Loading AI tools
Türkiye'de İslam'a genel bakış Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Türkiye'de nüfusun %95'e yakını İslam dinine mensuptur. Ülkedeki Müslümanların çoğunluğu Sünniliğin Hanefi mezhebine bağlıdır. Günümüzde modern Türkiye'yi oluşturan bölgede İslam'ın yerleşik varlığı, Selçukluların Doğu Anadolu'ya doğru genişlemeye başladığı 11. yüzyılın son yarısına kadar uzanmaktadır.[1]
Birçok anketin sonuçlarına göre Türkiye'deki Müslüman nüfusun oranı %94'tür.[2][3][4][5][6] Çoğunluğu oluşturan Sünniliğin mensuplarının dışında kalan Alevilik, Caferilik (%1'ini oluşturuyor[7][8]) ve Nusayrilik gibi mezheplerin mensupları nüfusun %9'unu oluşturuyor.[9]
90–100% | |
70–90% | |
50–70% | Bosna-Hersek |
30–40% | Kuzey Makedonya |
10–20% | |
5–10% | |
4–5% | |
2–4% | |
1–2% |
7. ve 8. yüzyıllarda Müslüman fetihleri sırasında, Arap orduları İslam İmparatorluğu'nu kurmuştur. İslam'ın Altın Çağı, 8. yüzyılın ortasında Abbasi Halifeliği'nin yükselişi ve başkentin Şam'dan Bağdat'a taşınmasıyla başlamıştır.[11]
Sonraki dönemde, İslam İmparatorluğu başlangıçta genişlemeye devam etti ve Girit'i (840) ele geçirdi. Abbasi halifeliği daha sonra dikkatini doğuya çevirdi. Abbasi hükûmetinin parçalanmasının ve Şii rakipleri olan Fatimi ve Büveyhilerin yükselişinin ardından, yeniden canlanan Bizans İmparatorluğu 961 yılında Girit ve Kilikya'yı, 965 yılında Kıbrıs'ı geri aldı ve 975 yılına kadar Levant'a ilerledi. Bizanslılar, Fatimilerle bölgedeki etki için başarılı bir şekilde rekabet ettiler, ancak Selçuklu Türklerinin gelişiyle yerini değiştirdi, önce Abbasi halifeliğiyle ittifak kurup daha sonra fiili hükümdarlar olarak hüküm sürdüler.
1068 yılında Alp Arslan ve müttefik Türkmen kabileleri birçok Abbasi toprağını geri aldı ve hatta Bizans bölgelerine saldırdı, 1071 yılındaki Manzikert Meydan Muharebesi'nde büyük bir zafer kazandıktan sonra doğu ve orta Anadolu'ya daha da ilerledi. Selçuklu hanedanlığının parçalanması sonucunda, ardından gelen daha küçük Türkmen krallıkları olan Danishmendler, Anadolu Selçuklu Sultanlığı ve çeşitli Atabeyler ortaya çıktı ve Haçlı Seferleri sırasında bölgenin kontrolü için mücadele ettiler ve zamanla Anadolu'yu genişlettiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselişine kadar.
On ikinci yüzyılda, Sufi tarikatlarına mensup birçok yeni Türk göç dalgası başladı, bazıları sonradan heterodoks inançları da içeren tarikatlara dönüştü. 1300'lü yıllardan sonra Anadolu'daki Türklere hitap eden bir Sufi tarikatı Safevi yanlısı oldu; bu tarikat başlangıçta Sünni ve siyasi olmayan bir tarikattı, ancak sonradan Şii ve siyasi olarak kuzeybatı İran'da temellendi. On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Safevi yanlısı ve Bektaşi gibi benzer tarikatlar, doğu Anadolu'nun siyasi kontrolü için Osmanlı İmparatorluğu ile rekabete girdi. Bektaşi tarikatı, sonradan Sünni Müslümanların bir mezhebi olarak kabul edildi, ancak heterodoks inançlarını terk etmediler. Bunun aksine, Safevîler İran'ı fethetti, heterodoks dini inançlarını terk etti ve On İki İmamcı Şii İslam'ın savunucuları oldu. 1453 yılında Bizans'ın başkenti İstanbul'un fethi, Osmanlıların Anadolu ve Trakya'daki imparatorluklarını güçlendirmelerini sağladı. Osmanlılar daha sonra Sultan Selim döneminde hilafet unvanını ön plana çıkardılar. Resmi bir kurumsal yapı olmamasına rağmen, Sünni dini görevlileri önemli bir siyasi rol oynadı. Adalet dini mahkemeler tarafından sağlanıyordu; teoride şeriatın kodlanmış sistemi, en azından imparatorluğun Müslüman tebaası için hayatın her yönünü düzenliyordu. Yargının başı doğrudan sultanın altında yer alıyor ve sadece büyük vezirin ardından güçte ikinci sıradaydı. Osmanlı döneminin başında İstanbul'un büyük müftüsü olan makam, sonradan Şeyhülislam'ın (şeyh veya "İslam'ın lideri") makamına evrildi ve imparatorluğun tüm mahkemeleri üzerinde nihai yargı yetkisine sahipti ve dolayısıyla şeriatın yorumlanması ve uygulanmasına yetki sahibiydi. Şeyhülislam tarafından açıklanan yasal görüşler kesin yorumlar olarak kabul ediliyordu.
II. Mahmut, ulemaya yalnız din işleriyle uğraşmalarını, hükûmet işlerinin yalnız padişahın mutlak yetkisine ait bir alanda olduğunu eylemleriyle belirtmiştir. Örneğin, düşünülen vergiler, medrese softalarının askere alınması, din kurumunun izni alınmadan haciz ve müsaderelere girişilmesi, vakıf işlerini ele alması, Frenk âdetlerine karşı aşırı ilgi göstermesi gibi konularda Şeyh'ül İslam'ın verdiği bir muhtırayı yırtarak bu gibi işlerin yalnız hükümdar yetkilerine ait olduğunu belirtmiştir.[12]
Bu dönemde maarif, fen ve nafia (Yararlı İşler / Bayındırlık) gibi yeni kavramların yenileşme hareketinin ilk önemli göstergelerinden olarak kullanım alanına dahil olmaya başladıkları görüldü. Fen ve bunun çoğulu olan fünun kelimeleri ortaya çıkarıldı ve kullanıldı.
İlk bu dönemde kullanılmaya başlanan eğitim, bilgi, bilim alanları ile ilgili bulunan bu sözcükler ilgili bulundukları alanlardaki gelişme ihtiyacının bir göstergesi oldukları gibi Tanzimat Dönemi yazınına da miras olarak kalmış oldu.
Bu dönemde ilim kelimesi bugünkü anlamı ile fen bilimlerini değil Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas sıralamasını oluşturan fıkıh vasıtası ile ortaya çıkarılan bir din bilgisi ve dinsel hukuk alanını ifade etmekte idi. Bu şekilde tesis olunan dinsel bir hukuk olan şeriatin kendisini devlet yönetimi üzerinde söz sahibi olmaktan öte bir idare hukuku biçiminde tanıtmakta olması da bu noktada oldukça önemli bir değerlendirmedir.
Bahsedilen yeni sözcükler ise böyle bir yapıyla iç içe olan ortamda müstakil bir bilimsel bilgi alanının doğuş habercileri olması nedeni ile önem taşımaktadır. Şeyh’ül İslam, din bilginleri olan ulema adına devlet işlerinde fetva makamı olarak bulunsa da Batı ülkelerinin tarihinde olduğu gibi tümüyle bağımsız bir yapı yerine ataması ve azli padişah tarafından yapılan bir devlet makamı olarak sultanın emirleri altında olmuşlardır.
Münevver yani aydın kelimesinin bu sözcüklerin ardından aynı dönemde ortaya çıkışı, bu çabaların düşün alanında sistemleşmeye başlaması olarak değerlendirilebilir.
1824 yılında II. Mahmut tarafından çıkarılan ferman, ilköğretimi zorunlu hale getirmiş olmakla birlikte ilk eğitim alanında II. Mahmut döneminde başka bir gelişme olmamıştır. Ancak o zamana kadar yaygın eğitim; devletin doğrudan ilgilenmediği ve vakıflar eline bırakılmış bir alan olarak bulunmakta idi. Fermanda dikkat çeken bir husus, bu zorunlu eğitimin amacının çocukların, dünya hayatına değil ahret hayatına hazırlanmaları amacını belirtiyor olmasıdır. Bu nedenle Tanzimat Dönemi boyunca dahi ilköğretim tümüyle medrese çıkışlı din adamlarının elinde bulundu.
1827 yılında ilk Tıp Okulu ve Tıbbiyenin ilk biçimi olan Tıphane, 1835’te Yeniçeri Ocağı'nın yerine Harbiye okulları açıldı.
1838 yılındaki ferman ile ilk defa 1839'da açılan Rüşdiye (Orta) Mektepleri ile rüşt yaşında bulunan çocukların devlet memuriyetine hazırlanmaları sağlandı.
II. Mahmut döneminde, devlet ve din işleri ayrılmaya çalışılırken yeni ve bilimsel bilgi ağırlıklı eğitim veren okullar açılmış olmakla birlikte eğitimde ilköğrenim vakıflara bağlı medreseler elinde bırakıldığından köklü bir değişim olmamıştır.
Tanzimat öncesinde, II.Mahmut'un yıllarına kadar Osmanlı eğitim sistemi; Topkapı Sarayında bulunan Enderun Okulu, ordu içinde bulunan Yeniçeri Ocağı (1826'ya kadar) ve yaygın olarak ise İlmiye Sınıfının elinde bulunan medreselerden oluşmakta idi.
Rönesans ile birlikte Avrupa'da başlayan yeni dönemde; inceleme, araştırma ve deneysel yöntemlere dayanan öğrenim biçimleri geliştirildi. Kilisenin dinsel öğretisi ile birleşmiş skolastik yöntemlere karşı duruldu, akılcılık öne çıkarıldı. Bunu, bilim alanında yeni buluşlar ve idare alanında yeni yöntemler takip etti.
II. Mahmutʼun 1 Temmuz 1839’da vefatından bir gün sonra tahta çıkan oğlu I. Abdülmecit'in 4 ay sonra 3 Kasım 1839’da Gülhane Parkında ilan ettirdiği Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile Tanzimat Dönemi başladı.
Tanzimat sözcüğü, düzen (nizam) verme anlamına gelen tanzimin çoğulu olup düzenlemeler anlamına gelmektedir. Bu ferman ülkenin zayıflama ve geri kalmasını açık bir biçimde şeri yasalardan uzaklaşılmış olmasına bağlamaktadır.[13]
Bununla birlikte veya buna rağmen, ferman ile ilan olunan yenileşme hareketlerinde ilk işlemin ceza hukuku alanında başlamış olması konunun anayasallaşma sürecinin bir parçası olması kadar din ve devlet ilişkilerinde yeni bir sürecin yasal yapıda başlangıcı olması bakımından da dikkat çekicidir.
Tanzimat Fermanı'nın ilan olunmasından bir yıl sonra 1840'ta dönemin ilk yenileşme hareketlerinden olarak fermanda belirtilen suç ve cezalarda yasallık vurgusunun[13] sonucu olarak ceza alanında yasalaşmanın temini için bazı maddeleri Fransız Ceza Hukukundan alınan Ceza Kanunu kabul edildi. 1850 yılında ilk Ticaret Kanunu çıkarıldı. Bu kanun, mevzuat açısından ticari yaşamı bir düzene kavuşturdu ve daha önce ticari teamül kurallarının uygulanmasının yarattığı keyfiliğe son verdi.[14] Geleneksel yargı organı olarak korunan Şer'iye Mahkemelerinin yanında ticaret ve ceza davalarını görmek üzere laik yapısı ile Nizamiye Mahkemeleri tesis edildi. Bundan önce, 1801'de gümrüklerde kurulmuş olan Ticaret Meclisleri Gümrük Emini'nin başkanlığında ticaret davalarına bakmaya başlamıştı. İşlerin düzenlenmesi için gerekli olan mevzuat Ahmet Cevdet Paşa tarafından Mecelle adı altında derlendi. Önceden beri ecnebi taraflar arasında ortaya çıkan uyuşmazlıklara bakmakta olan Konsolosluk Mahkemeleri ile farklı inanışlardan olan yurttaşların aile ve miras işlerindeki uyuşmazlıklarını götürebildikleri, kendi ruhani önderleri tarafından görülen Cemaat Mahkemeleri de varlıklarını sürdürdü. Ayrıca vakıflarla ilgili davalara bakmak üzere Evkaf Mahkemesi kuruldu. Tanzimat döneminde önceden var olan çok hukuklu sisteme bir de iç işler olarak tanımlanabilecek yapıdaki ikileşme; Şer'iye ve Nizamiye Mahkemeleri olarak eklenmiş oldu.
İlk örnekleri 1839 yılında açılan Rüşdiye (Orta) Mekteplerine ek olarak 1840'ta Adli Maarif Okulu açıldı. Bu okul iki bölüme ayrılarak birincisi Maarif-i Adliye, ikincisi edebi bilimler ile ilgili eğitim vermek üzere Maarif-i Edebiyye Mektebi adını aldı. Bu okullar ve diğer rüştiye mektepleri bu dönemde adından çokça bahsedilen fen, sanayi, nafia, maarif alanlarında uzmanlaşmaya yönelik değil, ortaeğitim üzerinden memur yetiştirme amacına hizmet ettiler. Rüşdiye Mekteplerinden mezun olmak memur olmak için getirilen koşullardan oldu. Bu dönemde açılan okullardan en çok mülkiye ve hariciye memurları yetiştirildi.
Eğitimin çağdaşlaştırılması çabalarının ürünü olarak ortaya çıkan öğretmen yetiştirme ihtiyacına cevap vermek üzere 1848’de Darül Muallemin Mektebi ve kız öğretmen yetiştirmek üzere 1870’te Darül Muallemat adı ile öğretmen okulları kuruldu. Bu zamana kadar kızların mahalle mektebinde sadece dinsel nitelikli eğitim almaları biçiminde sürdürülen geleneksel uygulamaya son verilmiş oldu. Tıbbiye adını alan Tıp Okulu ilk mezunlarını 1843 yılında verdi.
1869'da çıkarılan Maarif-i Umumiye Nizamnamesinin 79 ve 129. Maddelerine göre İstanbul'da çağdaş anlamda teşkil edilecek ilk üniversitenin kurulması ve bu üniversitenin Edebiyat, Hukuk ve Fen Fakültelerini barındırması kararlaştırıldı. 20 Şubat 1870'te Darülfünun adı ile açılışı yapılan üniversitenin açılışında konuşan Safvet Efendi, ülkenin geri kalmış olmasını ilk iki yüzyılı içinde bilim ve fen alanlarına gösterilen ilgi, saygı ve teşvikin sonraları devam etmemiş olmasına bağlayarak Darülfünun'un işte bu eksikliği kapatacak nitelikte olacağını belirtti. Başvurular arasından tespit edilen 450 öğrencinin çoğunluğunu medrese çıkışlı talebeler oluşturdu.
Ancak açılışta konuşan, kendisini Afgani lafzı ile tanıtan bir İranlı olan Cemaleddin Afgani'nin heretik olarak yorumlanan konuşması medrese talebeleri ve ilmiyenin tepkilerine neden olduğundan Cemaleddin ülke dışına sürgün edildi, ardından okul kapatıldı. Medreselilerin Cemaleddin üzerinden gösterdiği tepkilerin gerçek hedefinin fen okulları olduğu yorumları yapıldı. Cemaleddin'in ülke dışına gönderilmesine rağmen okul kapatıldı. İstanbul'dan gittiği Mısır'da ünlü Mısırlı talebesi Muhammed Abduh'u yetiştirdi.
Tanzimat Döneminde, sibyan (ilk) mektepleri ve medreseler devam etmekle birlikte yeni kurulan Rüşdiye (Orta), İdadi (Lise), Sultaniler (Lise ve Yüksekokul) ve Darül Fünun (Üniversite) gibi eğitim kurumları Maarif Nezaretine bağlandığından bu dönemin eğitim alanında da hukuk alanında olduğu gibi ikili bir yapı doğdu. Din işleri ve kısmen Şer'iye Mahkemelerince görülmeye devam eden adliye işleri gibi, sibyan mektepleri ve medreseler eliyle görülen eğitim işleri önceden olduğu gibi Meşihat'a yani Şeyhülislama bağlı bulunmaya devam etti. Şeyhülislama bağlı okullar dini ağırlıklı eğitim vermeye devam ederken Maarif Nezaretine bağlanan yeni okullarda dinî eğitim de bulunmakla birlikte yeni düzene göre Batılı tarzda eğitim verildi.
V. Murat’ın akıl rahatsızlığının baş göstermesi üzerine, Şehzade olan II. Abdülhamit kendisi ile görüşmeye gelen Mithat Paşa’ya tahta çıkma karşılığı bir temel yasanın oluşturulması yani Kanuni Esasi'yi ilan etme sözü verdi. Hatta şartsız bir sultanlığı kabul etmeyeceğini de görüşmesinde sözlerine ekledi.
Tahta çıktığında Kanun-u Esasi'nin hazırlanması işini Mithat Paşa’nın başında bulunduğu bir komisyona havale etti. Mithat Paşa, yaklaşan Tersane Konferansı'nda katılımcı ülkelerin Osmanlı'ya karşı uygulayacakları baskıyı durdurmak için Konferanstan önce Kanun-u Esasi'yi hazırlama işini tamamlamaya çalıştı.
23 Aralık 1876’da ilan olunan Kanun-u Esasi'ye rağmen Tersane Konferansı'nda çıkan kararların Osmanlı tarafından kabul edilmemesi üzerine 24 Nisan 1877’de 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı başladı. Ruslar Yeşilköy’e kadar geldiklerinde imzalanan barış andlaşmasından sonra II. Abdülhamit, Kanun-u Esasi'yi yine aynı kanunun 7. Maddesine göre 31 Ocak'ta Ruslarla imzalanan Edirne Mütarekesi'nden sonra 13 Şubat 1878'de tatil ettiğini açıkladı. Osmanlı-Rus Savaşı ile geçen iki yıllık süre I. Meşrutiyet dönemi olarak anıldı.
23 Aralık 1876’da Beyazıt Meydanı'nda Çorluluzade Celaleddin Paşa tarafından okunarak ilân olunan Kanun-u Esasi, Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk temel yasası olması ve buna dayanarak meclisli bir dönemin başlamış olması nedenleri ile ilk anayasal dönem olarak kabul edilmektedir.
Kanun-u Esasi, anayasallaşma sürecinde taşıdığı önemle birlikte din devlet ilişkilerinde ileriye dönük belirgin bir gelişme sağlamadı. Daha çok din ve devlet işlerini iç içe geçiren bir yapı getirdi. Kanun-u Esasi toplam 121 maddeden müteşekkil olarak oluşturuldu. II. Abdülhamit komisyonun çalışmaları bitirmeye yaklaştığı anlarda, sultana sakıncalı gördüğü kişileri herhangi bir yargılama olmaksızın sürgün etme hakkı veren bir maddenin ilave olunmasını istedi. Bu madde ilave olunmadan taslağı onaylamayacağını da belirtti. Böylece 113. Madde ilave olundu. 4. Madde padişahı dinin hamisi olarak tanıtıyordu. 35. Madde ise padişaha seçimle gelecek Meclis-i Mebûsan ile Vükela arasında ihtilaf olması halinde Vükela heyetini değiştirme ve/veya Meclis-i Mebûsan'ı fesh etme yetkisini veriyordu. 5 Şubat 1877’de II. Abdülhamit daha önce Sadrazamlığa getirdiği Mithat Paşa’yı azlettiğini bildirerek sürgüne gönderdi.
II. Abdülhamid, Kanun-u Esasi'de yer alan 7. maddeye dayanarak 1878'de Kanun-u Esasi'yi tatil ettiğini bildirince I. Meşrutiyet olarak anılan dönem sona erdi.
II. Meşrutiyet döneminde padişaha bağlılık anlayışından padişahın anayasaya bağlılığı esasına geçildi. II. Meşrutiyet'i hazırlayan Türkçülük, muasırlaşma ve Batılılaşma gibi akımların, II. Abdülhamid’in gelenekçiliği temsil eden ve bunu kuvvetlendiren Arapçacılık ve İslamcılığına tepki ile geliştiğini belirtmek yerinde bir tespit olur. 1916’da Şeyhülislam kabineden çıkarıldı. Tek eşlilik halen gündem konusu olamasa da erkeklerin ikinci bir kadınla evlenebilmeleri için ilk eşin rızasının şart koşulduğu yeni aile hukuku nizamnamesi 1917’de çıkarıldı. Kız liseleri açıldığı gibi kızların üniversiteye gidebilmeleri sağlandı. Kadın devlet memuriyetine girmeye başladı.
13 Nisan 1909'da çıkan 31 Mart Vakası isyanında gelişmelerden ve yönetimden memnun olmayanlar Meclis-i Mebûsan'ı bastılar. Din elden gidiyor propagandasının etkisinde kalanlar Adliye Nazırı ile bazı milletvekillerini katlettiler ve şeriat yönetimine dönülerek meşrutiyete ve uygulamalarına son verilmesini istediler. Bu olay üzerine Selanik'te oluşturulan Hüseyin Hüsnü Paşa'nın komutanı ve Mustafa Kemal'in de Kurmay Subayı olduğu Hareket Ordusu, İstanbul yakınlarında komuta değişikliğine giderek Mahmut Şevket Paşa'nın komutasında ve Enver Bey'in Kurmaylığında şehre girdi ve asileri tedip etti. 22 Ağustos'ta Kanun-u Esasi'nin 21. Maddesinde değişiklikler yapılarak parlamenter yönetime geçildi. Padişahın yetkilerinde kısıtlamalar yapılarak Padişahın da anayasaya yani Kanun-u Esasi'ye bağlılığı getirildi. Padişaha yargı kararına gerek duymadan sürgün yetkisi tanıyan 113. Madde kaldırıldı. Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrıldığı Kuvvetler Ayrılığı ilkesi benimsendi. Ancak bu ilkenin tam olarak yerleşebilmesi 1961 Anayasası ile sağlandı.
II. Abdülhamid rejiminin sansürleri sona erdiğinden II. Meşrutiyet döneminde eğitim alanında birçok görüş ortaya koyan yazılar yazıldı. Nitekim anayasal gelişmeler, teokratik saltanattan meşruti sisteme, oradan da laik cumhuriyete doğru bir çizgi izlemiştir.[15]
Din Devleti görüşüne karşılık Ulus Devleti görüşünün zaferi, çağdaşlaşma yolunda birbiri arkasından gelecek bir dizi reformun kapısını açmış oluyordu. Bunların başlıcaları hukuk, eğitim, yazı, dil ve genel olarak yaşam ve kültür alanındaki değişmeler olmuştur. Bunlar yeni perspektif içinde Cumhuriyet devrimleri olarak tanımlanırlar; çünkü onlara hâlâ karşı olanlar bulunduğu halde koşullar bu değişikliklere girişilmesini âdeta kendiliklerinden zorlar ve bir önderin kılavuzluğunun rotasını çizerler.[16]
Saltanat, dünyasal bir egemenlikten başka bir şey değildi. Egemenlik ulusa geçtiği için saltanat diye bir şey artık yoktu. Mustafa Kemal:
“ | Efendiler, egemenlik hiçbir ulusa hiçbir zaman ulemâ tartışmaları ile verilmemiştir. Egemenlik hep güç kullanılarak zorla alınır. Türk ulusu elinden alınan egemenliği şimdi kendi eline almış bulunuyor. Bu bir gerçek. Önümüzdeki sorun bunun ulusun elinde bırakılıp bırakılmayacağı sorunu değil, sadece bu gerçeği ilan etme sorunudur. Anlamazlarsa doğal olan nasılsa olacaktır; şu farkla ki belki birkaç kafa kesilecektir.[17] | „ |
25 Şubat 1924'te Mecliste din ve devlet ayrımı teklifi tartışılmaya başlandı. Önergede hilafetin kaldırılması, Şer'iye ve Evkaf Vekâleti'nin, medreselerin kaldırılması maddeleri de vardı. 25 Şubat'tan 3 Mart'a kadar süren tartışmalardan ve Adliye Bakanı Seyyid Bey'in hilafet hakkında bilgi veren söylevinden sonra bu teklifler Meclis'te kabul edildi.
Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması yolunda hukuk alanında yapılan devrimler ve yenilikler, Cumhuriyet döneminin ve yeni Türkiye'nin en önemli çağdaşlaşma hamleleri olarak ceza hukuku ve medeni hukuk düzenlemeleri ile gerçekleştirildi. Kadın veya erkek veya kişisel kanaatlerine bağlı olmaksızın tüm vatandaşların eşit yasal haklara sahip olmaları ve hukuk birliğinin tesis edilmesi bu alanlardaki düzenlemeler ile gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen Hukuk Devrimi ile Sened-i İttifak'tan bu yana devam eden Anayasallaşma Süreci tamamlandı, hem hukuk hem de eğitim alanlarında Tanzimat ile birlikte oluşturulan ikili yapılara son verildi ve Çağdaşlaşma Süreci temellerine oturtuldu.
Atatürk Devrimleri'nin temel taşı olan Laiklik Devrimi, 3 Mart 1924'te hilafetin ilgası ve Şer'iye ve Evkaf Vekâleti'nin kapatılması ile başlatıldı. Müteakiben, 8 Nisan 1924'te 469 sayılı yasa ile Şer'iye Mahkemeleri kapatıldılar. Bunu 4 Ekim 1926'da Türk Medeni Kanunu'nun kabul edilerek ek 864 sayılı Tatbikat Kanunu ile Mecelle'nin lağvedilmesi takip etti ve böylece Laiklik Devrimi hukuki ve kurumsal bütünlüğe kavuşturuldu.
1924 Anayasasında 5 Aralık 1934 tarihinde yapılan değişiklik ile otuz yaşını tamamlayan kadın veya erkek her vatandaşın milletvekili olabileceği belirtilmiştir.
Türkiye, ulusal bir devlet olarak kurulmuştur. Yani toplum, kendi kaderi hakkında karar verebilme erkine sahiptir ki; buna “Türk Ulusu” denir. Ulus (devletin) ne bir tebaası ne bir ırk, ne de bir ümmettir. Ulus, haklarını akla göre düzenleyen toplumdur. Bu bakımdan egemenliğin kayıtsız şartsız ulusun olması demek, devletin “lâik” olması demektir. Bazı çevreler, Türk Hukuku’nda lâikliğin bir tanımının olmadığını iddia etmektedirler. Oysa Anayasanın 24. maddesi, lâikliği, rasyonalist felsefenin çözümlemesine göre tanımlamıştır:[18]
“ | Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. | „ |
—Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Madde 24[19] |
Tevhidi Tedrisat yasası ile eğitimin tümüyle devlet ve yasa denetimi içinde bulunması sağlanmıştır.
Cumhuriyet dönemi devrimlerinin hukuk alanı yanında önemli bir yer tuttukları öteki alan eğitim alanıdır. Bu alanın devrimci ilkeye göre çağdaşlaştırılması işi hukuk alanında olduğundan daha çok sayıda sorunlarla doludur. Hukuk alanında olduğu gibi bu alanda da temel ilke, eğitimi birleştirme ve bütünleştirme ilkesidir. Bunun bir yanı müslüman halkın eğitim kurallarındaki ikiliğin kaldırılması, öteki yanı özellikle müslüman olan ya da olmayan ilkeğitimin devlet yetkisi alanı içine alınması, ulusal eğitim kavramının getirilmesidir. Bu yönün açılışında da Atatürk'ün önderliği başta gelir. Haziran 1921 gibi erken bir tarihte bir eğitim kongresindeki konuşmasında söylediği şu sözler bunu iyi yansıtır:
“ | Bu savaş yılları içinde bile dikkatle hazırlanması gereken Ulusal Eğitim programları geliştirmeliyiz. Bütün eğitim sistemimizin verimli olarak çalışacağı temelleri hazırlamalıyız. Benim inancıma göre ulusumuzun geri kalışında geleneksel eğitim yöntemleri en büyük etken olmuştur. Ulusal eğitimden söz ettiğim zaman bütün geleneksel inançlardan, Doğu'dan ya da Batı'dan gelen bütün yabancı etkilerden arınmış, ulusal niteliğimize uyan eğitimi anlıyorum.[20] | „ |
Diyanet İşleri Başkanlığı Kanunu ve kurumu, Cumhuriyet döneminde dinin devlet, hukuk ve eğitim alanları ile ilişkisini net bir şekilde belirleyici olarak ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir. Çünkü bu kanunun birinci maddesi Müslümanlık kurallarını muamelat yani işlemler ve inançlar ile ibadetler olarak iki biçimde değerlendirmiştir. Bahsedilen ilk alanın Büyük Millet Meclisi'nin yasama yetkisi altında olduğunun belirtilmesi ile dinsel inanış ve esasların devlet ve idare alanı içinde belirleyici olmasının önüne geçilerek şeri hukuk sistemine son verilmiştir. Ancak ibadetler ve inanç esasları gibi diğer konular Diyanet İşleri Başkanlığı'nın konusu olmuştur.
Hukuk çerçevesi içinde, Din üzerinde üç alanda kısıtlama bulunduğu görülür. Birincisi, 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu'na göre mezhep ya da tarikatlere dayalı cemiyet kurulamamasıdır. Bu madde, Medeni Kanun'daki, Dinsel Tesisler Kurulabileceği ilkesinin, daha geniş bir çerçeve içinde bakılmadığı takdirde yanlış yorumlanmasını önleyecek niteliktedir. Bu madde ayrımcı olmayan, herkesin katılabileceği, örneğin cami yapımı ve onarımı için, hayrat işleri, meslek yardımlaşması, din yapıtları meydana getirme gibi amaçlarla cemiyet kurulmasını yasaklamaz. İkici kısıtlama belirli bir din grubundan destek sağlama amacı olan siyasal parti kurulamamasıdır. Örneğin bir Katolik Partisi, bir Müslüman Partisi, bir İslam birliği ya da İslam Devleti partisi, Alevi ya da Yahudi partisi gibi bir parti Türkiye'de kurulamaz. Üçüncü kısıtlama 1949'da Ceza Kanunu'nda yapılan değişiklerle de pekiştirilen ve Anayasanın Laiklik İlkesine Aykırı olan, devletin sosyal, ekonomik, politik, hukuksal nizamlarını kısmen de olsa din esaslarına göre değiştirmeyi güden eylemlerin suç sayılmasıdır.[21]
“ | Atatürk devrimlerinin iki temel taşı, Lâyisizm ve Eğitim Birliğidir. Millet bütün dünya işlerinde ne şeriat ne de herhangi bir ideolojinin baskısında olmayarak, yalnız günün şartları içinde kendisi için en yararlıyı düşünerek karar verir: Öz Atatürkçülük budur.[22] | „ |
Türkiye'nin laik bir devlet olarak doğuşunun ilk aşaması olarak kabul edilebilecek halifelik makamının ve Şer'iye (Din İşleri) ve Evkaf (Vakıflar) Vekâleti'nin 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye isimli anayasası ile kaldırılmasından sonra, diğer pek çok reformun temeli olma niteliği kazandı. Devlet ve din işlerinin tam ayrımı, 5 Şubat 1937 tarihinde Türk Anayasasına dahil edilerek laiklik devrimi anayasal gelişimini kazandı.
Anayasa din özgürlüğünü sağlamaktadır ve Hükûmet genellikle bu hakkı uygulamada saygı gösterir; ancak, Hükûmet, laik devletin korunması ve devletin tüm inançlardan uzak durması amacıyla genellikle kamu kurumları ve devlet işletmeleri, üniversiteler de dahil olmak üzere, tüm dini ifadelere bazı kısıtlamalar getirir. Anayasa ülkeyi laik bir devlet olarak belirler ve inanç özgürlüğü, ibadet özgürlüğü ve dini fikirlerin özel yayılması için hükümler içerir. Ancak, laik devletin bütünlüğü ve varlığına ilişkin diğer anayasa hükümleri bu hakları sınırlar. Dinin korunması anlamında olan laiklik, devleti korumak için önemli bir rol oynar.
Çoğu laik ülkede dini okullar ve eğitim sistemi olmasına rağmen, Türkiye'de bir kişi ancak devletin belirlediği bir yaşta din dersleri alabilir; Türkiye'nin Müslüman dünyasında oldukça laik bir ülke olması nedeniyle bu durum bir gereklilik olarak kabul edilir, yani laikliğin kurulması için gereken koşulların Hristiyan dünyasında olanlardan farklı olduğu iddia edilir. Özel dini okulların ve üniversitelerin (hangi dine ait olursa olsun) kurulması yasaklanmıştır. Sadece devlet kontrolündeki İmam-Hatip liseleri izin verilmiştir ve bunlardan sadece İslam topluluğu Türkiye'de yararlanır. Bu tür liseler, dini konuları modern pozitif bilimlerle birlikte öğretir. Ancak, bu okulların mezunları tıp, hukuk, mühendislik gibi başka bir alanda yüksek öğrenim görmek için üniversiteye gidemez; çünkü bu okulların mezunları din adamları olmaya yönlendirilmiştir, doktor veya avukat olmaları değil. Okullarda artan fundamentalizm ile birlikte, Türkiye'de 2012'den bu yana bir İmam-Hatip'e dönüşümle ilgili olarak 370'den fazla Türk okulu, Türkiye Lise Öğrencileri Birliği'nin (TLB) siyasi bir bildirisine imza atmıştır ve okullarda anti-laiklik olarak algıladıkları şeye karşı itirazlarda artış olmuştur. Birçok ebeveyn, okulların İmam-Hatip'e dönüşmesi için artan baskıdan şikayetçi olmuştur.
Hükûmet, ülkenin 75.000 kayıtlı camisini düzenlemek ve yerel ve il imamlarını, devlet memuru olan sivil hizmetlileri istihdam etmek suretiyle Müslüman dini tesisleri ve eğitimini Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla denetlemektedir. Bazı gruplar, özellikle Aleviler, Diyanet'in diğer inançları dışlayarak ana akım İslami inançları yansıttığını iddia eder. Hükûmet, Diyanet'in hizmet talep eden herkese eşit davrandığını iddia eder. Ancak, Aleviler ibadet törenlerinde cami ve imamlardan yararlanmazlar. Alevi törenleri Cemevlerinde gerçekleştirilir ve bu törenler Dedeler tarafından yönetilir, ancak bu Dedeler Diyanet'in bütçesinden yararlanmaz.
Atatürk döneminde laiklik yönünde yapılan reformlar tamamlanmıştır.
Ancak, Türkiye Fransa gibi bir laik devlet değildir:
Ancak, herkes dini inançlarından özgürdür.
Diyanet adı verilen kurum, 77,500 camiyi yönetir. Bu devlet kurumu, Atatürk tarafından kurulmuştur (1924) ve sadece Sünni Müslüman ibadetini finanse eder. Diğer dinler kendi mali sürdürülebilirliğini sağlamak zorundadır ve faaliyetleri sırasında idari engellerle karşılaşabilirler.[23][24]
Diyanet, 1924 yılında kurulan resmi bir devlet kurumudur ve Kur'an eğitimi sağlamak için çalışır, ayrıca yaklaşık 75,000 farklı camiye haftalık hutbeler hazırlar. Ayrıca, Diyanet Türkiye'deki tüm imamları istihdam eder.[25]
Vergi toplanırken, tüm Türk vatandaşları eşittir. Vergi oranı din temelinde değildir. Ancak Diyanet aracılığıyla Türk vatandaşları gelirin kullanımında eşit değildir. 2012 yılında bütçesi 2.5 milyar ABD dolarını aşan Diyanet, yalnızca Sünni Müslüman ibadetini finanse eder.[26]
Bu durum, İslam'ın haram kavramı aracılığıyla teolojik bir problem sunar; çünkü Kuran, En'am Suresi, ayet 152'de "tartı ve ölçüde adaletle tam ölçü ve tam tartı yapmanızı" emreder.
Alevi-Bektaşi, Bayrami-Celveti, Halveti (Gülşeni, Cerrahi, Nasuhi, Rahmanı, Sunbuli, Üssaki), Hurufi-Rüfai, Malamati, Mevlevi, Nakşibendi (Halidi, Haqqani), Kadiri-Galibi ve Caferi Müslümanları gibi tasavvuf tarikatları resmi olarak tanınmamaktadır.[27]
Başörtüsü yasağı başta üniversite öğrencilerine yönelik olmak üzere bütün kamu ve bazı özel kurumlarda kadın çalışanlara uygulanan başörtü yasağı ile bu yasağın sosyal ve siyasal etkileri etrafında yaşanan tartışmalar. Siyasal İslam'ın simgesi olduğu iddia edilen başörtüsünü kamusal alanda yasakladığı iddia edilen mahkeme kararları bu sorunun ön ayağını oluşturmaktadır.
12 Eylül 1980 Darbesi sonrasında çıkarılan ve yaklaşık 31 yıl yürürlükte kalmış olan "Kamuda Kılık Kıyafet Yönetmeliği" nedeniyle kadınlar bazı kamu kurumlarında başörtüleriyle çalışamadı.[29][30]
Başörtüsü yasağı, çeşitli ilk ve ortaöğretim okullarında[31] ve çeşitli üniversitelerde herkes için geçerliydi.[32] Mahkemeler, devlet daireleri ve diğer resmî kurumlarda öğrenciler, işçiler ve kamu görevlileri için geçerliydi. Ancak ilk ve ortaöğretim okullarında ve bazı üniversitelerde okula ziyaretçi ya da veli olarak gelenler için sorun yoktu.
Kamu kurumlarında ise çalışanlara uygulanan bu düzenlemeler hizmet alanlar için geçerli değildi. Benzer şekilde mahkemelerde yasak sadece yargıçlar, avukatlar, hukukçular ve diğer işçileri kapsamaktaydı. Askerî kurumlarda ise bu yasak en geniş şekliyle uygulandı.
Kimlik, sürücü belgesi ve pasaport gibi resmî belgeler üzerinde başörtülü ve türbanlı fotoğraf serbestti. Ancak çeşitli üniversitelerin uygulamalarında kayıt belgeleri gibi resmî belgeleri üzerinde başörtülü ve türbanlı fotoğraflar yasaktı.
Türkiye'de bu yasakların özellikle bazı üniversitelerde öğrencilere yönelik uygulanması çok yoğun ve tartışmalı olmuştur. Başörtüsü yasağı, 1990'lı yıllardan itibaren Türkiye'deki feministler arasında da hem bir mücadele hem de çatışma ve tartışma konusu olmuş; kimi feministler ergin kadınların ifade özgürlüğü ve özneleşmesi kapsamında başörtüsü yasağına karşı çıkarken bazı feministler başörtüsü yasağını yerinde bulmuşlardır.[33][34][35][36][37]
Cumhuriyet döneminde başörtüsü hiçbir zaman tamamen yasaklanmadı. 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında, başörtüsü giyen üniversite öğrencisi sayısında önemli ölçüde artma oldu.[38] 1984 yılına kadar seyrek olaylar yaşansa da başörtüsü konusunda genel bir kısıtlama olmadı. 1984 yılında, çeşitli üniversitelerde kılık kıyafeti düzenleyen uygulamalar yürürlüğe girdi ama 1980'ler ve 1990'lar boyunca, düzenlemeler yaygın değildi ve çok sayıda öğrenci mezun oldu.[38] AİHM, konuya ilişkin üç karar vermiştir. Bunlar Karaduman, Bulut ve Şahin kararları olmuş, mahkeme Türkiye'de başörtüsü ve kılık kıyafeti düzenleyen uygulamalar hakkında Türk makamlarının daha doğru bir değerlendirmede bulunacağını hükmetmiştir. AİHM'nin davalara ilişkin karar ve yorumları, dönemin Türk makamlarının karar ve yorumlarıyla paralel olmuş, kılık kıyafeti düzenleyen kararlar AİHM kararlarında inanç özgürlüğüne aykırı bulunmamıştır.[39][40]
Anadolu'daki mevcut resmi İslam mezheplerine bağlı olan halkın kendine özgü geliştirdiği İslam inancında, Ahmed Yesevî (Yesevîlik), Rumi (Mevlevilik), Hacı Bektaş-ı Veli (Bektaşîlik), ve Hacı Bayram-ı Veli (Bayramilik) gibi tarikat önderlerinin öğretilerinin izlerine yoğun olarak rastlanmaktadır.[41]
İslam mezhepleri | Müsadere önlemleri[42] |
Resmî anayasal tanınma veya uluslararası antlaşmalar | İbadet yerlerine yapılan hükûmet yardımı |
---|---|---|---|
Sünni İslâm - Hanefi Maturidilik Sünni İslâm - Şafi'i Eş'arilik |
Hayır | Evet, Diyanet yoluyla (anayasanın 136. maddesi gereği)[43] | Evet, Diyanet yoluyla[44] |
Kızılbaş Alevîler - Alevî inancı[45] | Evet[46] | Hayır.[47] Onbeşinci yüzyıl başlarında,[48] Osmanlı İmparatorluğu'nda Alevilere yapılan haksızlıklar nedeniyle Alevîler kafasına Kızılbaşlık giyen Şah İsmail'i desteklediler. Günümüzde Alevi ibâdet yerleri olan Cemevi resmî ibâdethane olarak tanınmamaktadır. | Hayır[44] |
Alevi Bektâşîler - Bektâşî inancı[45] | Hayır.[47] 1826 yılında Yeniçeri Ocağı'nın lağvedilmesiyle Bektaşi tekkeleri kapatıldı.[46][49] | ||
İmâmiye-i İsnâ‘aşer’îyye - Câferî Onikicilik | Hayır[47] | Hayır[44] | |
Ghulat-i Şia - Nusayrî inancı[45] | Hayır[47] | Hayır[44] | |
Ghair Mukallid ve Kur'ancılık | - | - | - |
Türkiye'nin Müslüman nüfusunun %60'ı Sünni olarak bilinmektedir.[50][kaynak belirtilmeli] Türkiye'deki Türk ve diğer etnik gruplardan olan Sünnilerin çoğunluğu Hanefilik mezhebine mensuptur. Türkler arasında Şafii mezhebine mensup olana pek rastlanmamaktadır. Kürtler'in ise büyük bir bölümü Şafii mezhebinden olup, az bir kısmı Hanefi mezhebini takip etmektedir. 2014 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yaptığı araştırmaya göre Türkiye'de Mâlikîlik'i takip edenlerin oranı binde 3, Hanbelilik'i takip edenlerin oranı ise binde 1'dir.[51]
Müslüman nüfusun içerisinde sayıca Sünnilerden sonra gelen kesimler Aleviler ve Şiilerdir. Alevilik Türk tarihinde önemli bir rol oynamıştır.
Aleviler çoğunlukla Tunceli, Malatya, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş, Erzincan , İstanbul, Ankara ve Türkiye′nin diğer büyük şehirlerinde bulunurlar. Nüfusun %4'ü (yaklaşık 3 milyon) Caferi'dir.[52]
Diyanet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle 429 Sayılı Kanunla Türkiye Başbakanlığı'na bağlı bir teşkilat olarak kurulmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevlidir.
Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 2016 yılı istatistik verilerine göre Türkiye'de 89.445 adet cami bulunmaktadır. Yalnız İstanbul'da 3.530 cami ve 120 türbe bulunmaktadır.[53]
Türkiye'nin en meşhur camilerinden biri Sultan Ahmet Camii'dir.
Türkiye'de düzenli vakitlerle günde 5 kere ezan ile insanlar namaza çağrılmaktadır. Ezan müezzin tarafından okunmaktadır.
Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatı'nın (İİT) kurucu üyelerinden biridir. Bazı İslami kuruluşların merkezleri Türkiye'de bulunmaktadır.
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.