildiği gibi kendine gönderilmesi şartı ile II. Tomanbay'ı Gazze'den Mısır'a kadar olan yerlerde nâibi olarak görevlendirebileceğini, aksi halde Mısır'a yürüyeceğini bildiriyordu. Selim'in bu mektupları Mısır'a yürümekte mütereddit olup işi tatlılıkla halletmek niyetinde olduğunu göstermektedir. Ancak başta Hama'da Osmanlı saflarına katılan Hayır Bey olmak üzere Selim'i Mısır'a yürümeye teşvik edenler de yok değildi.
İçinde bulunduğu şartlar dolayısıyla Tomanbay, Selim ile anlaşmaya meyilli idi. Ancak Kansu Gavri'nin gönderdiği elçileri öldürmüş olan Selim şimdi de kendine çok ağır hakaretler ediyordu. Buna etrafındaki emirlerin intikam hisleriyle beslenen kışkırtmaları da eklenince Tomanbay, Osmanlı elçilerini öldürttü. Bu ise Selim'in Mısır'a yürümesini artık kaçınılmaz hâle getirmişti. Bu sebeple Tomanbay, bir taraftan Selim'in mektubunun Mısır'da duyulması ile ortaya çıkan paniği yatıştırmaya çalışırken diğer taraftan da orduyu savaşa hazırlamaya ve Kahire'de savunma tedbirleri almaya başladı. Ne var ki askerlere maaşları bile düzenli olarak ödenemiyor ve bu durum büyük hoşnutsuzluğa sebep oluyordu. Bir ara askerler onu öyle sıkıştırdılar ki Tomanbay onlara Kansu Gavri'nin oğlunu getirterek babasının hazinede bir kuruş para bırakmadığını söyletti ise de askerlerin direnmesi üzerine onları sultanlıktan çekilip Mekke'ye gitmekle tehdit etti. Askerler ise Tomanbay'a bir sultana söylenmemesi gereken çok ağır sözler söylediler.
Bu sırada Canberdi Gazâlî kumandasında Osmanlılara karşı gönderilen ordu da Gazze yakınlarında Han Yunus'ta Hadım Sinan Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu tarafından çok ağır bir şekilde yenilgiye uğratılmıştı. Canberdi pek az bir askerle kaçarak Kahire'ye gelebilmişti. Artık Osmanlıların karşısında bir kuvvet kalmamış olup Selim'in her an Kahire'ye yürümesi bekleniyordu. Mısır'da herkesin Osmanlılardan korkup can kaygısına düştüğü bu sırada Tomanbay, tahtını ve ülkesini korumak için bu şartlar altında yapılabileceklerin en iyisini yaparak önce Mercidâbık ve ardından da Han Yunus'ta aldığı iki ağır yenilgi ile moral, teçhizat ve sayıca fevkalâde yıpranmış bulunan Memlûk ordusunu yeniden tanzim ve teçhiz etmek için olağanüstü gayret sarf etti. Yaşlı genç bütün memlûkleri cepheye sürdüğü gibi şehir halkından, Bedevî Araplardan, zenciler ve Mağriblilerden kalabalık sayıda asker toplayarak Kahire içinde ve dışında savunma tedbirleri aldı. Esasında II. Tomanbay, Osmanlı kuvvetlerini Sina Çölü'nün bittiği yer olan Sâlihiyye'de karşılamak istiyordu. Çünkü onun düşüncesine göre çölü geçerken Osmanlı askerleri ve binek hayvanları çok yorulacaklar, dinlenmelerine fırsat vermeden yapılacak bir savaşta onları yenmek kolay olacaktı. Ancak Memlûk ümerâsı onun bu düşüncesine şiddetle karşı çıkarak Kahire dışındaki Matariye ile Cebelü'l-Ahmer arasındaki Ridâniye denilen yerde tedbir alınarak savaşın orada kabul edilmesinde ısrar etmişlerdi. Bu yüzden Tomanbay ister istemez Ridâniye'de tedbirlerini aldı. Mukattam Dağı'ndan başlayarak Nil'e kadar uzanan sahada derin hendekler kazdırarak metrisler yaptırdı. Frenklerden temin etmiş olduğu 200 kadar topu Osmanlıların hücumunu beklediği tarafa yönelik olarak sabit bir şekilde yerleştirdi. Bu olayların çağdaşı olan tarihçi İbn İyâs'ın bildirdiğine göre Hospitalier Şövalyelerinin Tomanbay'a yardım olarak 1000 kişilik kurşun atıcı ile barut dolu birkaç gemi gönderdiği duyulmuş ancak bunun aslı çıkmamıştı.
Tomanbay, Ridâniye'de Osmanlılara karşı hazırlanır ve uzun süreceğini tahmin ettiği bir savunma savaşı için gerekli tedbirleri alırken öte tarafta Selim de iki aydan fazla kaldığı Dımaşk'tan 15 Aralık'ta ayrıldı. Kudüs ve diğer mukaddes yerleri ziyaret ettikten sonra, 2 Ocak 1517 tarihinde Gazze'de bulunan Hadım Sinan Paşa ve Osmanlı kuvvetleriyle birleşti. Burada birkaç gün kalarak Kurban Bayramı'nı kutladı ve çölü geçmek için son hazırlıklarını tamamladıktan sonra Gazze'den Mısır'a doğru yola çıkıp 13 gün gibi kısa bir zamanda Sina Çölü'nü geçip 16 Ocak'ta çölün ucundaki Sâlihiyye'ye vardı. İki gün sonra Bilbis'e ulaşan Osmanlı kuvvetleri burada iki gün dinledikten sonra, 22 Ocak'ta Birketü'l-hâc'a vardılar. Nihayet bütün Osmanlı ordusu 23 Ocak 1517 tarihinde Ridâniye'de kendilerini beklemekte olan Memlûk ordusunun karşısında durdu. Bu yürüyüş esnasında Hadım Sinan Paşa ve Hayır Bey'in yakaladıkları bazı Araplardan II. Tomanbay'ın aldığı tedbirleri öğrenen Selim, gereken karşı tedbirleri düşünüp almak ve ona göre düzen almak fırsatını da bulmuştu.
Başlarında sultanları Tomanbay olduğu hâlde Memlûk ordusu Ridâniye'de hendeklerde Osmanlıları bekliyordu. Memlûk toplarının sabit olduğunu öğrenen Selim, onları etkisiz hâle getirmek için askerlerini ikiye ayırarak bir kısmını Memlûklerin beklediği taraftan hücum ettirirken, esas kuvvetleriyle Mukattam Dağı'nı dolaşıp Memlûk ordusunu arkadan çevirdi. O zamana göre oldukça gelişmiş, yivli ve her tarafa kolayca ateş edebilen müteharrik Osmanlı topları Mercidâbık'ta olduğu gibi muharebenin kaderini tayinde müessir oldu. Her iki tarafın da büyük zayiat verdiği, Memlûk Devleti'nin akıbetini belirleyen bu muharebede durumun ümitsizliğini gören Tomanbay, Selim'i ortadan çıkararak durumu lehine çevirebilmek ümidiyle onun kumanda ettiği merkeze hücum etti. Fakat ilerlemeye muvaffak olamayınca Hadım Sinan Paşa'nın kumanda ettiği sağ kanada yüklenerek onu yaraladı ve Selim'in "Bir memleket ona bedel olamaz" dediği devlet adamı olay anında öldü. Tomanbay'ın bu intihar hücumu sırasında Ramazanoğlu Mahmûd Bey ile eski Ayıntab Beyi Yunus Bey de öldürüldü. Ancak bu cesareti Tomanbay'ı galip getirmeye yetmedi. Osmanlıların şiddetli hücumu karşısında tutunamayan Memlûk ordusu yenildi ve askerler kaçıştılar. Tomanbay etrafında kalan az sayıda askerle bir süre daha kahramanca dövüştü ise de sonunda yakalanmaktan korktuğu için o da kaçtı. Memlûk ordugâhını yağmalayan Osmanlı kuvvetleri aynı gün Kahire'ye girdiler. Savaştan bir gün sonra Osmanlı vezirlerinin maiyetinde Hayır Bey ve Mercidâbık'ta esir edilmiş olan halife ve üç mezhep başkadısı olduğu halde Osmanlı ordusu şehre girdi. Aynı gün kılınan cuma namazında Kahire camilerinde hutbe Selim adına okundu. Şehir kılıçla alınmış olduğu için üç gün süre ile yağmalandı ve yakalanan Memlûk askerleri de öldürüldü.
Selim, Ridâniye'de dört gün kaldıktan sonra karargâhını Bulak'ta kurdu. 28 Ocak gecesi Tomanbay etrafına toplayabildiği 10 bin kadar Memlûk ve Arap ile ansızın Kahire'ye girdi. Şehrin önemli bir kısmını ele geçirerek caddelerin giriş-çıkışlarını tutup hendekler kazdırdı ve metrisler yaptırarak ele geçirdiği mahallelerdeki Osmanlı askerlerini öldürdü. Böylece şehir içinde boğaz boğaza bir boğuşma başladı. Şehir halkından bir kısmının da Memlûklere yardım ettiği üç gün süren kanlı sokak çarpışmaları sonunda Osmanlılar Kahire'yi sokak sokak, ev ev yeniden fethettiler. Bu durumda şehir ve sivil halk büyük tahribat ve musibetlere maruz kaldı. Tomanbay'ın bu ani baskın ile elde ettiği geçici başarı daha fazla mal ve can kaybı ile çarpışmaların devam ettiği 30 Ocak Cuma günü bazı Kahire camilerinde kendi adına son defa olarak hutbe okunmasından başka bir sonuç vermedi.
Kahire içinde üç gün süren ölüm-kalım savaşından da ümit ettiği sonucu elde edemeyen Tomanbay, kadın kılığına girerek kaçmayı başardı. Sürekli savaştan yorgun ve bitkin olmasına ve Selim'e karşı bir şart öne sürebilecek durumunda bulunmamasına rağmen Selim'e gönderdiği mektubunda adına Mısır'da hutbe okutup sikke vurduracağını ve kararlaştırılacak bir meblağı her yıl ona ödeyeceğini, ancak önce Selim'in Sâlihiyye'ye çekilmesi gerektiğini bildiriyor aksi hâlde savaşmak üzere Nil'in batı yakasına geçmeye davet ediyordu. Memlûk direnişinin artık kırıldığı anlamına gelen bu mektubun Yavuz'a gelmesinden bir gün sonra Ridâniye Muharebesi'nde Hayır Bey vasıtasıyla Osmanlılara yardım ettiği söylenilen Canberdi Gazâlî beraberinde 700'den fazla ümerâ ve asker olduğu halde gelerek Selim'e itaatini bildirdi. Tomanbay da yakın çevresindeki Hasan bin Merî'nin ihaneti sonucu yakalandı ve durum Selim'e bildirildi. Selim'in, Rumlu Mustafa Paşa, Şehsüvaroğlu Ali Bey ve Canberdi Gazâlî kumandasında gönderdiği birlik, 30 Mart 1517'de Tomanbay'ı yakalayarak bağlayıp Ümmüddinâr denilen yerde bulunan Selim'e getirdiler. Selim aynı gün Tomanbay'ı huzuruna kabul etti.
Tomanbay'ı ayakta karşılayan Yavuz, önce elçilerini öldürmesi sebebiyle onu azarladı ise de arkasından cesaretini ve yiğitliğini övüp kendine bir tutsak gibi değil bir sultan gibi davranarak yanı başında hazırlattığı ikinci bir tahta oturttu. Selim ile son Memlûk Sultanı Tomanbay arasında uzun konuşmalar cereyan etti. Selim, kendini çok uğraştırmasına rağmen korkusuz, gözü pek, açık sözlü ve cesur birisi olan Tomanbay'ın hayatını bağışlamak niyetinde idi. Hatta Yavuz'un Tomanbay'ı Rumeli'de bir sancak beyliğine tayin edeceği, onu kayd-ı hayat şartıyla Mekke'ye süreceği veya beraberinde İstanbul'a götüreceği söylentileri bile duyulmuştu. Fakat Hayır Bey ve Canberdi Gazâlî'nin telkin etmeleri üzerine Yavuz, yakalanmasından 14 gün sonra Tomanbay'ın asılmasını emretti. 13 Nisan 1517 günü, hapsedildiği çadırdan alınan Tomanbay 400 kişilik yeniçeri birliğinin korumasında Bulak'a ve oradan da Züveyle Kapısı'na götürüldü. Kendisi bir ata bindirilmiş olup yol boyunca iki tarafa selâmlar veriyordu. Memlûkler devrinde önemli idamların yapıldığı, başların asılıp ve cesetlerin teşhir edildiği Züveyle Kapısı'nda attan indirilince asılacağını anlayan Tomanbay, orada toplanmış olan halka "Benim için üç kere Fatiha okuyun" deyip ellerini açarak kendi de yüksek sesle üç kere Fatiha okudu. Cellâdın uzattığı ipe boynunu uzatarak "İşini bitir!" dedi. Tomanbay'ın asılışına Dulkadiroğlu Ali Bey nezaret etti. Ali Bey'in babası Şehsuvar da 45 yıl önce aynı yerde, Kayıtbay tarafından astırılmıştı.
II. Tomanbay, Züveyle Kapısı'nda astırılan ilk ve son Memlûk sultanıdır. Cesedi üç gün asılı kaldıktan sonra indirilerek muhteşem bir törenle amcası Kansu Gavri tarafından yaptırılan fakat gömülmesi gerçekleşmeyen medreseye defnedildi. Tomanbay'ın ölümü ile Mısır ve Suriye'de 267 yıl süren Memlûk hâkimiyeti resmen son bulmuş ve bu ülkeler Osmanlı hâkimiyeti altına girmiştir. Esasen Memlûklerin de çoğu Türk olup geri kalanı da tamamen Türkleşmişti. Mısır'ın fethi ile hilâfetin Osmanlılara geçtiği yaygın bir görüş, hatta okul kitaplarına kadar girmiş kesin bir bilgi olmakla birlikte muasır Memlûk kaynaklarında bunun nasıl gerçekleştiği ile ilgili bir bilgi yoktur.
Memlûk sistemi, Memlûk Devleti ile birlikte ideal şeklini almıştır. Bu sistemin genel tercihi asker yetiştirilecek aday kölenin cesaret, güçlülük, çeviklik ve uzun boyluluk gibi özellikler taşımasının yanında gazilik, şehitlik, cihat vb. değerler uğruna savaşması idi. Kendisine İslâmî inancın aşılanabilmesi için putperest inanca sahip, yani step kültüründen gelen bir genç, hatta çocuk olması gerekirdi. Aranan şartlara sahip satılık gençler için gerektiğinde büyük paralar ödeniyordu. Bu sebeple bazı bölgelerde yaşayan aileler çocuklarını gönüllü olarak köle tüccarlarına satıyor, bazı babalar ise yüksek kazanç sağlamak için oğullarını bizzat getiriyor ve sıkı pazarlık yapıyordu. Kölelerin satın alınması ve güvenli bir şekilde Mısır'a getirilmesinde köle tacirlerinin çok önemli rolü vardı. Köle ticareti yapanlar, memlûkun anavatanı ile Memlûk Devleti'ni birleştiren zincirin bir halkasını teşkil ediyordu. Köle tacirinin en bilinen lakabı "hoca" idi. Memlûk Devleti, askerî ve idari alanda ihtiyaç duyduğu insan kaynağını memlûk sistemini iyi çalıştırarak sağlıyordu. Bundan dolayı öncelikle köle ticaretini cazip kılacak çeşitli önlemler almıştı; köle tacirleri diğer tüccarların tâbi olduğu vergilerden muaftı. Köle taciri Orta Asya'dan aldığı köleleri doğrudan Mısır'a getirmezdi. Toplanan köleler İslâm âlemine arz için ilk önce büyük şehirlerde açılan köle pazarlarına götürülüyordu; bunların en meşhurları Fustat ve Bağdat'taki dârü'r-rakîk denilen pazarlardı.
Memlûk sultanı için satın alınan kölelerin bedeli beytülmâl tarafından ödenirdi. Bir sultan öldüğü veya tahtından indirildiği zaman küttâbiye ya da kitâbiye denilen, henüz eğitimini tamamlamamış ve bu yüzden sultan tarafından azat edilmemiş memlûkler tekrar beytülmâle gönderilir ve gelenek gereği yeni sultan onları bir daha satın alırdı. Bu sırada kadılar da hazır bulunurdu. Bir memlûk için ödenen fiyat o memlûkun lakabı olabiliyordu. Kaynaklar, Kalavun'un taşıdığı "Elfî" lakabının kendine 1.000 dinara satın alınması sebebiyle takılmış olduğunu belirtir.
Sultan tarafından satın alınan bir memlûk, önce Kahire Kalesi'nin kışlalarında yer alan ve tibak denilen askerî okula yerleştirilirdi. Bu okulda memlûke İslâm dini öğretilir, ardından bir emirle dahi konuşmasına müsaade edilmeyen katı disiplin kuralları içinde askerî bilgiler verilirdi. İbn Haldun'a göre dinî bilgiler eşliğinde yaptırılan bu eğitim askerlik mesleğini motive ediyordu. Öğrenimini bitiren memlûk azat edildikten sonra askerî teçhizatını alır ve sultanın hassa birliğine katılırdı.
Bir memlûkun meslek hayatındaki en önemli kişi onu en son satın alan ve azat eden kimseydi. Azat edilen memlûke "atik", azat edene de "mutık", "mevlâ", "üstat", "seyyid" denirdi. Memlûk, son efendisine karşı onun ölümüne kadar büyük saygı ve sadakat duyguları beslemeliydi. I. Baybars'ın sultan olduktan sonra dahi emiri durumundaki mevlâsı Ay Tegin'e büyük saygı gösterdiği ve bunun diğer memlûklere örnek teşkil etmesini istediği bilinmektedir. Bir memlûk, mevlâsına sadakat gösterdiği gibi arkadaşlarına da sadıktı. Memlûkun kölelik ve azatlık arkadaşlarına hûşdâş, arkadaşlık durumunaysa hûşdâşiye denirdi. Hûşdâşlar tam bir dayanışma içindeydi, uzun zamandan beri hûşdâş olanların arasına sonradan katılanlara ecnebî (garip) denir ve kendilerine bir süre yabancı gibi davranılırdı. Hûşdâşiye arasında görülen karşılıklı dayanışma yaşça büyük olanın küçüğü gözetmek için görev almasıyla başlar ve büyük memlûke "ağa", küçük memlûke "ini" denilirdi.
Memlûkler daima Türk isimleri kullanmışlardı. Bu durum onların toplumun geri kalanından ayrılmaları, birlik olmaları ve kendi özgün kimliklerini korumaları hususunda büyük önem taşımıştır. Memlûklerin Türk menşeli olup olmamasının Türk ismi taşımalarına etkisi yoktu, Türk asıllı olmayanlar da Türk adı almak zorundaydı ve bu isim değişikliği genellikle kölenin tüccar tarafından ilk efendisine satışı sırasında yapılırdı. Çeşitli kavimlere mensup olan ve Türk adları taşıyan memlûklerin konuştukları dil de Türkçe idi.
Memlûkler şahsi meziyetleri, sosyal farklılıkları ve askerî alandaki başarıları ile Mısır toplumunda özel bir aristokrat sınıfı oluşturmuştur. Ancak bu tek nesilli bir soyluluktu, yani memlûkun memlûk olmasıyla başlayıp ölümüyle sona eriyordu ve çocuklarına intikal etmiyordu. Çünkü bir memlûkun oğlu kölelik veya esirlikten gelmediği için memlûk olamıyor ve bu sıfatı taşıyamıyordu.
Memlûk kara ordusu birkaç kaynaktan oluşturuluyordu. Sultanın memlûklerden oluşan ve Kahire'ye yerleştirilmiş bir daimi ordusu vardı. Her komutanın kendi memlûkleri de olabilirdi. Ayrıca, göçmenlerle memlûklerin oğullarından toplanan özgür doğmuş ve memlûk olmayan süvari sınıfı vardı. Zaman zaman Türkmen, Kürt, Bedevî aşiretler destek verirdi; eyaletlerin de kendi garnizonları bulunurdu.
Tüm memlûkler at sırtında savaşmak üzere eğitilir ve donatılırlardı, yeğlenen silahlar mızrak ile yaydı. Memlûkler iyi silahlanmış, özellikle hafif süvari ile savaşmaya hazırlanmış orta ağırlıkta süvariydi. Özgür doğmuş süvariler ayrı bir birlik oluşturuyordu. Bunların içerisinde Moğol göçmenler, memlûk olarak hizmet edemeyen ancak özgür doğmuşlar içerisinde seçkin bir yeri olan memlûk oğulları vardı.
Memlûk ordusunda piyadenin yeri süvariye göre çok daha önemsizdi. Var olan piyade daha çok yerel nüfustan toplanıyordu.
Mısır'ın denizlerde güçlü olmaması Memlûklerin genişlemesini engelledi. Mısır, uzun mesafeli ticaret için iyi bir merkezdi ama sürekli kereste eksikliği olması deniz ticaret gemiciliğinin gelişmesini önlemiştir. Kereste Anadolu'dan, Hindistan'dan, Doğu Afrika'dan getirtiliyordu. Hatta Hindistan'dan bitmiş gemi bile alınıyordu. Birkaç istisna dışında Mısır gemileri Akdeniz savaşlarına karışmadı; daha çok Hint Okyanusu'nda faaliyet gösteriyorlardı, ancak Portekizliler'in ayarında olmadıkları 1500'lerde kanıtlandı. 1509'da Gucerât Sultanlığı ile ittifak kurarak Portekizlilere karşı savaştılar. Memlûk-Gucerat donanması Diue Muharebesi'nde yenildi ve yok edildi.
Resmî yazışmalar Arapça olsa da askerî dil çoğunlukla Türkçenin bir kolu olan Memlûk Kıpçakçasıydı. Kansu Gavri Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler yazdı; Firdevsî'nin Şehnâmesini de Türkçeye çevirtti.
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.