Loading AI tools
Büyük Britanya tarihi Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Birleşik Krallık tarihi, 18. yüzyılın başlarında Birlik Antlaşması ve Birlik Yasaları ile başlar. Birleşik Krallık'ın çekirdeği, 1707'de İngiltere ve İskoçya krallıklarının[1] siyasi birliği yoluyla Büyük Britanya adlı yeni bir üniter devletin kurulmasıyla oluştu. Tarihçi Simon Schama, bu yeni Büyük Britanya devleti hakkında şunları söylemiştir:
Düşmanca bir birleşme olarak başladı, ancak dünyanın en güçlü ve sağlam birliğine dönüştü... Bu Avrupa tarihindeki en hayret verici dönüşümlerden biriydi.[2]
1800 Birlik Yasası'yla İrlanda Krallığı eklenerek Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı oluştu.
Yeni devletin ilk yıllarına, 1746 Culloden Savaşı'nda Stuart hanedanı destekçilerinin yenilgisiyle sonuçlanan Jakobit ayaklanmaları damga vurdu. 1763'te Yedi Yıl Savaşları'ndaki zafer, Birinci Britanya İmparatorluğu'nun büyümesine yol açtı. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda Birleşik Devletler, Fransa ve İspanya tarafından yenilgiye uğrayan Büyük Britanya, 13 Amerikan kolonisini kaybetti ve İkinci Britanya İmparatorluğu Asya ve Afrika merkezli inşa edildi. Sonuç olarak, Britanya kültürü ve onun teknolojik, politik, hukuki ve dilsel etkisi dünyaya yayıldı. 1793'ten 1815'e kadar ülkenin başlıca gündemi, Britanya elitlerinin büyük bir tehdit olarak gördüğü Fransız Devrimi ile ardından gelen Napolyon hükümdarlığıydı. Britanya bu dönemde Napolyon'u devirmek için var gücüyle çalıştı, bu amaçla birçok ittifak kurdu ve 1815'te bunu başardı. 1783'te iktidara gelen Tory Partisi, 1830'a kadar (kısa bir dönem hariç) iktidarda kaldı. Genellikle Evanjelik dini unsurlardan kaynaklanan reform güçleri, siyasi akımları çeşitlendiren ve ekonomiyi serbest ticarete açan onlarca yıllık reform dönemini başlattı. 19. yüzyılın önde gelen siyasi liderleri arasında Palmerston, Disraeli, Gladstone ve Salisbury vardı. Viktorya Dönemi, Britanya'nın dünya ekonomisine hakim olduğu, 1815'ten 1914'e kadar genel olarak barışın hakim olduğu ve kültürel olarak orta sınıf erdemlerinin baskısının hissedildiği refah yıllarıydı. Britanya'nın Fransa, Rusya ve Birleşik Devletler ile ittifak olduğu I. Dünya Savaşı'nda (1914–1918), Almanya ile sürdürülen topyekun savaş Britanya'nın başarısı ile sonuçlandı. Ortaya çıkan Milletler Cemiyeti, iki savaş arası dönem Britanya'sında çokça destek bulmuş bir projeydi. Bu dönemde, İmparatorluk ile Londra finans piyasalarının gücünü korumasına karşın, Britanya sanayisi Almanya'nın ve özellikle Birleşik Devletler'in gerisinde kalmaya başladı. Barış istek ve düşüncesi o kadar güçlüydü ki, 1939'da Nazilerin Polonya'yı işgali II. Dünya Savaşı'nı başlatana kadar, Britanyalılar Hitler Almanya'sının yatıştırılmasını desteklediler. II. Dünya Savaşı'nda Sovyetler Birliği ile ABD, Müttefik Devletler olarak Birleşik Krallık'ın yanında savaştı.
Britanya, 1956 Süveyş Krizi'nde görüldüğü gibi artık askeri veya ekonomik bir süper güç değildi. Britanya artık bir imparatorluğu sürdürecek zenginliğe sahip olmadığından neredeyse tüm sömürgelerine bağımsızlık verdi.[kaynak belirtilmeli] Yeni devletlerin çoğu İngiliz Milletler Topluluğu'na katıldı. Savaş sonrası yıllarda yaşanan büyük zorluklar, Birleşik Devletler ile Kanada'dan gelen büyük ölçekli mali yardımla bir miktar hafifledi. Ülke 1950'lerde yeniden refaha kavuştu. Aynı dönemde 1945'ten 1950'ye kadar süren İşçi Partisi hükûmeti bir refah devleti yarattı, birçok sektörü kamulaştırdı ve Ulusal Sağlık Servisi'ni kurdu. Birleşik Krallık, 1945'ten sonra komünist genişlemeye karşı güçlü bir tavır aldı. Soğuk Savaş'ta önemli rol oynayan ülke, Batı Almanya, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve diğer bazı ülkelerle anti-Sovyet bir askeri ittifak olarak NATO'nun kurulmasına katkı sağladı. NATO halen güçlü bir askeri örgüt olarak varlığını sürdürmektedir. Birleşik Krallık, kuruluşundan bu yana Birleşmiş Milletler'in üyesi olmasının yanı sıra çok sayıda uluslararası kuruluşun önde gelen üyelerinden biri olmuştur. 1990'larda neoliberalizm, kamulaştırılmış endüstrilerin özelleştirilmesine ve piyasaların önemli ölçüde serbestleştirilmesine yol açtı. Londra'nın dünyanın önde gelen finans merkezi statüsü sürekli olarak büyüdü. 1990'lardan bu yana, Kuzey İrlanda, İskoçya ve Galler'deki büyük ölçekli yetki devri hareketleri, karar alma süreçlerini yerelleştirdi. Britanya'nın, Batı Avrupa ile ekonomik ilişkileri çalkantılı bir seyir izledi. 1973'te Avrupa Ekonomik Topluluğu'na katıldı ve böylece İngiliz Milletler Topluluğu ile ekonomik bağlarını zayıflattı. Ancak 2016'daki Brexit referandumu, Britanya'nın 2020'de Avrupa Birliği'nden ayrılmasıyla sonuçlandı.
1922'de, İrlanda'nın 26 kontluğu Britanya'dan ayrılarak Özgür İrlanda Devleti'ni oluşturdu; bir gün sonra Kuzey İrlanda, Özgür Devlet'ten ayrıldı ve Birleşik Krallık'a döndü. 1927'de Birleşik Krallık, resmi unvanını Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı olarak değiştirdi,[3] bu isim Britanya ve (1945'ten sonra) Birleşik Krallık veya BK olarak kısaltıldı.
Büyük Britanya Krallığı, 1 Mayıs 1707'de İngiltere Krallığı (Galler dahil) ile İskoçya Krallığı'nın Birlik Antlaşması uyarınca kurulan siyasi birliğinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Antlaşma, iki krallığı tek bir krallıkta birleştirdi ve iki parlamentoyu Büyük Britanya Parlamentosunda tek çatı altına topladı. Kraliçe Anne, yeni Büyük Britanya'nın ilk hükümdarı oldu. Artık tek bir krallık olmasına rağmen, İskoç ve İngiliz hukuku ile Presbiteryen İskoçya Kilisesi ve Anglikan İngiltere Kilisesi gibi bazı kurumlar birbirinden ayrı olarak varlıklarını sürdürdüler. Ayrıca İngiltere ve İskoçya kendi eğitim sistemlerini korudular.
Bu arada, Fransa'ya karşı İspanya Veraset Savaşı (1701-1714) sürüyordu. Londra'da daha barış yanlısı bir hükûmet iktidara gelene ve Utrecht ve Rastatt anlaşmaları savaşı sona erdirene dek savaş devam etti. Britanyalı tarihçi GM Trevelyan şöyle diyor:
18. yüzyıl uygarlığının istikrarlı ve kendine özgü dönemini buyur eden Utrecht Antlaşması, Avrupa'yı eski Fransız monarşisinin tehdidinden kurtarmışsa da dünya çapında en az bunun kadar önemli bir değişikliği göstermiş oldu: Denizlerde, ticarette ve ekonomide Büyük Britanya'nın üstünlüğü.[4]
Stuart soyu, 1714'te Anne'in ölümü ile son buldu, ancak Fransızların desteğini almış azılı Stuart yanlısı kanat taht üzerinde hak iddia eden başkalarını desteklediler. Hannover Elektörü, I. George unvanıyla kral oldu. Hannover'e Britanya'dan daha fazla ilgi gösteren kral etrafını Almanlarla çevreledi, bu da popülaritesini yitirmesine yol açtı.[5] Buna rağmen I. George, orduyu geliştirdi, Britanya'da daha istikrarlı bir siyasi sistem yarattı ve Kuzey Avrupa'ya barışın gelmesine yardımcı oldu.[6] Stuart'ların tahta dönüşünü isteyen Jakobit grupları varlığını sürdürmekteydi; 1715'te bir isyan çıkardılar. II. James'in oğlu İngiltere'yi işgal etmeyi planladı, ancak ondan önce Mar Kontu John Erskine İskoçya'dan bir istila başlattı, bu istila başarısızlıkla sonuçlandı.[7]
II. George'un hükümdarlığında, 1730-1742 döneminde Robert Walpole tarafından yönetilen bir hükûmetle anayasal sistem istikrar kazandı.[8] Kral George, Karayipler ve Kuzey Amerika'daki kolonileri güçlendirerek Birinci Britanya İmparatorluğu'nu kurdu. Yükselen güç Prusya ile ittifak halinde olan Birleşik Krallık, Yedi Yıl Savaşları'nda (1756-1763) Fransa'yı mağlup etti ve Kanada'nın tamamını denetimi altına aldı.[9]
III. George, Hannover'i hiç ziyaret etmedi, ana dili İngilizceydi. Amerikalılar tarafından bir tiran ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nın kışkırtıcısı olarak kınanan kral, 1788'den sonra ara sıra akli yeteneklerini kaybetmekteydi, bu yüzden ülkeyi en büyük oğlu naip olarak onun yerine yönetti.[10] Hükûmet ve siyasetin üzerinde hakimiyete sahip son kral olan III. George'un uzun hükümdarlığı, Britanya'nın 1775-1783 Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda (Yedi Yıl Savaşları'ndaki yenilgisinin intikamını almak isteyen) Fransa'nın desteklediği Amerikanlara yenilmesi sonucu Birinci Britanya İmparatorluğu'nun kaybı ile anılır.[11] Bu dönem, Hindistan, Asya ve Afrika merkezli ikinci bir imparatorluğun inşası, Britanya'yı ekonomik bir güç merkezi yapan sanayi devriminin başlangıcı ve her şeyden öte 1793-1802 Fransız Devrim Savaşları'nda ve savaşı sonuçsuz bir şekilde sona erdiren kısa bir ateşkesin ardından Napolyon'un kesin yenilgisiyle sona eren destansı Napolyon Savaşları'nda (1803-1815) Fransızlara karşı verilen ölüm kalım mücadelesi ile kayda değerdir.[12]
Girişimciler, yıllar içinde ticaretlerini dünya çapında büyüttü. Güney Denizi Balonu'nun (İngilizce: South Sea Bubble) patlaması ülkede skandala yol açtı. Güney Denizi Şirketi, Londra'da bir anonim şirketti. Görünürdeki faaliyeti, Güney Amerika'da ticaret tekelleri oluşturmaktı; ancak şirketin asıl amacı, piyasa manipülasyonu ve spekülasyon yoluyla önceden alınmış 31 milyon sterlin tutarındaki yüksek faizli devlet kredilerini yeniden müzakere etmekti. Şirket,1720'de dört defada olmak üzere toplamda yaklaşık 8000 yatırımcıya hisse senedi satarak para topladı. Hisse fiyatı her geçen gün artmaktaydı, öyle ki 130 sterlinden başlayan hisseler 1000 sterline kadar yükseldi ve içerden bilgi alan yatırımcılar kâğıt üzerinde büyük kârlar elde ettiler. Bir gecede patlayan bu balon birçok spekülatörü batırdı. Soruşturmalar, rüşvetin üst kademelere ve hatta krala bile ulaştığını gösterdi. Robert Walpole, bu krizi asgari siyasi ve ekonomik zararla savmayı başardı, ancak kayba uğrayanlardan sürgüne kaçan veya intihar edenler oldu.[13]
Günümüz tarih anlatımında ilk başbakan olarak kabul edilen Robert Walpole, 1719-1742 yılları arasında görev yaptı. Aslında bu mevkii oluşturan kişi de odur. Terim, 1727'ye gelindiğine hem dostları hem de düşmanları tarafından kullanılmaktaydı. Tarihçi Clayton Roberts, Walpole'un yeni görevlerini şöyle özetliyor:
[Walpole] kral danışmanlarını tekeline geçirdi, devleti katı bir şekilde yönetti, patronajı [devlet kaynaklarını dağıtma ve atamalar] kontrolü altına aldı ve Parlamento'daki en büyük partiye önderlik etti.[14] Walpole patronaj sistemini etkin biçimde kullanmakta ustaydı, tıpkı ardından gelen başbakanlar, Henry Pelham ile kardeşi Newcastle Dükü gibi.[15]
İkiyüzlülük, 18. yüzyıl başlarında İngiliz siyasi tarihinde önemli bir konu haline geldi. 1689 Tolerans Yasası, dini azınlıklara belirli haklar verdi, ancak Protestan nonkonformistler (Kongregasyonalist ve Baptistler gibi) seçilme hakkı gibi önemli haklardan hala mahrumdular. Kamu görevlerine gelmek isteyen nonkonformistler, kısıtlamalardan kaçınmak için yılda bir kez gösterişli bir şekilde Anglikan sakramentini aldılar. Yüksek Kilise Anglikanları ise bu durumdan öfkeliydi. 1711 Geçici Konformite Yasası ile bu durum yasaklandı.[16] Vaazlar, hitaplar ve broşürlerin kullanıldığı bu siyasi mücadelede, hem yüksek din adamları hem de nonkonformistler, kendilerini ılımlı; rakiplerini ise samimiyetsiz, ikiyüzlü ve tehlikeli derecede bağnaz göstermeye çalıştılar. Bağnazlığa karşı bu ılımlılık kampanyası, 1709'da yüksek kilise vaizi Henry Sacheverell'in görevden alınma davası sırasında zirveye ulaştı. Tarihçi Mark Knights, gittikçe hiddetlenen siyasi çatışmanın daha ılımlı ve hafif bir siyasi söyleme yol açmış olabileceğini savunmuştur. Whig Partisi 1719'da iktidara döndüğünde "geçici konformite"yi yeniden yasallaştırdı.[17]
İngiliz yazar Bernard de Mandeville'in "Arıların Masalı" (1714) adlı ünlü eseri, çağdaş Avrupa toplumundaki riyakârlığın doğasını keşfetmeye çalışır. Mandeville; bir yandan sosyalliği sadece kibir ve gurur için bir maske olarak gören, önceki yüzyılın Fransız Augustinizminin "ahlakçı" bir varisi, öte yandan modern ekonominin kurulmasına yardımcı olan bir "materyalist"ti. İnsanın bedensel zevklere olan iştahının evrenselliğini göstermeye çalıştı. Kendi çıkarlarının peşinde koşan girişimcilerin çabalarının yükselen ticari ve endüstriyel toplumun temeli olduğunu savunan Mandeville, Adam Smith'i ve 19. yüzyıl yararcılığını etkileyen bir düşünce çizgisi oluşturdu. Bunun sonucunda: 1) ahlaki normlar ile kişisel çıkarların birbirine göre gücü, 2) insan güdüsü ve davranış arasındaki ilişki ile 3) kültürlerin tarih boyunca değişim göstermesi konularında gerilim ortaya çıktı.[18]
1750'den 1850'ye kadar, İngiltere'deki Whig aristokratlar, özellikle sıradan halka yönelik hayırseverlikleriyle övündüler. Avrupa genelinde istikrarsızlığa ve devrimlere neden olan toplumsal huzursuzluğun patlak vermesini önlemek üzere girişilen reformlara rehberlik ettiklerini iddia ettiler. Ancak Tory Partisi ve radikal muhalifler, Whigleri ikiyüzlülükle suçladılar: Onları kıymetli aristokrat ayrıcalıklarını korurken kendilerini iktidara taşımak için kasıtlı olarak reform ve demokrasi sloganlarını kullanmakla itham ettiler. Tarihçi L. G. Mitchell'e göre Whigler sayesinde radikaller mütemadiyen siyasi elitin merkezinde müttefiklere sahip olmuş ve böylece kendilerini Avrupa'nın çoğu yerinde olduğu kadar kenara itilmiş hissetmemişlerdir. Mitchell, 1832 Reform Yasa Tasarısı üzerindeki tartışmalarında, reformistlerin gerçekten de parlamento düzeyinde seslerini duyurabildiklerini ve isteklerini gerçekleştirmedeki başarı ihtimalinin yüksekliğine dikkat çekmektedir.[19] Bu sıralarda Kıta Avrupası'ndan gözlemciler sürekli olarak İngiliz siyasi kültürü hakkında görüşlerini aktarmışlardır. Liberal ve radikal gözlemciler, 19. yüzyılın başlarında İngiliz alt sınıflarının itaatkârlığına, tüm toplumun rütbe ve unvan takıntısına, aristokrasinin savurganlığına, sözde anti-entelektüalizme ve sosyal reform gibi konularda da görülen yaygın ikiyüzlülüğe dikkat çektiler. Bu gözlemciler arasında azınlıkta kalan muhafazakarlar İngiliz toplumunun istikrarını, tarihe dayanan yapısını ve geçmişe saygısını övdüler ve sanayileşmenin olumsuz etkilerini görmezden geldiler.[20]
Tarihçiler, İngiltere'nin üst sınıflarının suçlarını ve ahlaksızlıklarını, özellikle düello, intihar, zina ve kumarı araştırmışlardır. Aristokratlar, binlerce yoksul erkek ve çocuğu daha hafif suçlar için idam eden mahkemeler tarafından tolere edildiler. Bir düelloda karşısındakini öldüren hiçbir aristokrat cezalandırılmadı. Bununla birlikte, yeni yeni ortaya çıkan sivil basının üst sınıf ahlaksızlığı hakkındaki sansasyonel haberleri, orta sınıfların görüşlerini etkileyerek onlardan daha zengin ancak daha az ahlaka sahip olan yozlaşmış aristokrasiye yönelik eleştirilerin artmasına yol açtı.[21]
1700-1850 yılları arasında Britanya 137 savaş ve isyana dahil oldu. Nispeten büyük ve pahalı olan Kraliyet Donanması ile birlikte küçük bir sürekli orduya sahipti. Bu dönemde Britanya askere ihtiyaç duyduğunda paralı askerler kiraladı veya müttefiklerinin ordularını finanse etti. Artan savaş maliyetleri, hükûmetin gelir kaynaklarında değişikliğe yol açtı: ağırlık kraliyet tarım arazileri ile özel harç ve vergi gelirlerinden çok, gümrük ve tüketim vergileri ile 1790'dan itibaren gelir vergisine kaydı. Şehirdeki bankerlerle çalışan hükûmet, savaş sırasında büyük krediler topladı ve bunları barış zamanında ödedi. Vergilerdeki artış milli gelirin %20'sine ulaştı, ancak ekonomik büyümeden özel sektör yararlandı. Savaş aletlerine olan talep, sanayi sektörünü canlandırdı; özellikle donanma malzemeleri, mühimmat ve tekstil ürünleri savaş sonrası yıllarda uluslararası ticarette Britanya'ya avantaj sağladı.[22]
Fransız Devrimi, 1790'larda Britanya siyasetinde kutuplaşmaya neden oldu; muhafazakârlar, kralın öldürülmesine, soyluların kovulmasına ve Terör Dönemi'ne karşı öfkeliydiler. Britanya, 1793'ten başlayarak 1815'te Napolyon'un nihai yenilgisine dek Fransa'ya karşı neredeyse kesintisiz bir savaş halindeydi. Muhafazakârlar, Britanya'daki her radikal görüşü (Terör'ün liderlerine atıfta bulunarak) "Jakoben" olmakla eleştirdiler ve radikalizmin Britanya toplumunu alt üst etme tehlikesine dikkat çektiler. Edmund Burke ve birçok popüler yazar tarafından savunulan anti-Jakobenliğin en güçlü olduğu kesimler toprak sahipleri ve üst sınıflardı.[23]
1756'da başlayan Yedi Yıl Savaşları, küresel ölçekte yürütülmüş ilk savaş olup çatışmalar Avrupa, Hindistan, Kuzey Amerika, Karayipler, Filipinler ve Afrika kıyılarına yayıldı. Britanya, imparatorluğunu Fransa ve diğerlerinin etki alanlarına genişlettiği için savaşın en büyük kazananı oldu. Fransa, Kuzey Amerika'daki sömürgeci güç rolünü kaybetti, Yeni Fransa'yı Britanya'ya teslim ederek, Fransız geleneklerine sahip, Fransızca konuşan, Katolik bir topluluğu Britanya kontrolüne bırakmak zorunda kaldı. İspanya Florida'yı Britanya'ya bıraktı, yalnızca birkaç küçük adada varlığını sürdürebildi. vardı. Hindistan'daki Karnatik Savaşları'nın ardından birkaç küçük bölge Fransa'nın elinde kaldı, ancak askeri kısıtlamalar ve Britanya'ya bağımlı devletleri destekleme yükümlülüğü sonucu Hindistan'ın geleceği fiilen Britanya'ya bırakılmış oldu. Yedi Yıl Savaşları'nda Britanya'nın Fransa'ya karşı kazandığı zafer, Britanya'yı dünyanın en büyük sömürge gücü haline getirdi.[24]
1760'lar ve 1770'ler boyunca, On Üç Koloni ile Britanya arasındaki ilişkiler giderek gerildi, bunun başlıca sebebi parlamentonun Amerikalı sömürgecileri rızaları olmadan vergilendirmeye yönelik ısrarlı girişimlerine karşı artan öfkeydi.[25] Amerikalılar büyük bir milis gücü hazırladılar, ancak barut ve top sıkıntısı çekiyorlardı. Britanyalılar, Amerikan direnişini kolayca bastırabileceklerini sandılar. 1775'te Amerikan Bağımsızlık Savaşı başladı. 1776'da Amerikanlar tüm kraliyet yetkililerini sınır dışı edip Amerika Birleşik Devletleri'nin bağımsızlığını ilan ettiler. 1777'de bir Britanya işgal ordusunu ele geçirdikten sonra, yeni devlet Fransa ile ittifak kurdu (ve karşılığında İspanya da Fransa'ya yardım etti), ordu ve donanma dengesini eşitledi ve Britanya'yı Fransız işgali riski altında bıraktı. İngiliz ordusu ABD'de yalnızca bir avuç kıyı şehrini kontrol etmekteydi. 1780-1781, Britanya için bir dip noktasıydı. Vergiler ve bütçe açıkları yüksek, yolsuzluk yaygındı, üstelik Amerika'daki savaşın altıncı yılına girmesine rağmen ufukta barış görünmüyordu. Parlamento tarafından Katoliklere verilen tavizler, 1780 baharında Londra'da Gordon Ayaklanmaları'nın patlak vermesine neden oldu. Ekim 1781'de Lord Cornwallis'in ordusu Yorktown, Virginia'da teslim oldu. 1783'te Paris Antlaşması imzalanarak savaş resmen sona erdi ve Britanya, Birleşik Devletler'in bağımsızlığını tanıdı. Barış şartları, Londra'nın ileride büyük bir ticaret ortağı olmasını umduğu yeni devlet için oldukça cömertti.[26]
O zamanlar Britanya'nın en kalabalık kolonileri olan On Üç Koloni'nin kaybı, "birinci" imparatorluktan "ikinci"sine geçişi ifade ediyordu.[27] Bu yeni düzende Britanya; Asya, Pasifik ve sonraları Afrika'ya odaklandı. Adam Smith, 1776'da yayınlanan Ulusların Zenginliği adlı eserinde, kolonilerin gereksiz olduğunu ve serbest ticaretin İspanya ve Portekiz'in korumacılığına kadar uzanan ilk sömürgecilik dönemine hakim olan eski merkantilist politikaların yerini alması gerektiğini savundu. 1783'ten itibaren Britanya ile bağımsızlığını yeni kazanan Birleşik Devletler arasındaki ticaretin büyümesi,[28] Smith'in ekonomik başarı için siyasi kontrolün gerekli olmadığı görüşünü doğruladı.
Faaliyet gösterdiği ilk 100 yıl boyunca, Britanya Doğu Hindistan Şirketi'nin odağında Hindistan'da bir imparatorluk inşa etmek değil, ticaret vardı. 18. yüzyılda Babür İmparatorluğu'nun güç kaybetmesi ve Britanya Doğu Hindistan Şirketi'nin 1740-50'lerin Karnatik Savaşları'nda Fransız Doğu Hindistan Şirketi'ne karşı mücadelesi, şirketin çıkarlarının ticaretten alan hakimiyetine dönmesine yol açtı. Robert Clive liderliğindeki Britanyalılar, Fransızları ve Hint müttefiklerini Plassey Muharebesi'nde mağlup ederek, Bengal'in ve Hindistan'da büyük bir askeri ve siyasi gücün kontrolünü şirkete bıraktı. Sonraki on yıllarda şirket, kontrolü altındaki bölgeleri kademeli olarak genişletti, bunu ya doğrudan ele geçirme yoluyla ya da %80'i yerli Hint sepoylardan oluşan Hint Ordusu'nun tehdidi altındaki yerel kukla yöneticiler aracılığıyla hüküm sürerek gerçekleştirdi.
22 Ağustos 1770'te James Cook, Güney Pasifik'e yaptığı keşif seferi sırasında Avustralya'nın doğu kıyısını[29] keşfetti. 1778'de Cook'un botanikçisi Joseph Banks, hükûmete Botany Körfezi'nde bir ceza kolonisi kurulması olanağına ilişkin kanıtlar sundu, 1787'de yola çıkan ilk hükümlü gemisi 1788'de Avustralya'ya ulaştı.
Britanya hükûmeti, 1789'da Fransız Devrimi'ne ilişkin net bir tavır ortaya koymadı ve 1792'de Kıta Avrupası'nda savaş patlak verdiğinde ilkin tarafsız kaldı. Ancak sonraki ocak ayında, XVI. Louis infaz edildi. Bu olay ve Fransa'nın Hollanda'yı işgal etme tehdidi, Britanya'yı savaşın içine çekti. Sonraki 23 yıl boyunca, 1802-1803'teki kısa bir dönem dışında iki ülke savaş halindeydi. Avrupa ulusları arasında yalnızca Britanya, Fransa'ya teslim olmadı veya onunla ittifak kurmadı. 1790'lar boyunca Britanyalılar, Fransa ve müttefiklerinin donanmalarını defalarca mağlup ettiler, ancak önemli bir kara operasyonu da gerçekleştiremediler. 1799'da İngiliz-Rus ittifakının Hollanda'yı işgali, Hollanda filosunun ele geçirilmesi dışında bir hedefe ulaşamadı.
19. yüzyılın eşiğinde, Napolyon yönetimindeki Fransa Britanya'ya yeniden meydan okudu, ancak önceki savaşların aksine bu mücadele bir ideolojik çatışmayı temsil etmekteydi: Büyük Britanya'nın anayasal monarşisine karşı Napolyon imparatorluğu tarafından görünüşte savunulan Fransız Devrimi'nin liberal ilkeleri.[30] Napolyon, Britanya'yı yalnızca dünya sahnesindeki konumunu sarsmakla değil, aynı zamanda adanın tümden işgali ile ordularının istila ettiği kıta Avrupası ülkelerine benzer bir kaderle tehdit etmekteydi.
19. yüzyılın ilk günü olan 1 Ocak 1801'de Büyük Britanya ve İrlanda birleşerek Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı'nı oluşturdu.
Büyük Britanya ve İrlanda'nın yasama birliği, "Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı"nı yaratan 1800 tarihli Birlik Yasası ile sağlandı. Yasa, hem Büyük Britanya Parlamentosunda hem de o sırada Protestan Hakimiyeti döneminin yaşandığı ve ülkenin Katolik nüfusunun temsil edilmediği İrlanda Parlamentosunda kabul edildi. Yasa her iki parlamentoda önemli çoğunluk elde etti, ancak döneme ait belgelere göre birleşme karşıtı parlamenterler soyluluk unvanları ve onur nişanları verilerek satın alınmışlardı.[31]
Birleşme şartlarına göre, Büyük Britanya ile İrlanda parlamentoları kaldırıldı ve yerini Birleşik Krallık Parlamentosu aldı. Böylece İrlanda Birleşik Krallık'ın bir parçası haline geldi ve Westminster'daki Avam Kamarası'na yaklaşık 100 milletvekili ve Lordlar Kamarası'na İrlanda soylularının kendi aralarında seçtikleri 28 temsilci gönderdi; ancak Katolik soyluların meclise girmelerine izin verilmedi. İrlanda Katolikleri ise bu duruma karşılık ülkedeki Katolik karşıtı yasaların hafifletilmesi ile teselli edilecekti, ancak tamamı Anglikanlardan oluşan İrlanda Parlamentosu, Katolik Özgürleşmesi'ne (Catholic Emancipation) şiddetle karşı çıkmaktaydı..III. George, Taç Giyme Yemini'ni bozacağını iddia ederek Katolik Özgürleşmesi'ni engelledi. Katolik hiyerarşisi birleşmeyi onaylamıştı. Bununla birlikte, Katolik Özgürleşmesi'ni engelleme kararı, birliğe desteği baltaladı.[32]
İkinci Koalisyon Savaşı (1799-1801) sırasında Britanya, Fransız ve Hollanda sömürgelerinin çoğunu işgal etti (Hollanda, 1796'dan beri Fransa'ya bağlı bir uydu devletti), ancak tropik hastalıklar 40.000'den fazla askerin hayatına mal oldu. Savaşa ara veren Amiens Antlaşması ile Britanya bu sömürgelerin çoğunu iade etmek zorunda kaldı. Mayıs 1803'te yeniden savaş ilan edildi. Napolyon'un Britanya'yı işgal etme planları, Britanya donanmasının üstünlüğü nedeniyle başarısız oldu ve 1805'te Lord Nelson'ın filosu, Napolyon Savaşları'nın son önemli deniz savaşı olan Trafalgar Muharebesi'nde Fransız ve İspanyolları kesin olarak yendi.
1806'da Napolyon, Kıta Ablukası'nı yürürlüğe koyan Berlin Kararnamesi'ni yayınladı. Amaç, Fransız kontrolündeki bölgeleri Britanya ile ticarete kapatarak Britanya ekonomisini zayıflatmaktı. Napolyon, Britanya'yı Kıta Avrupası'ndan izole ederek ekonomik üstünlüğüne son vereceğini umuyordu. Ancak bu politika hedefine ulaşamadı. Britanya, Avrupa'daki en büyük sanayiye sahipti ve denizlerdeki hakimiyeti, hızla genişleyen imparatorluğun sömürgeleriyle arasındaki ticaret yoluyla, büyük bir ekonomik güce kavuşmasını sağlamıştı. Britanya'nın deniz üstünlüğü sebebiyle Fransa, ne Britanya adalarını ne de sömürgelerini tehdit edebilirdi, ayrıca bu durum Napolyon'un Avrupa üzerindeki kontrolünü pekiştirmek için gerekli olan barışı asla sağlayamayacağı anlamına geliyordu.
1808'deki İspanyol ayaklanması Britanya'nın kıtada yer edinmesine fırsat verdi. Wellington Dükü'nün komutasındaki Britanya-Portekiz ordusu, Fransızları kademeli olarak İspanya'nın dışına itti. 1814'ün başlarında Napolyon Prusyalılar, Avusturyalılar ve Ruslar tarafından doğuda geri püskürtülürken, Wellington Güney Fransa'yı işgal etti. Napolyon'un teslimiyeti ve Elba adasına sürgün edilmesinin ardından barış tesis edilmiş gibi görünüyordu, ancak Napolyon 1815'te Fransa'ya geri döndüğünde, Britanya ve müttefikleri onunla yeniden savaşmak zorunda kaldı. Wellington ve von Blücher'in orduları, Napolyon'u Waterloo'da son kez yendiler.[34]
Britanya'nın başarısındaki kilit unsurlardan biri, ülkenin endüstriyel ve mali kaynaklarını seferber etme ve bunları Fransa'yı yenmek için kullanma becerisiydi. 16 milyon nüfuslu Britanya, 30 milyon nüfuslu Fransa'nın ancak yarısı büyüklüğündeydi. Britanya, Fransız ordusunun sayısal avantajını,1813'te sayıları 450.000'i bulan Avusturya ve Rus askerlerini finanse ederek dengeledi.[35] En önemlisi, Britanya ulusal üretimi gücünü korudu ve iyi teşkilatlanmış iş sektörü, ordunun ihtiyaç duyduğu ürünlere yöneldi. Hazır ürünlerin Avrupa'ya kaçak yollardan sokulması, Fransızların pazarları kapatarak Britanya ekonomisini mahvetme çabalarını baltaladı. 1814'te Britanya'nın bütçesi 66 milyon sterline ulaştı, bunun 10 milyonu donanmaya, 40 milyonu orduya, 10 milyonu müttefiklere aitken 38 milyon sterlin ulusal borç faizine gitti. Ulusal borç 679 milyon sterline yükseldi, bu miktar GSYH'nin iki katından fazla ediyordu. Savaş, arazi üzerindeki yüksek vergilere ve yeni bir gelir vergisine rağmen yüzbinlerce yatırımcı ve vergi mükellefi tarafından desteklendi. Savaşın toplam maliyeti 831 milyon sterline ulaştı. Britanya'nın aksine Fransız mali sistemi yetersizdi ve Napolyon'un güçleri fethedilen topraklardan gelen gelirlere dayanmak zorunda kaldı.[36]
Napolyon ayrıca, özellikle 1806 Berlin Kararnamesi ile Britanya'ya karşı ekonomik savaşa girişti. İngiliz mallarının Fransa ile müttefik veya ona bağımlı Avrupa ülkelerine ithal edilmesini yasakladı ve Avrupa'da Kıta Ablukası'nı başlattı. Britanya ile tüm bağlantılar, hatta posta bile kesilecekti. Britanyalı tüccarlar mallarını kaçak yollardan kıtaya soktular, bu yüzden Kıta Ablukası güçlü bir ekonomik savaş silahı olamadı.[37] Özellikle 1808 ve 1811'de Britanya ekonomisine bir miktar zarar gelse de ülkenin denizler üzerindeki hakimiyeti, kayıpların yerine konmasına yardımcı oldu. Önemli bir ticari partnerini kaybeden Fransa ve müttefiklerinin ekonomileri ise daha fazla zarar gördüler.[38] Bu duruma öfkelenen Avrupa hükûmetleri, Kıta Ablukası'nı delmek konusunda cesaretlendiler, bu da Napolyon ittifakının zayıflamasına yol açtı.[39]
Napolyon Savaşları ile eş zamanlı olarak, ticaret anlaşmazlıkları ile Britanyalıların Amerikan denizcileri kaçırarak zorla kendi donanmalarına katma uygulamaları (impressment), Birleşik Devletler ve Britanya arasındaki 1812 Savaşı'na yol açtı. Savaş Amerikalılar tarafından "ikinci bağımsızlık savaşı" olarak görüldü, ancak Britanya'nın amacı eski kolonileri fethetmek değildi, oysa ABD'nin Britanya'ya ait Kanada kolonilerini fethetme niyeti vardı.[40] 1812 Savaşı Britanya'da çok az ilgi gördü çünkü tüm dikkatler Fransa ile mücadelenin üzerindeydi. Britanyalılar, 1814'te Napolyon'un düşüşüne kadar ABD çatışmasına çok az kaynak ayırabildi. Amerikan fırkateynleri, Avrupa'daki savaş nedeniyle insan gücü sıkıntısı çeken Britanya donanmasına karşı bir dizi galibiyet elde etti. O yıl Britanya'nın ABD'ye karşı elinin güçlenmesi Washington'ın yakılması gibi başarılar getirdi, ancak Wellington Dükü gibi birçok üst düzey kişi, ABD'ye karşı kesin bir zaferin imkansız olduğunu savundu.[41]
1814'ün sonunda barış sağlandı, ancak bundan haberi olmayan-buharlı gemilerden önce haberlerin Atlantik'i geçmesi birkaç hafta sürerdi-Andrew Jackson, Ocak 1815'te New Orleans Muharebesi'nde Britanyalılara karşı büyük bir zafer kazandı. Şubat 1815'te Ghent Antlaşması'nın onaylanmasıyla savaş sona erdi. Savaşın ana sonucu, Britanya'nın müttefikleri olan Yerli halkların kesin yenilgisiydi. ABD-Kanada sınırı askerden arındırıldı ve ticaret yeniden başladı, ancak Amerikanların Kanada'yı fethedeceği endişesi 1860'lara kadar devam etti.
Savaş sonrası dönem; ekonomik bunalım, kötü hasatlar, artan enflasyon ve savaştan dönen askerler için işsizlik zamanıydı. Sanayileşme arttıkça Britanya şehirleşti ve kırsal nüfus azaldı, siyasi güç de buna göre şekillendi.[42] Azalmakta olan kırsal kesime dayanan dönemin hakim Tory iktidarı, ürkek, gerici ve baskıcıydı. Muhafazakârlar, onlara korku veren Fransız Devrimi'ni Britanya'da taklit etme planları yapabilecek radikallerin olası yükselişinden çekinmekteydiler. Gerçekte ise şiddet yanlısı radikal unsurlar ufak ve zayıftılar; az takipçisi bulunan ve korumaları da yetersiz kişilerin dahil olduğu birkaç küçük komplo vardı; onlar da hemen bastırıldılar.[43] Baskı teknikleri arasında habeas corpus'un 1817'de askıya alınması (hükûmetin şüphelileri sebep göstermeden veya yargılama olmaksızın gözaltına almasına ve tutuklamasına izin verilmiş oldu) yer alıyordu. Sidmouth'un 1817 tarihli Susturma Yasaları (Gagging Acts), muhalif gazetelerin sesini büyük ölçüde kesti; reformcular bunun üzerine broşürlere geçtiler ve satışları haftada 50.000'e ulaştı. 1819'daki Peterloo Katliamı'na tepki olarak, Liverpool hükûmeti 1819'da "Altı Yasa"yı parlamentodan geçirdi: Askerî talim ve tatbikatlar yasaklandı; silah araması için izinler kolaylaştırıldı; talepte bulunmak için yapılan toplantılar dahil olmak üzere 50'den fazla kişinin katıldığı kamusal toplantılar yasaklandı; dine karşı küfür içeren veya halkı kışkırtıcı yayınlara ağır cezalar verildi; haber ve eleştiri akışını kesmek için birçok broşüre dört penny'lik pul zorunluluğu getirildi. Suçlular, Avustralya'ya sürgün de dahil olmak üzere sert bir şekilde cezalandırılabilecekti. Pratikte bu yasalar, sorun çıkaranları caydırmak ve muhafazakârların korkularını gidermek için tasarlanmıştı; sık kullanılmadılar. 1820'lerin sonunda genel bir ekonomik iyileşme ile birlikte, bu baskıcı yasaların çoğu yürürlükten kaldırıldı ve 1828'de çıkan yeni yasalar, din karşıtlarının haklarını garanti altına aldı.[44]
Naip (1811-1820) ve kral (1820-1830) olarak zayıf bir hükümdar olan IV. George, babası III. George'un aksine devlet işlerini bakanlarına bıraktı. Kralın desteğini almasa da Avam Kamarasında çoğunluğu kazanan kişinin kral tarafından başbakan seçilmesi ilkesi bu dönemde yerleşti. George'un hükûmetleri, kralın çok az yardımıyla, Napolyon Savaşları'nda Britanya'yı zafere götürdü, barış anlaşmasını müzakere etti ve ardından gelen sosyal ve ekonomik sorunlarla başa çıkmaya çalıştı.[45] Kardeşi IV. William, 1830'dan 1837'ye kadar hüküm sürdü ve o da siyasete çok az dahil oldu. Hükümdarlığında birkaç reform gerçekleştirildi: yoksulluk yasası güncellendi, çocuk işçiliği kısıtlandı, Britanya İmparatorluğu'nun neredeyse tamamında kölelik kaldırıldı ve en önemlisi olan 1832 Reform Yasası'yla Britanya seçim sistemi yeniden şekillendirildi.
1853-1856 Kırım Savaşı'na kadar büyük bir savaş yaşanmadı.[46] Mutlak monarşiler olan Prusya, Avusturya ve Rusya liberalizmi her yerde bastırmaya çalışırken, Britonlar yeni fikirlerle uzlaştı. Britanya, 1824'te İspanya'nın Amerikan kolonilerinin bağımsızlığını tanıdı ve Portekiz'deki anayasal hükûmeti desteklemek için 1826'da askerî müdahalede bulundu.[47] Britanyalı tüccarlar ve finansörler ile daha sonraları demiryolu inşaatçıları, birçok Latin Amerika ülkesinde önemli rol oynadılar.[48] Britanya, 1821'de Osmanlı İmparatorluğu'ndan bağımsızlık kazanmak amacıyla başlayan Yunan İsyanı'na destek çıkarak 1827'de askerî destek verdi.
Whig Partisi'nin yeniden güç kazanmasında ahlaki reformlara, özellikle seçim sistemi reformuna, köleliğin kaldırılmasına ve Katoliklerin özgürleşmesine verdikleri destek rol oynadı. Katolik özgürleşmesi, Britanya'daki Katoliklerin üzerindeki kısıtlamalardan en önemlilerini kaldıran 1829 Katolik Yardım Yasası ile güvence altına alındı.[49]
Whig'ler, parlamenter reformun öncüleri oldular. Lord Grey'i 1830-1834 yıllarında başbakan yapan partinin simge icraati 1832 Reform Yasası oldu. Oy hakkını az da olsa genişleten ve (seçimlerin güçlü aileler tarafından kontrol edildiği) "çürümüş" veya "cepte" olarak adlandırılan seçim bölgeleri (rotten boroughs/pocket boroughs) sistemini sona erdiren yasa, yeni sanayi merkezlerinin parlamentoda temsiliyetini sağladı. Ancak aristokrasi hükûmete, orduya, Kraliyet Donanmasına ve yüksek sosyeteye hakim olmaya devam etti.[49] 1833'te parlamento soruşturmaları çocuk işçiliğinin korkunçluğunu ortaya çıkarınca parlamentodan sınırlı reformlar yapılması kararı çıktı.
1832 Reform Yasası'nın işçi sınıfına seçme hakkı tanımamasına tepki olarak işçi sınıfı arasında çartizm hareketi ortaya çıktı. Aktivistler, hükûmeti "görevini suistimal ederek" işçi sınıfına "ihanet etmekle" ve işçilerin çıkarlarını "kurban etmekle" suçladılar. 1838'de çartistler, tüm erkekler için oy hakkı, eşit büyüklükte seçim bölgeleri, gizli oy kullanımı, milletvekillerine maaş bağlanması (böylece yoksul erkekler de parlamentoda görev alabileceklerdi), her yıl yinelenen seçimler ve milletvekili seçilmek için mülkiyet şartlarının kaldırılmasını talep eden Halk Bildirgesi'ni (People's Charter) yayımladılar. Elitler bu yeni hareketi hastalıklı olarak gördüler, bu nedenle çartistler ciddi anayasal tartışmaları zorlayamadılar. Tarihçiler, çartizmi hem 18. yüzyıldan beri süregelen yolsuzluk karşıtı mücadelenin devamı hem de sanayi toplumunun demokrasi taleplerinde yeni bir aşama olarak görmektedirler.[50]
1832'de parlamento, 1833 Köleliği Kaldırma Yasası ile imparatorlukta köleliği kaldırdı. Hükûmet köleleri 20 milyon sterlin karşılığında satın aldı (bu para çoğunlukla İngiltere'de yaşayan zengin plantasyon sahiplerine gitti) ve Karayip şeker kamışı adalarındaki siyahiler başta olmak üzere tüm köleleri serbest bıraktı.[49]
Dönemin başbakanları şunlardı: Genç William Pitt, Lord Grenville, Portland Dükü, Spencer Perceval, Lord Liverpool, George Canning, Lord Goderich, Wellington Dükü, Lord Grey, Lord Melbourne ve Robert Peel.
Victoria, 1837'de 18 yaşındayken tahta çıktı. 1901'e dek süren uzun hükümdarlığında Britanya ekonomik ve siyasi gücünün zirvesine ulaştı. Buharlı gemiler, demiryolları, fotoğrafçılık ve telgraf gibi baş döndüren yeni teknolojiler ortaya çıktı ve dünya çok daha hızlı bir yer haline geldi. Britanya, kıta siyasetinde yine çoğunlukla pasif kaldı ve 1848'deki devrim dalgasından etkilenmedi. Viktorya Dönemi'nde ikinci Britanya İmparatorluğu ete kemiğe büründü. Viktoryenlerle ilişkilendirilen anlayış tarzları ve siyasi düşünceler ile tanımlanan Viktorya Dönemi'nin onun taç giyme töreniyle mi ya da 1832 Reform Yasası'nın kabulü ile mi başladığı konusu akademisyenler arasında tartışılmaktadır. Dönemin öncesinde Naiplik Dönemi vardı, Victoria'nın ölümüyle Edward Dönemi başladı.
Bernard Porter gibi tarihçiler Viktorya Dönemi ortalarını(1850-1870) Britanya'nın "altın yılları" olarak nitelendirdiler.[51] Kişi başına düşen milli gelir yarı yarıya artmıştı, barış ve refah zamanlarıydı. Refahın çoğu, özellikle tekstil ve makinelerde artan sanayileşmenin yanı sıra dünyanın dört bir yanından Britanya'ya kâr sağlayan dünya çapında bir ticaret ve mühendislik ağından kaynaklanıyordu. Yurt dışında (1854-1856'daki kısa süreli Kırım Savaşı dışında) ve yurt içinde barış hakimdi. Parlamento tarafından çalışma şartlarında reformlar yapılıyordu. Örneğin 1842'de çocukların kömür madenlerinde çalıştırılması ulus çapında skandala yol açtı. 1842 Maden Yasası, on yaşın altındaki kız ve erkek çocukların yer altında çalıştırılmasını yasakladı.[52] Porter, yeni düzene karşı muhalefetin eriyip gittiğini söylemektedir. Çartist hareket, 1848'de işçi sınıfı içinde demokratik bir hareket olarak zirve yaptı; daha sonra liderleri, sendikalar ve kooperatif toplulukları gibi farklı uğraşlara yöneldi. İşçi sınıfı, Karl Marx gibi düşünürleri yabancı kışkırtıcılar olarak gördü ve ülkelerindeki zenginliğe daldı. İşverenler genel olarak babacandı ve sendikaları tanıyorlardı.[53] Şirketler çalışanlarına evler, okullar ve kiliselerden kütüphaneler, hamamlar ve spor salonlarına kadar çeşitli sosyal yardım hizmetleri sağladı. Orta sınıf reformcular, işçi sınıfının orta sınıf "saygınlığını" benimsemesine yardımcı olmak için ellerinden geleni yaptılar.
Porter, dönemin insanlarının kendilerini özgür hissettiğini ve bir libertaryenizm ruhu olduğunu söylüyor. Viktorya Dönemi'nde vergiler çok düşüktü ve hükûmet kısıtlamaları asgari düzeydeydi. Hâlâ ara sıra çıkan isyanlar, özellikle de Katoliklik karşıtı ayaklanmalar gibi sorunlu alanlar vardı. Toplum hâlâ yüksek devlet dairelerini, parlamentonun her iki kamarasını, kiliseyi ve orduyu kontrol eden soylular ve toprak sahipleri tarafından yönetiliyordu. Zengin bir iş adamı olmak, bir soyluluk unvanı miras almak veya toprak sahibi eşraftan olmak kadar prestijli değildi. Edebiyat zengindi, ancak 1851 Büyük Sergisi'nde Britanya'nın heykel, resim veya müzikten çok endüstriyel hünerini sergilemesinden görüldüğü gibi güzel sanatlar zayıflamıştı. Eğitim sistemi vasattı; (İskoçya dışındaki) üniversiteler de aynı durumdaydı.[54] Tarihçi Llewellyn Woodward şu sonuca varmıştır:[49]
Çalışma şartlarından dinlenmeye, kazanmaktan harcama yapmaya kadar İngiltere 1879'da 1815'e kıyasla çok daha iyi bir konumdaydı. Hayatın ağırlığı zayıfları, yoksulları, kadın ve çocukları daha az eziyordu. Daha fazla hareket ve gençlikte daha az kadercilik vardı. Toplum bilinci daha gelişmiş, özgürlüğün kapsamı siyasi kısıtlardan daha geniş yorumlanmaya başlamıştı. Ancak 1871 İngiltere'si hiç de dünyadaki cennet değildi. Köy ve şehirlerde işçi sınıfının barınma ve yaşam koşulları bu varlık dönemi için utanç kaynağıydı.
Tarihçiler David Brandon ve Alan Brooke'a göre, 1830'larda kurulmaya başlayan yeni demiryolları sistemi bugünkü dünyamızı meydana getirdi:
[Demiryolları] inşa malzemeleri, kömür, demir ve sonraları çelik talebini artırdı. Kömür taşımacılığını kolaylaştırdı, böylece hem evlerin hem de sanayinin fırınlarına yakıt sağladı. Milyonlarca insan daha önce nadiren gidebildikleri yerlere rahatça seyahat edebiliyordu artık. Demiryolları postanın, gazetelerin, süreli yayınların ve ucuz edebiyatın hızla, kolaylıkla ve cüzi bir ücretle dağıtılmasını sağlayarak bilgi ve düşüncenin daha geniş kesimlere ve daha hızlı yayılmasına yol açtı. Beslenme üzerinde büyük bir etki yarattı... [ve böylece] daha küçük bir tarım sektörü çok daha büyük bir şehirli nüfusu besleyebildi... Demiryolları doğrudan ve dolaylı olarak çok sayıda işçiyi istihdam etti. Sadece hammaddenin değil, hazır ürünlerin de ulaşım masraflarını azaltarak ihracatı artırdı, böylece Britanya'nın "dünyanın fabrikası" haline gelmesine yardımcı oldu... Bugünün küresel şirketleri demiryolu şirketlerinden ortaya çıkmıştır... 19. yüzyılın üçüncü çeyreğine gelindiğinde Britanya'da demiryollarının yaşamında değişiklik yaratmadığı neredeyse kimse yoktu. Demiryolları Britanya'nın kırsal bir toplumdan şehirli bir topluma dönüşmesine katkı sundu.[55]
1851 Büyük Londra Sergisi, Britanya'nın mühendislik ve sanayideki üstünlüğünü açıkça gösterdi; bu durum 1890'larda Birleşik Devletler ile Almanya'nın yükselişine kadar sürdü. Britanya, serbest ticaret ve finansal yatırım gibi emperyal araçları kullanarak,[56] Avrupa dışında, özellikle Latin Amerika ve Asya'da birçok ülke üzerinde nüfuz sahibi oldu. Bu sebeple Britanya'nın sömürgeleri üzerinden resmi imparatorluğunun yanında İngiliz sterlinine dayalı gayri resmi bir imparatorluğu da vardı.[57]
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş ihtimali Britanyalıları rahatsız eden bir düşünceydi. Osmanlı'nın çöküşünün bir toprak talanına yol açacağı ve muhtemelen Britanya'yı savaşa sürükleyeceğine kesin gözle bakılıyordu. Bunu engellemek için Britanya, Rusya'nın İstanbul'u işgal ederek boğazı ele geçirmesinin önüne geçmeye çalışırken bir yandan da Rusların Afganistan üzerinden Hindistan'ı tehdidini engellemeye çalıştı.[58] 1853'te İngiltere ve Fransa, Kırım Savaşı'na müdahil oldular ve ağır kayıplar vermelerine rağmen Rusya'yı mağlup etmeyi başardılar.[59] 1870'lerde Berlin Kongresi, Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğu'na ağır Ayastefanos Antlaşması'nı dayatmasını engelledi.[60] Kırım Savaşı'nda Fransızlarla ittifakına rağmen Britanya, III. Napolyon'un ikinci imparatorluğuna güvenmiyordu, çünkü imparator zırhlı savaş gemileri inşa etmekte ve Fransa'yı daha aktif bir dış politikaya döndürmekteydi.
Amerikan İç Savaşı (1861-1865) süresince Amerikan cumhuriyetçiliğinden kişisel olarak hoşlanmayan Britanyalı liderler tekstil fabrikaları için önemli bir pamuk kaynağı olan daha aristokratik bir yapıdaki Konfederasyon'u desteklediler, ancak ülke düzeyinde Konfederasyon tanınmadı ve herhangi bir antlaşma imzalanmadı. Prens Albert, 1861'in sonlarında Birleşik Devletler'le Britanya'yı savaşın eşiğine getiren Trent Olayı'nı yatıştırmada etkili oldu. Büyük ölçüde Amerika'dan gıda ithalatına bağımlı olan Britanya halkı, genellikle Birleşik Devletler'den yanaydı. ABD Donanması'nın ablukası Güney'in Britanya'ya yaptığı ihracatın %95'ini durdurduğu için, New York'tan çok az miktarda pamuk gelebildi. Eylül 1862'de Britanya (Fransa ile birlikte) savaşa dahil olarak bir barış anlaşması müzakere etmeyi düşündü, ancak bu ABD ile savaş anlamına gelebilirdi. Ancak aynı ay, ABD başkanı Abraham Lincoln, Konfederasyon'da köleliğin kaldırılmasını bir savaş hedefi haline getiren Özgürlük Bildirgesi'nin Ocak 1863'te yürürlüğe gireceğini duyurdu. Konfederasyon'un desteklenmesi artık köleliğin desteklenmesi anlamına geldiğinden, bir Avrupa müdahalesi olasılığı artık kalmamıştı. Bununla birlikte, Britanya işçi sınıfı oldukça ezici çoğunlukla Birlik yanlısıydı. Sonuç olarak Britanya Güney pamuğu olmadan hayatta kalabilse de özellikle 1850'lerin sonlarından 1860'ların başlarına kadar bir dizi kötü hasat Britanya tarımını etkilediğinden, Kuzey'in eti ve tahılı Birleşik Krallık'ın şehirli nüfusunu beslemek için daha önemliydi.[61]
Bu arada, Britanyalılar her iki tarafa da silah sattılar, Konfederasyon ile ticaretin devamı için abluka yaran gemiler inşa ettiler ve Konfederasyon için savaş gemilerinin inşa edilmesine el altından izin verdiler. Savaş gemileri, 1872'deki Alabama İddiaları'nda Amerikalıların lehine çözülen büyük bir diplomatik tartışmaya neden oldu.[62]
1867'de Britanya, Kuzey Amerika kolonilerinin çoğunu Kanada adı altında birleştirerek, yeni koloniye içişlerinde bağımsızlık verdi. İmparatorluk ise dış politika ve savunmadan sorumlu olacaktı. 19. yüzyılın ikinci yarısı, Britanya sömürge imparatorluğunun Pasifik'in yanı sıra Asya ve Afrika'da hızla genişlemesine tanık oldu. "Afrika Talanı"ndan Britanya'nın kazancı, Union Jack'in "Kahire'den Cape Town'a kadar" göklerde dalgalanmasıydı. Britanya, imparatorluğunu dünyanın en büyük donanması ve küçük bir profesyonel orduyla korudu. Avrupa'da zorunlu askerlik olmayan tek büyük ülke Britanya'ydı.[63]
1871'den sonra yükselişe geçen Alman İmparatorluğu, (ABD ile birlikte) Britanya'yı dünyanın önde gelen endüstriyel gücü olarak yerini almakla tehdit ediyordu . Almanya, Afrika ve Pasifik'te bir dizi sömürge satın aldı, ancak Şansölye Otto von Bismarck, güç dengesi stratejisiyle genel barışı sağlamayı başardı. II. Wilhelm 1888'de imparator olduğunda, Bismarck'ı görevden aldı, kavgacı bir dil kullanmaya başladı ve Britanya'nınkine rakip olacak bir donanma inşa etmeyi planladı.[64]
Britanya, Napolyon Savaşları'nda Güney Afrika'nın kontrolünü Hollanda'dan aldığından beri Briton idaresinden git gide uzaklaşan ve kendilerine ait iki cumhuriyet kuran Hollandalı yerleşimcilerle anlaşmazlık içindeydi. Britanya yönetimi emperyal bir düşünceyle yeni ülkeleri ele geçirme kararı aldı ve Hollandaca konuşan "Boerlar" (Afrikanerler) 1899-1902'deki II. Boer Savaşı'nda Britanya'ya karşı direndiler. Britanyalı tarihçi Andrew Roberts, Boer'ların cumhuriyetlerinin tam kontrolünü elinde tutmaktaki ısrarını beyaz olmayanlara hiçbir hak vermemek ve Britanya ve diğer Avrupalı yerleşimcilerin haklarını sınırlamak isteğine bağlıyor. "Uitlander" olarak adlandırılan göçmen işçiler ekonominin temeliydiler, vergilerin yüzde 80'ini ödüyorlardı ancak oy hakları yoktu. Roberts, Transvaal'ın hiçbir şekilde bir demokrasi olmadığını savunuyor, çünkü hiçbir siyah, Britanyalı, Katolik veya Yahudi oy kullanma veya herhangi bir kamu görevinde bulunma iznine sahip değildi. Johannesburg, çoğunluğu Britanyalı olan 50.000 kişinin yaşadığı bir iş merkeziydi, ancak yerelden yönetime kesinlikle izin verilmiyordu. Resmi işlemlerde İngilizce yasaktı; halka açık toplantılara izin verilmiyor, gazeteler keyfi olarak kapatılıyordu; göçmen işçilerin tam vatandaşlığı teknik olarak mümkündü ama oldukça nadirdi. Roberts, Başkan Paul Kruger'ın "başkent Pretoria'dan sıkı ve sert bir yarı polis devleti yönettiğini" öne sürmektedir. Britanya hükûmeti bu durumu resmen protesto etti; kabine üyesi Joseph Chamberlain, Transvaal'ın iç işlerini yönetme hakkını teorik olarak kabul ederken, Uitlander'ların refah üretimindeki temel rollerine rağmen vatandaş olmamaları ve ikinci sınıf olarak gördükleri kötü muameleyi ayrıntılarıyla anlattı.[65]
Boer'lerin Brtianya'ya yanıtı, 20 Ekim 1899'da savaş ilan etmek oldu. Boer kuvvetleri 410.000 askerden oluşuyordu ancak Britanya kuvvetleri sayıca üstündüler, buna rağmen Boer'lar herkesi şaşırtarak başarılı bir gerilla savaşı yürüttüler ve Britonlara karşı zorlu bir mücadele verdiler. Boer'lar iç kesimlerde yaşamaktaydılar, bu yüzden dış yardıma erişimleri yoktu. Rakamsal üstünlük, daha iyi ekipman ve sık sık uygulanan acımasız taktikler sonuçta Britanya'ya zafer kazandırdı. Britanyalılar, gerillaları yıldırmak için onların eş ve çocuklarını toplama kamplarına topladı, birçoğu bu kamplarda hastalıktan öldü. Kamplar, dünya çapında öfke yarattı, Britanya'daki tepkiye Liberal Parti'nin büyük bir kısmı önderlik etti. Ancak ABD yine de Britanya'ya destek çıktı. Boer cumhuriyetleri, 1910'da Güney Afrika Birliği ile birleştirildi; birlik kendi yönetimine sahipti ancak dış politikası Londra tarafından kontrol ediliyordu ve Britanya İmparatorluğu'nun bir parçasıydı.[66]
Boer'ları yenmekte beklenmedik şekilde çekilen zorluk, Britanya'nın politikalarını yeniden değerlendirmesini zorunlu kıldı. Askeri açıdan, Cardwell reformlarının yetersiz olduğu açıktı. Askerî harekâtları kontrol etmekle yetkili bir genelkurmay kurma çağrısı, askeriye üzerinde muazzam yetkiye sahip bir soylu olan Cambridge Dükü tarafından rafa kaldırılmıştı. Genelkurmayın kurulması ve diğer ordu reformlarını gerçekleştirmek için beş yıl daha geçmesi gerekecek, Lord Haldane'in bakanlığı döneminde Haldane reformları adı verilen bir dizi düzenleme hayata geçirilecekti.[67] Kraliyet Donanması artık Almanya tarafından tehdit ediliyordu. Britanya bu duruma 1904'te tartışmalı bir figür olan Birinci Deniz Lordu John Fisher tarafından başlatılan devasa bir gemi inşaatı programıyla karşılık verdi. HMS Dreadnought 1906'da suya indirildi. HMS Dreadnought, tüm diğer savaş gemilerini mazide bırakan yeni zırh, yeni itiş gücü, yeni toplar ve yeni atış tekniği ile ilk modern savaş gemisiydi.[68] Boer Savaşı, Britanya'nın dünya çapında sevilmediğini gösterdi; dosttan çok düşmanı vardı ve "muhteşem yalnızlık" politikası büyük risk taşıyordu. Yeni dostlara ihtiyacı vardı. Japonya ile askeri ittifak kurdu ve Amerika Birleşik Devletleri ile yakın bir ilişki kurmak için eski tartışmaları tarihe gömdü.[69]
1800 Birlik Yasası'nın kabulüne yol açan anlaşma, İrlanda'daki ceza yasalarının yürürlükten kaldırılmasını ve Katolik Özgürleşmesi'nin sağlanmasını şart koşuyordu. Ancak, Kral III. George özgürleşmeyi engelledi. Daniel O'Connell yönetimindeki bir kampanya hükûmeti taviz vermeye zorladı, 1829'da Katolik Özgürleşmesi gerçekleşti ve Katoliklerin parlamentoya seçilebilmesine izin verildi.[70]
Patates mildiyösü 1846'da İrlanda'yı vurduğunda, kırsal nüfusun çoğu yiyeceksiz kaldı. Yardımlar yetersizdi ve Büyük Kıtlık'ta yüzbinlerce İrlandalı öldü[71] ve milyonlarcası İngiltere ve Kuzey Amerika'ya göç etmek zorunda kaldı. İrlanda, kıtlık öncesi nüfusuna bir daha ulaşamadı.
1870'lerde yeni ılımlı milliyetçi hareket ortaya çıktı. Charles Stewart Parnell yönetimindeki İrlanda Parlamenter Partisi, parlamentoda önemli bir aktör haline geldi. Liberal Başbakan Gladstone tarafından sunulan Özerklik Yasa Tasarıları (Home Rule Bills) Liberalleri ikiye böldü ve parlamentodan geçmedi. Önemli bir birlikçi azınlık (büyük ölçüde Ulster'da) Dublin'deki Katolik-Milliyetçi bir parlamentonun (birlikçiler tarafından "Home Rule"a (yerinden yönetim) nispetle "Rome Rule" (Roma yönetimi) olarak isimlendiriliyordu) kendilerine karşı ayrımcılık yapacağından ve aynı zamanda ekonomiye zarar vereceğinden korkarak özerkliğe karşı çıktı.[72] Parlamento 1870, 1881, 1903 ve 1909'da kiracı çiftçilerin topraklarını satın almasını sağlayan ve kiraları düşüren yasalar çıkardı.[73]
Tarihsel açıdan aristokrasi, Muhafazakârlar ve Liberaller olarak bölünmüştü.[74] Bununla birlikte, Gladstone İrlanda için yerinden yönetim taahhüdünde bulunduğunda, Britanya üst sınıfları Liberal Parti'yi büyük ölçüde terk ederek Muhafazakârlara Lordlar Kamarası'nda kalıcı çoğunluk sağladı. Kraliçe'nin ardından Londra'daki yüksek sosyete, özerklikçileri büyük ölçüde dışladı ve Liberal kulüpler kötü bir şekilde bölündü. Joseph Chamberlain, üst sınıf Liberalllerin önemli bir bölümünü partiden kopararak Liberal Birlikçi Parti adlı üçüncü bir parti oluşturdu. Liberal Birlikçiler Muhafazakârlarla iş birliği yaptılar ve parti sonraları Muhafazakar Parti'yle birleşti.[75] 1891'de Gladstone'cu liberaller; İrlanda için özerk yönetim, Galler ve İskoçya'nın İngiltere Kilisesi'nden ayrılması, içki satışında daha sıkı kontroller, fabrika regülasyonlarının büyük ölçüde genişletilmesi ve çeşitli demokratik siyasi reformları içeren Newcastle Programı'nı kabul ettiler. Program, aristokrasinin partiden ayrılmasıyla kendilerini özgürleşmiş hisseden nonkonformist orta sınıf Liberal kesimde büyük destek buldu.[76]
Kraliçe Victoria siyasette küçük bir rol oynadı, ancak ulusun, imparatorluğun ve uygun, ölçülü davranışın sembolü oldu.[77] Gücü, sağduyusu ve dürüstlüğünden geliyordu. Aile yaşamının, dayanıklılığın ve imparatorluğun bir sembolü olarak ve ayrıca orta-üst sınıf kadınların ev işleriyle ilgilenmesinin beklendiği ve erkeklerin kamusal alana hükmettiği bir çağda en yüksek kamu görevini elinde tutan bir kadın olarak Kraliçe Victoria'nın etkisi kalıcı oldu. Hükümdar olarak başarısı, yıllar içinde topluma verdiği masum genç kadın, sadık eş ve anne, acı çeken ve sabırlı dul ve son olarak büyükanne maderşah izlenimlerinin gücünden kaynaklanıyordu.[78]
Britanya'nın gücünün zirvesinde olduğu bir dönemde hem dışişleri bakanlığı ve başbakanlık görevlerinde bulunmuş olan Lord Palmerston, on yıllar boyunca Britanya dış politikasına yön verdi.[79] Agresif zorbalığı ve "liberal müdahaleci" politikaları nedeniyle döneminde tartışmalara yol açan Palmerston'ın siyasi kararları halen tartışılmaktadır. Palmerston son derece vatansever olmakla beraber Kraliyet Donanmasını Atlantik köle ticaretini baltalamak için kullanmıştır.[80]
Disraeli ve Gladstone, Britanya'da parlamenter yönetimin altın çağı olan 19. yüzyılın sonlarında siyaseti domine ettiler. Uzun süre idolleştirilen bu iki figür hakkında tarihçiler son yıllarda (özellikle Disraeli için) çok daha eleştirel hale geldiler.[81]
Benjamin Disraeli (1868 ve 1874-1880 yıllarında başbakan) günümüzde de Muhafazakâr Parti'nin ikonik bir kahramanı olmaya devam etmektedir. Disraeli, partinin yaratılmasında, politikalarının belirlenmesinde ve toplumun geniş kesimlerine yayılmasında büyük rol oynadı. Disraeli, dünya meselelerindeki gür sesi, Liberal lider William Gladstone ile siyasi savaşları ve "tek milletçi muhafazakarlığı" (one-nation conservatism) veya diğer ismiyle "Tory demokrasisi" ile hatırlanmaktadır. Bu politikalar Muhafazakârları Britanya İmparatorluğu'nun ihtişamı ve gücüyle en çok özdeşleşen parti yaptı. Disraeli, o 12 yaşındayken Anglikanlığa geçmiş Yahudi kökenli bir ailede doğdu.[82]
Disraeli yerleşik siyasi, sosyal ve dini değerler ile seçkinleri korumak için savaştı; radikalizme, belirsizliğe ve materyalizme karşı ulusal liderliğe olan ihtiyacı vurgu yaptı.[83] Gladstone'un emperyalizme karşı olumsuz tutumunun aksine, Briton büyüklüğünün temeli olarak gördüğü Britanya İmparatorluğu'nun Hindistan ve Afrika'da genişleme ve güçlenmesine verdiği coşkulu destekle tanınır. Gladstone, Disraeli'nin bölgesel genişleme, askerî gösteriş ve emperyal sembolizm (kraliçeyi Hindistan imparatoriçesi yapmak gibi) politikalarını kınadı ve bunun ticareti önceleyen modern bir Hristiyan ulusa yakışmadığını söyledi.
Disraeli dış politikada en çok Rusya savaşı ve elde edilen zaferle tanınır. Disraeli'nin ikinci döneminde, Osmanlı İmparatorluğu'nun adım adım çöküşü ve Rusya'nın bundan pay alma isteği, diğer bir deyişle Doğu Sorunu ile uğraştı. Disraeli, Britanya'nın Osmanlı kontrolündeki Mısır'daki Süveyş Kanalı Şirketinin büyük bir hissesini satın almasını sağladı. 1878'deki Berlin Kongresi'nde Rusya'nın Osmanlı'ya karşı kazandığı zaferlere karşın Balkanlarda barışı korumak için çalıştı ve ezeli düşmanı Rusya'nın aleyhine anlaşmalar yaptı.[84]
Disraeli geleneksel tarih anlatımında "Tory demokrat" ve refah devleti destekçisi olarak görülse de tarihçiler onun 1874-1880'deki sosyal yasalar için çok az önerisi olduğunu ve 1867 Reform Yasası'nın haklarından mahrum bırakılan işçiler için bir vizyon yansıtmadığını iddia etmiştir, bu yüzden Disraeli günümüzde eski itibarına sahip değildir.[85] Ancak Disraeli, sınıf karşıtlığını azaltmak için çalıştı, çünkü Perry'nin belirttiği gibi: "Spesifik sorunlarla karşılaştığında, kent ve köy, toprak ağaları ve çiftçiler, sermaye ve emek arasında ve Britanya ile İrlanda'daki mezhep çatışmasında gerilimi azaltmaya çalıştı. Diğer bir deyişle, farklı grupları bir araya getirerek bir sentez oluşturmak için uğraştı."[86]
Disraeli'nin Liberal rakibi William Ewart Gladstone, dört ayrı dönem (1868–1874, 1880–1885, 1886 ve 1892–1894) başbakanlık görevini yürüttü.[87] Liberal Parti'nin ahlaki kutup yıldızı olarak bilinen Gladstone, hitabeti, dindarlığı, liberalizmi, Disraeli ile rekabeti ve Kraliçe ile anlaşmazlıkları ile ünlüydü. Kişisel olarak bir nonkonformist olmamasına ve onlardan şahsen hoşlanmamasına rağmen, nonkonformistlerle kurduğu ittifak Liberallere güçlü bir taban desteği sağladı.[88]
Gladstone'un ilk başbakanlık dönemi, Anglikan İrlanda Kilisesi'nin İngiltere Kilisesi'nden ayrılarak yetkilerinin elinden alınması ve devletle ilişkisinin kesilmesi (Disestablishment) ve gizli oy usulünün getirilmesi dahil olmak üzere birçok reform gördü. Partisi 1874'te yenilgiye uğradı, ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun Hristiyan Bulgarlara yönelik zulmüne muhalefeti onu yeniden iktidara getirdi. Gladstone'un 1879-1880 Midlothian Kampanyası, modern siyasi kampanya yönteminin ilk örneği sayılmaktadır. Liberallerin İrlanda konusundaki görüş ayrılıkları git gide artarken Gladstone 1886'da İrlanda özerklik önerdi ancak teklif parlamentodan döndü. Liberal Parti'de ortaya çıkan bölünme, 20 yıl boyunca iktidarın çoğunlukla Muhafazakârlarda kalmasına yol açtı.
Gladstone'un dengeli bütçe, düşük vergiler ve laissez-faire kavramlarına dayanan mali politikası, gelişmekte olan kapitalist bir topluma uygunsa da ekonomik ve sosyal koşulların değişimine ayak uyduramadı. Hayatının ilerleyen dönemlerinde "Büyük Yaşlı Adam" olarak anılan devlet adamı, işçiler ve alt orta sınıfta popülerliğini hiç kaybetmemiş dinamik bir hatipti. Son derece dindar olan Gladstone, evanjelik duyarlılığı ve aristokrasiye muhalefetiyle siyasete yeni bir ahlaki ton getirdi. Ahlakçılığı genellikle üst sınıf rakiplerini (Disraeli'yi güçlü bir şekilde destekleyen Kraliçe Victoria dahil) kızdırdı ve Liberal Parti üzerindeki sıkı kontrolü partinin bölünmesine yol açtı. Dış politikada hedefi, çatışma yerine işbirliğine ve rekabetle şüphe yerine karşılıklı güvene dayalı bir Avrupa düzeni yaratmaktı; hukukun üstünlüğü, gücün ve kişisel çıkarın saltanatının yerini alacaktı. Gladstone'un Avrupa Uyumu (Concert of Europe) konsepti, Almanlar tarafından yenilgiye uğratılarak yerini manipüle edilmiş ittifaklar ve düşmanlıklardan oluşan Bismarkiyen sistem aldı.[89]
İrlanda ile ilgili olarak, başlıca Liberal çabalar, Toprak Yasaları aracılığıyla toprak reformuna ve 1869 İrlanda Kilisesi Yasası ile İrlanda (Anglikan) Kilisesi'nin resmî kilise statüsünün kaldırılmasına odaklandı. Gladstone, İrlanda Özerklik Hareketi'nin önderlerindendi, ancak bu konu Liberal Parti'de derin bir ayrışmaya neden oldu. Joseph Chamberlain, İrlanda özerkliğini reddeden Liberal Birlikçi Parti'yi kurdu ve Muhafazakârlarla ittifak kurdu.[90]
Reformlar açısından, Gladstone'un ilk bakanlığı (1868-1874), onun en başarılı dönemiydi.[91] Gladstone, toplumu daha verimli, daha adil hale getirmede hükûmetin önderliğine inanan ve toplumda özgürlük ve hoşgörüyü artırmak için devletin rolünü genişletmesi gerektiğinde ısrar etmiş bir idealistti.[92] 1870 Eğitim Yasası, evrensel eğitimi devlet politikası haline getirdi.[93] Adalet sistemi, yüzyıllar öncesine dayanan, birbiriyle örtüşen ve çatışan çok sayıda mahkemeden oluşuyordu. 1873 Yargı Yasası, tüm mahkemeleri tek bir merkezi sistemde birleştirdi.[94] Yerel yönetimlerde, hızla büyüyen şehirlerde sanitasyon ve temiz su sorunlarıyla mücadele için halk sağlığı alanı güçlendirildi. Yerel yönetimler, sonraki Gladstone hükûmetinde bir düzene sokuldu ve daha güçlü ve standart hale getirildi. Patronaj ve kayırmacılığın yerini, ailenin ve aristokrasinin rolünü önemsizleştiren ve yetenek ve beceriyi öne çıkaran kamu hizmeti sınavları aldı. Oyların satın alınmasını önlemek için 1872'de gizli oy sistemi yürürlüğe girdi - politikacılar, kişinin nasıl oy kullandığından emin olamadığından oy satın almaya yeltenmeyeceklerdi. 1871 Sendika Yasası, işverenlerin korkusunu azalttı, sendikaları yasal hale getirdi ve mali kaynaklarını koruma altına aldı. İrlanda Kilisesi'nin resmî kilise statüsü kaldırıldı. Katolikler artık Protestan bir kiliseye vergi ödemek zorunda değildi.[95] Bu dönemde donanma iyi durumdayken, orduda sorunlar mevcuttu: Örgütlenmesi karışıktı, politikaları adaletsizdi ve cezaları temelde kırbaçlamaya dayanıyordu. İlçe düzeyinde, politikacılar kimin ilçe milis birimi görevlerine geleceğine karar vermekte, bu kararı verirken liyakat yerine sosyal sınıf bağlantılarını göz önüne almaktaydı. Düzenli orduda askerlik 21 yıl sürmekteydi, ancak Gladstone'un Savaş Bakanı Edward Cardwell tarafından başlatılan reformlarla, askere alınmalar altı yıl üzerine altı yıl rezerve indirildi. Alaylar bölgelere göre organize edildi ve modern tüfeklerle donatıldı. Karmaşık komuta zinciri basitleştirildi ve savaş zamanında ilçe milislerinin merkezi savaş dairesinin kontrolü altına girmesi kararlaştırıldı. Barış zamanında kırbaç cezası kaldırılırken rütbe satın alma uygulaması da sona erdi. Tüm bunlara rağmen reformlar tamamlanamamıştı çünkü Cambridge Dükü, Silahlı Kuvvetler Başkomutanı olarak vasat yeteneklerine rağmen hala büyük bir yetkiye sahipti.[96] Tarihçiler, Gladstone'u reform programından dolayı övmektedir.[97]
Tarihçiler, dışişleri bakanı ve başbakan Lord Salisbury'nin 19. yüzyılın sonlarında dış politikada güçlü ve etkili bir lider olduğu konusunda hemfikirdir. Sorunları kavramada üstün bir yeteneği vardı ve:
Britanya'nın tarihi çıkarlarının ne olduğuna hâkim, sabırlı ve pragmatik bir uygulayıcıydı.... Afrika'nin parçalanması, Birleşik Devletler ile Almanya'nın yükselişi ve emperyal güçler haline gelişi ve büyük güçlerden ciddi tepki toplamadan Britanya'nın dikkatini Çanakkale'den Süveyş'e çevirmesi onun döneminde gerçekleşti.[98]
Muhafazakâr Başbakan Lord Salisbury, "geleneksel, aristokratik muhafazakârlığın simgesi olan yetenekli bir liderdi."[99] Salisbury "büyük bir dışişleri bakanıydı, [ama] özünde olumsuz, hatta içişlerinde gericiydi."[100] Başka bir tarihçinin görüşü daha olumludur: Salisbury'yi "popüler dalgayı yirmi yıl ötede tutan" bir lider olarak tasvir etmiştir.[101] "Modern Muhafazakarlığın 'ilerici' fraksiyonuna uyum sağlayamazdı."[102] Bir tarihçi, "Salisbury'nin dar alaycılığına" dikkat çekti.[103] Salisbury'nin bir hayranı, Salisbury'nin 1867 ve 1884 Reform Yasaları'ndan doğan demokrasiyi "belki de beklediğinden daha az sakıncalı" bulduğunu, "kendi kamusal kişiliği aracılığıyla, onun iğrençliğinin bir kısmını hafifletmeyi başardığını" düşündüğünü ifade ediyor.[104]
1900'den 1945'e kadar başbakanlar: Salisbury Markisi, Arthur Balfour, Henry Campbell-Bannerman, H. H. Asquith, David Lloyd George, Bonar Law, Stanley Baldwin, Ramsay MacDonald, Stanley Baldwin, Ramsay MacDonald, Stanley Baldwin, Neville Chamberlain ve Winston Churchill'dir.
Liberal Parti, 1906'dan savaş koalisyonunun kurulduğu 1915'e kadar iktidardaydı. Liberaller Briton refah devletinin temellerini oluşturan refah reformlarını yaptılar. Lordların veto gücünü zayıflattılar ancak kadınların seçme hakkını kabul etmediler. 1914'te görünüşte İrlanda İç İdaresi sorununu "çözülse" de savaş patlak verdiğinde çözüm rafa kaldırıldı. Liberal H. H. Asquith, 1908-1916 yıllarında başbakanlık yaptı, ardından 1916–1922 yılları arasında David Lloyd George görev aldı. Asquith partinin lideri olmasına rağmen, Liberallerin hakim gücü Lloyd George'tu. Savaş koalisyonunun başbakanı olmak Asquith'e ağır geldi ve Lloyd George, 1916 sonlarında koalisyon başbakanı olarak onun yerini aldı, ancak Asquith parti lideri olarak kaldı. İkili, partinin kontrolü için yıllarca mücadele ettiler ve bu süreçte partiyi fena halde zayıflattılar.[105] The Oxford Companion to British History'de tarihçi Martin Pugh, Lloyd George hakkında şunları öne sürüyor:
Savaş öncesinde Britanya'nın sosyal refah sistemini (büyük kısmı yüksek gelirlere ve toprağa konan vergilerle karşılanan sağlık sigortası, işsizlik sigortası, emekli aylığı) kurmasıyla kamusal yaşam üzerinde hiçbir 20. yüzyıl liderinin ulaşamayacağı kadar büyük bir etki yarattı. Bunun üstüne dış politikada I. Dünya Savaşı'nın kazanılmasında, barış konferansında Avrupa haritasının yeniden çizilmesinde ve İrlanda'nın parçalanmasında öncü rol oynadı.[106]
Kraliçe Victoria 1901'de öldü ve oğlu VII. Edward onun yerine geçti. Edward Dönemi daha mütevazı Victoria Dönemi'ne kıyasla daha büyük ve abartılı zenginlik gösterileri ile tanınır. 20. yüzyılın gelişiyle birlikte sinema filmleri, otomobiller ve uçaklar kullanılmaya başlandı. Yeni yüzyıl, büyük bir iyimserlik duygusuyla karşılandı. Geçen yüzyılın sosyal reformları, 1900'de İşçi Partisi'nin kurulmasıyla 20. yüzyılda da devam etti. Edward 1910'da öldü ve yerine 1910-1936 yılları arasında hüküm süren V. George geçti. Skandalsız, çalışkan ve popüler bir kral olan V. George, Kraliçe Mary ile birlikte Britanya kraliyet ailesi için orta sınıf değer ve erdemlerine dayanan modern örnek davranış modelini kuran Britanya hükümdarıydı. Britanya'nın denizaşırı imparatorluğunu altında görev yapan tüm başbakanlarından daha iyi anlıyordu ve sayılar ve ayrıntılar için olağanüstü bir hafızası vardı: Kral George, üniformalar, siyaset veya kişiler arası bağlantılar gibi detaylara hakimiyetini tebaası ile ilişkilerinde iyi bir etki yaratmak için kullandı.[107]
Zenginlik dönemiydi, ancak siyasi krizler kontrolden çıkmak üzereydi. George Dangerfield (1935), "liberal İngiltere'nin garip ölümünü", 1910-1914 yıllarında art arda vuran İrlanda krizi, işçi eylemleri, kadınlara seçme hakkı hareketi ve parlamentodaki partizan ve anayasal çatışmalardan kaynaklanan ve ciddi sosyal ve politik istikrarsızlıkla sonuçlanan çoklu kriz olarak tanımladı. Hatta bir noktada ordu, Kuzey İrlanda ile ilgili emirleri reddedebilir hale geldi.[108] Ufukta bu sorunlara yönelik hiçbir çözüm görünmüyordu, ancak 1914'te beklenmedik bir şekilde patlak veren Büyük Savaş'la iç meseleler askıya alınmış oldu.
Ross McKibbin, Edward döneminin siyasi parti sisteminin 1914'teki savaşın arifesinde hassas bir dengede oturduğunu savunmaktadır. Liberaller, ilerici İşçi Partisi ittifakıyla ve bazen de İrlanda milliyetçilerinin desteğiyle iktidarda kaldı. Koalisyon, (Muhafazakarların aradığı yüksek gümrük vergilerinin aksine) serbest ticareti, (Muhafazakarların karşı çıktığı) sendikalar için serbest toplu pazarlığı, refah devletini güçlendiren aktif bir sosyal politikayı ve Lordlar Kamarası'nın gücünü azaltmak için anayasal reformu savunuyordu. Koalisyonun uzun vadeli bir planı yoktu çünkü 1890'ların siyasi hareketlerinin kalıntılarından oluşmaktaydı. Koalisyonun sosyolojik temeli, İşçi Partisi tarafından savunulan yükselen sınıf çatışmasından ziyade Anglikan ve İngiliz olmayan topluluklardı.[109]
4 Ağustos'ta Kral, Liberal Başbakan H. H. Asquith'in tavsiyesi üzerine Almanya ve Avusturya'ya savaş ilan etti. İmparatorluğun geri kalanı doğal olarak onu takip etti. Kabinenin savaş ilan etmesinin temel nedenleri, Fransa'ya derin bir bağlılık duygusu ve Liberal Parti'yi bölünmekten kurtarmaktı. Asquith ve Dışişleri Bakanı Edward Gray gibi üst düzey liberaller, kabine Fransa'yı desteklemeyi reddederse istifa etme tehdidinde bulundular. Bu, partinin bölünmesi ve iktidarın bir koalisyona ya da Birlikçi (Muhafazakârlar) muhalefete kaybedilmesi anlamına gelirdi. Bununla birlikte, David Lloyd George gibi Liberalleri içeren büyük bir savaş karşıtı cephe, Belçika'nın tarafsızlığını garanti eden 1839 tarihli anlaşmaya sadık kalmak için savaşı destekleyebilirdi. Bu nedenle, Fransa yerine Belçika kamuoyuna gerekçe olarak sunuldu. Posterler, 1839 Londra Antlaşması uyarınca Belçika'nın tarafsızlığını korumak için Britanya'nın savaşa girmesi gerektiğini anlatmaktaydı.[110]
Britanya aslında savaşa Fransa'yı desteklemek için girdi, Fransa ise Rusya'yı ve Rusya da Sırbistan'ı desteklemek için girmişti. Britanya, Fransa ve Rusya ile Üçlü İtilaf'ı oluşturdu ve (diğer küçük müttefikleriyle birlikte) Almanya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu'nun oluşturduğu İttifak Devletleri ile savaştı. Birkaç hafta sonra Batı Cephesi, milyonlarca insanın öldüğü ama hiçbir ordunun büyük bir ilerleme kaydedemediği bir ölüm sahasına dönüştü. Britanya'nın asıl katkısı ekonomikti; krediler ve hibeler Rusya, İtalya ve küçük müttefiklerin savaşının mali yükünü karşılamalarına yardımcı oldu.[111]
Orduların içine düştüğü çıkmaz, sonsuz sayıda insan ve cephane gerektiriyordu. 1916'da gönüllülük sonlandırıldı, hükûmet ordunun gücünü korumak için Britanya'da (ancak İrlanda'da değil) zorunlu askerlik ilan etti. H. H. Asquith'in savaşın başında ulusal kaynakları seferber etmede geç kalması, savaşı yönetmede yetersiz olduğunu kanıtlamıştı: liderden çok bir komite başkanı gibiydi ve öğleden sonra o kadar çok içmeye başlıyordu ki sadece sabah saatleri çalışabiliyordu.[112] Asquith, Aralık 1916'da çok daha efektif olan David Lloyd George ile değiştirildi. Asquith'in ona karşı düşmanca tavrına rağmen George, Liberallerin çoğundan ve Birlikçilerden güçlü bir destek aldı, ayrıca İşçi Partisi'nin hatırı sayılır bir kısmı da ona arka çıkmıştı. Lloyd George, daha kararlı bir hükûmet için yükselen taleplere yeni ve küçük bir savaş kabinesi kurarak yanıt verdi. Bunun yanında Maurice Hankey için kabine bakanlığı ve 'Garden Suburb'da özel danışmanlardan oluşan bir bakanlık kurarak başbakanlığı yeniden kontrol merkezi haline getirdi.[113]
Britanya savaşı içtenlikle destekledi, ancak İrlanda milliyetçileri bölünmüştü: Bazıları Britanya ordusunda görev yaptı, ancak İrlanda Cumhuriyetçileri Kardeşliği (Irish Republican Brotherhood) 1916'da Paskalya İsyanı'nı planladı. İsyan kolayca bastırılsa da ardından gelen acımasız müdahale, İrlanda kamuoyunu Britanya'nın aleyhine çevirdi, bu da hükûmetin 1917'de İrlanda'da zorunlu askerlik ilan etme planlarını suya düşürdü.[114]
Ulus düşmanı yenmek için Fransa ve ABD ile iş birliği içinde insan gücü, endüstri, maliye, İmparatorluk ve diplomasisini başarıyla seferber etti.[115] Savaşın başlangıcında 250.000 askerden oluşan Britanya Ordusu geleneksel olarak ülkede hiçbir zaman büyük bir işveren olmamıştı. 1918'e gelindiğinde orduda yaklaşık beş milyon insanı istihdam etmekte ve Kraliyet Donanması Havacılık Servisi (RNAS) ve Kraliyet Uçuş Kolordusundan (RFC) yeni kurulan Kraliyet Hava Kuvvetleri, savaş öncesi tüm ordunun büyüklüğüne denkti. Ordudaki çok sayıda erkeğe rağmen ekonomi 1914'ten 1918'e kadar yaklaşık %14 büyüdü; Alman ekonomisi ise aynı dönemde %27 küçülmüştü. Savaş sivil tüketimde düşüşe yol açtı, askerî malzemelere ise talep arttı. Devletin GSYİH içindeki payı 1913'te %8'den 1918'de %38'e yükseldi (1943'te %50'ye ulaşaktı). Savaş, Britanya'yı mali rezervlerini tüketmeye ve New York bankalarından büyük miktarda borç almaya zorladı. ABD'nin Nisan 1917'de savaşa girmesinden sonra, Hazine doğrudan ABD hükûmetinden borç aldı.[116]
Kraliyet Donanması, savaşın tek büyük deniz muharebesi olan 1916'daki Jutland Muharebesi'nde daha küçük Alman filosunu yenerek denizlere hakim oldu. Almanya abluka altına alındı ve ülkede kıtlık baş gösterdi. Tarafsız kalan güçlü ABD ile savaş tetikleme riskine rağmen Almanya'nın deniz stratejisi ablukayı kırmak için U-botların kullanımına yöneldi. Berlin, Britanya'ya giden denizyollarının savaş bölgeleri ilan etti ve tarafsız olsun ya da olmasın tüm gemileri hedef aldı. Bununla birlikte uluslararası yol hukuku mürettebata ve yolculara cankurtaran botlarına binme fırsatı verilmesini gerektiriyordu. Mayıs 1915'te, bir U-bot uyarı vermeden İngiliz yolcu gemisi Lusitania'yı torpilledi; gemi 18 dakikada battı ve 100'den fazla Amerikalı da dahil olmak üzere 1000'in üzerinde çaresiz sivil öldü. ABD Başkanı Woodrow Wilson'ın şiddetli protestoları, Berlin'i topyekûn denizaltı savaşını terk etmeye zorladı. 1917'de Rusya'ya karşı kazanılan zaferle Alman yüksek komutanlığı nihayet Batı Cephesi'nde sayısal üstünlüğün onlara geçeceğini hesapladı. 1918'de büyük bir bahar saldırısı planlayarak, Amerikan bayrağını dalgalandırsalar bile tüm ticari gemileri uyarı vermeden batırmaya devam etti. ABD, İttifak Devletleri'nin yanında (ancak resmi olarak onlara katılmadan) savaşa girdi ve İttifak'ın savaş çabalarını sürdürmek için gerekli para ve malzemeleri sağladı. U-bot tehdidi, sonuçta Atlantik üzerindeki bir konvoy sistemi tarafından yenildi.[117]
Diğer cephelerde Britonlar, Fransızlar, Yeni Zelandalılar, Avustralyalılar ve Japonlar Almanya'nın kolonilerini ele geçirdiler. Britanya Osmanlı Devleti ile mücadelesinde Türkleri topraklarından kovmaları amacıyla Arapları ayaklandırdı, ancak Çanakkale Savaşı ve Irak Cephesi'nde yenilgiye uğradı. Yorgunluk ve savaş bıkkınlığı 1917'de gittikçe kötüleşirken Fransa'daki çatışmalar sürmekte ve ufukta barış görünmemekteydi. Almanlar, Rusya'yı mağlup ettikten sonra milyonlarca Amerikan askeri gelmeden 1918 baharında zafer kazanmaya çalıştı. Ancak planları işlemeyen ve ağustosta üstünlüklerini kaybeden Almanya 11 Kasım 1918'de teslimiyet anlamına gelen ateşkesi kabul ettiler.[118]
Art arda gelen seferberlik çağrıları, kadınların istihdamı, sanayi ve silah üretimindeki dramatik artış, fiyat kontrolleri ve karneye bağlanan ürünler ile savaşı kazanmaya adanan derin vatanseverlik duygusu Britanya toplumu ve hükûmetini kökünden değiştirdi. Her hafta yeni departmanlar, bürolar, komiteler ve operasyonlar oluşturulurken, uzmanlara danışılırken ve yavaş ilerleyen yasama sürecinin yerini başbakanın Konsey Emirleri (Orders in Council) alırken parlamento arka planda kaldı. Barış döneminde dahi bu yeni boyut ve dinamizm Britanya hükûmetinin etkinliğini kalıcı olarak dönüştürdü.[119] 1916'nın sonlarında Asquith'in yerini alan ve o da bir Liberal olan David Lloyd George, savaş zamanının güçlü Levazım Bakanı'ydı. George, insanları istediğini yapmaya ikna etme ve böylece fikirlerini yüksek hızla uygulamaya koyma konusundaki olağanüstü yeteneğiyle savaş çabalarına enerji ve dinamizm verdi. Başyardımcısı Winston Churchill, Lloyd George hakkında şunları söylemiştir: "İşleri halletme ve yoluna koyma sanatının hayatımda gördüğüm en büyük ustasıydı; aslında benim zamanıımın hiçbir Briton siyasetçisi, insanları ve işleri harekete geçirme yetkinliğinin yarısına sahip değildi."[119]
20. yüzyılın ilk yıllarına kadar devam eden Viktorya dönemi davranış ve idealleri Birinci Dünya Savaşı sırasında değişti. Üç milyonu bulan zayiat "Kayıp Nesil" olarak biliniyordu ve bu durum kaçınılmaz olarak toplumu yaralamıştı. Kayıp nesil yaptıkları fedakarlığın anayurtlarında pek önemsenmediğini hissetmekte, Siegfried Sassoon'un Blighters'ı gibi şiirler anayurtta bilgisizce sürüp giden jingoizmi eleştirmekteydi. Kayıp nesil politik olarak aktif değildi ve hiçbir zaman siyasi iktidarda bir nesil değişikliği yapma şansına sahip olmadı. 1914'te Britanya'yı yöneten genç devlet adamları 1939'da Britanya'yı yöneten yaşlı adamlar ile aynı kişilerdi.[120]
Savaş, Britanya ve müttefikleri tarafından kazanılmış, ancak Britanya zaferin faturasını dehşet verici mal ve can kayıplarıyla ödemişti. Bu durum toplumda savaşların bir daha asla yapılmaması gerektiği duygusunu yarattı. Milletler Cemiyeti, milletlerin farklılıklarını barışçıl yollarla çözebilecekleri fikriyle kurulmuş, ancak bu umut gerçekleşmemişti. Almanya'ya dayatılan ağır barış anlaşması, onu küskün ve intikam arayan bir ülke hâline getirecekti.
1919'daki Paris Barış Konferansı'nda tüm önemli kararları Lloyd George, ABD Başkanı Woodrow Wilson ve Fransa Başbakanı Georges Clemenceau aldı. Gelecekteki savaşları önlemek için bir mekanizma olarak Milletler Cemiyetini kurdular. Avrupa'da yeni uluslar oluşturmak için mağlup ülkeleri parçaladılar, Alman sömürgelerini ve Türkiye dışındaki Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaştılar. Ağır gibi görünen (ancak yaşananların vehametine kıyasla mütevazı kalan) mali tazminatlar koydular. Almanya'yı savaşı başlatmaktaki suçunu açıklamaya zorlayarak küçük düşürdüler, bu Almanya'da büyük kızgınlığa neden olan ve Nazizm gibi akımları körükleyen bir politikaydı. Britanya, Afrika'daki Alman sömürgeleri Tanganyika ile Togoland'ın bir bölümünü ele geçirirken, Britanya'ya bağlı dominyonlar da başka sömürgeler kazandılar. Milletler Cemiyeti, Yahudi yerleşimciler için bir anavatan olarak vadedilen Filistin ile Irak mandalarını Britanya'ya verdi. Irak, 1932'de tam bağımsızlığını kazandı. 1882'den beri Britanya himayesinde olan Mısır, 1922'de bağımsız oldu, ancak İngilizler 1952'ye kadar ülkede varlıklarını sürdürdüler.[121]
1912'de Avam Kamarası yeni bir Özerklik yasa tasarısını kabul etti. 1911 Parlamento Yasası uyarınca, Lordlar Kamarası yasayı iki yıla kadar erteleme yetkisini kullandı, nihayet 1914 İrlanda Hükûmeti Yasası kabul edildi, ancak yasa savaş süresince askıya alındı. Kuzey İrlanda'daki Protestan-birlikçiler, Katolik-milliyetçilerin hakimiyeti altına girmeyi reddedince adada iç savaş tehdidi ortaya çıktı. Savaşmaya hazır yarı askeri birimler oluşturuldu: yasaya karşı çıkan birlikçi Ulster Gönüllüleri ve karşılarında yasayı destekleyen İrlanda Gönüllüleri. 1914'te Dünya Savaşı'nın patlak vermesi, krizi siyasi olarak askıya aldı. 1916'da örgütsüz Paskalya Ayaklanması Britanya tarafından acımasızca bastırıldı ve bu durum milliyetçilerin bağımsızlık taleplerini güçlendirdi. Başbakan Lloyd George, 1918'de özerklik vermeyi başaramadı ve Aralık 1918 genel seçimlerinde Sinn Féin İrlanda sandalyelerinin çoğunu kazandı. Sinn Féin milletvekilleri Westminster'daki sandalyelerini almayı reddettiler, bunun yerine Dublin'deki Birinci Dáil parlamentosunda oturmayı seçtiler. Bir bağımsızlık bildirgesi, Ocak 1919'da Cumhuriyet'in parlamentosu Dáil Éireann tarafından onaylandı. Kraliyet kuvvetleri ile İrlanda Cumhuriyet Ordusu arasında Ocak 1919 ile Haziran 1921 arasında İrlanda Bağımsızlık Savaşı gerçekleşti. Savaş, Özgür İrlanda Devleti'ni kuran Aralık 1921 İngiliz-İrlanda Antlaşması ile sona erdi.[122] Ağırlıklı olarak Protestan olan altı kuzey bölgesi Kuzey İrlanda adıyla Brtianya'da kaldı, Katolik azınlığın İrlanda Cumhuriyeti ile birleşme taleplerine rağmen bölge halen Birleşik Krallık'a bağlıdır.[123] Britanya, 1927 Kraliyet ve Parlamento Unvanları Yasası ile "Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı" adını resmen kabul etti.
Tarihçi Arthur Marwick, I. Dünya Savaşı'nın ardından Britanya toplumunun radikal bir dönüşüme uğradığını iddia etmekte, eski gelenek ve davranış biçimlerinden sıyrılarak daha eşitlikçi bir toplumun ortaya çıktığını belirtmektedir. Marwick, 1920'lerin ünlü edebi karamsarlığını yersiz olarak görmekte ve savaşın Briton toplumu üzerinde uzun vadede olumlu sonuçları olduğunu savunmaktadır. Buna kanıt olarak ise işçilerin öz farkındalığındaki harekete geçiş sonucunda İşçi Partisi'nin hızlı inşasını, kadınlara kısmi seçme hakkının verilmesini ve sosyal reform ile ekonomide devlet kontrolünün ivme kazanmasını öne sürmektedir. Aristokrasiye ve yerleşik otoriteye karşı saygının azaldığı, ahlaki ve geleneksel kısıtlamaların gençler arasında zayıfladığı tespitini yapan Marwick, sınıf ayrımlarının yumuşadığını, ulusal birliğin güçlendiğini ve Britanya toplumunun daha eşit hale geldiğini söylemektedir.[124]
19. yüzyılın sonlarından itibaren Britanya'da boş zaman, okuryazarlık, zenginlik, seyahat kolaylığı arttıkça ve bir topluluk olma anlayışı geliştikçe, toplumun tüm sınıflarında her tür eğlenceye daha fazla zaman ve ilgi ortaya çıktı.[125] Yılda bir tatile çıkmak yaygınlaştı. Turistler sahil beldelerine akın etti; Blackpool, 1930'larda yılda 7 milyon ziyaretçi ağırlıyordu.[126] Eğlence organizasyonları esas olarak erkeklere hitap ediyordu, ancak orta sınıfa mensup kadınların sınırlı katılımına izin veriliyordu. Üst sınıfa ait kulüpler (club) ile işçi sınıfı ve orta sınıfa ait barlar (pub) arasında sınıf farklılıkları vardı.[127] Ağır içicilik azaldı; artık büyük bahisleri cazip kılan daha fazla müsabaka vardı. Ortalama bir İngiliz için spora ve her türlü eğlence etkinliğine katılım ve spor müsabakalarına ilgi önemli ölçüde arttı. 1920'lere gelindiğinde sinema ve radyo, başta genç kadınlar olmak üzere her sınıftan, yaştan ve cinsiyetten çok sayıda kişinin ilgisini çekiyordu.[128] Kasket takan ve balık ve patates kızartması (fish and chips) yiyen işçi sınıfı erkekleri heyecanlı futbol seyircileriydiler. Müzikhollerde şarkı söylediler, at yarışlarında kumar oynadılar ve yazları ailelerini Blackpool'a götürdüler. 1957'de başlayan gazete karikatürü Andy Capp bu yaşam tarzının yansıtmaktaydı. Siyasi aktivistler, işçi sınıfı eğlencelerinin erkekleri devrimcilikten uzaklaştırdığından yakınıyorlardı.[129]
İngiliz sinema sektörü, 1890'larda sinemaların bütün Batı dünyasında popülerleşmesiyle ortaya çıktı ve aktörler, yönetmenler ve yapımcılar için büyük ölçüde Londra tiyatrosundan beslendi.[130] Ancak Amerikan pazarı çok daha büyük ve zengindi. En üstün yetenekleri transfer eden Amerikalılar, özellikle 1920'lerde Hollywood ön plana çıktığında dünya sinemasının yüzde 80'inden fazlasını üretmekteydi. Karşı koyma çabaları boşunaydı - hükûmet Britanya yapımı filmler için kota koydu, ancak başarı sağlayamadı. Hollywood ayrıca bol gelir getiren Kanada ve Avustralya pazarlarına da hakim oldu. Bollywood (Mumbai merkezli) devasa Hint pazarına hakim oldu.[131] Londra'da kalan önde gelen yönetmenler, Macar göçmeni Alexander Korda ve Alfred Hitchcock'tu. 1933-1945 döneminde, özellikle Nazilerden kaçan Yahudi film yapımcılarının ve aktörlerin gelişiyle, yaratıcılıkta bir canlanma oldu.[132] Bu arada Hollywood filmlerini izlemek isteyen kalabalıklar için devasa saraylar inşa edildi. Liverpool'da nüfusun yüzde 40'ı haftada bir kez şehirdeki 69 sinemadan birine gidiyordu, yüzde 25 ise iki kez gitmekteydi. Gelenekçiler, Amerikan kültürel istilası hakkında homurdandılar, ancak bu durumun toplum üzerinde kalıcı etkisi küçüktü.[119]
Radyoda ise Britanyalı izleyicilerin tek yayıncı olan devlet kurumu BBC'nin üst sınıfa hitap eden programlarından başka seçeneği yoktu. Son derece ahlakçı bir mühendis olan John Reith tam yetkiye sahipti. Amacı, "İnsan bilgisinin, çabasının ve başarısının her alanında en iyi olan her şey... Yüksek bir ahlaki üslubun korunması tabii ki büyük öneme sahiptir."[119]
Britanyalılar spora tüm rakiplerinden daha derin bir ilgi gösterdiler ve çok çeşitli spor dallarıyla ilgilendiler. Sportmenlik ve sportif erdem (fair play) gibi ahlaki meselelere büyük önem verdiler.[125] Futbol, şehirli işçi sınıf için oldukça cazip bir spor dalı oldu, böylece spor dünyası holigan taraftar ile tanıştı. Golf, tenis, bisiklet ve hokey gibi yeni oyunlar neredeyse bir gecede popüler hale geldi. Kadınların bu sporlara girme imkanı eski yerleşik sporlardan çok daha fazlaydı. Aristokrasi ve toprak sahibi soylular, arazi üzerindeki katı kontrolleri ile avlanma, atıcılık, balıkçılık ve at yarışını domine ettiler.[133] Kriket, Britanya İmparatorluğu ruhunu hakimiyet sahası boyunca (Kanada hariç) yansıtıyordu. Test kriket maçları 1870'lerde başladı; en ünlüsü The Ashes kupası için yapılan Avustralya ve İngiltere arasındaki maçlardır.[134]
1900'den sonra okuryazarlık oranı ve boş zaman arttıkça, kitap okumak popüler bir eğlence haline geldi. Yıllık yeni çıkan kurgu eser sayısı 1920'lerde ikiye katlanarak 1935 yılında 2800 yeni kitaba ulaştı. Kütüphaneler stoklarını üçe katladı ve yeni kurgu eserler için yoğun talep gördü.[135] Büyük etki yaratan bir icat, 1935'te Penguin Books yayınevinden Allen Lane'in öncülüğünü yaptığı ciltsiz karton kapaklı kitaptı. Bu şekilde yayımlanan ilk eserler arasında Ernest Hemingway ve Agatha Christie'nin romanları bulunuyordu. Bu kitaplar, Woolworth's gibi alt sınıflara hitap eden çeşitli mağazalarda ucuza (genellikle altı peni) satılmaktaydı. Penguin, eğitimli orta sınıf tüketiciyi hedefliyordu ve Amerikan karton kapaklı kitaplarının alt sınıf imajından kaçındı. Editöryal çizgisi, kişinin kültürel gelişimi ve politik eğitimini amaçlamaktaydı.[136] Bununla birlikte, savaş yılları, yayıncılar ve kitapçılar için personel sıkıntısına ve ciddi bir kağıt kıtlığına neden oldu. Durum, kağıdın karneye bağlanması ve 1940'ta Paternoster Meydanı'na yapılan ve depolarda bulunan 5 milyon kitabın yanmasına sebep olan hava saldırısıyla daha da kötüleşti.[137]
Romantik kurgu özellikle popülerdi ve bu türde önde gelen yayıncı Mills and Boon'du.[138] Romantik ilişkiler, yalnızca sosyal muhafazakârlığı değil, aynı zamanda kadın kahramanların kişisel özgürlüklerini nasıl kontrol edebildiklerini de gösteren bir cinsel saflığı prensip edinmekteydi.[139][140] Macera dergileri, özellikle DC Thomson'ın yayınları oldukça popüler oldu; yayıncı, erkek çocuklarla konuşmak ve ne okumak istediklerini öğrenmek için ülkenin dört bir yanına gözlemciler gönderdi. Dergilerde ve sinemada erkek çocuklara en çok hitap eden hikâyeler, haklı oldukları savaşlarda heyecanla savaşan Britanya askerlerinin göz kamaştırıcı kahramanlıklarını içerenlerdi.[141]
1919 ve 1920'de refah devletini kalıcı olarak genişleten iki büyük program parlamentodaki Muhafazakâr çoğunluğa rağmen şaşırtıcı derecede az tartışmayla kabul edildi. 1918'deki seçim kampanyasında verilen "kahramanlara layık evler" vaadini gerçekleştirmek amacıyla 1919 Konut, Şehir Planlaması vd. Yasası kabul edildi ve devlete ait bir sosyal konut sistemi kuruldu. Adını Britanya'nın ilk Sağlık Bakanı Christopher Addison'dan alan bu "Addison Yasası", kendi bölgelerindeki barınma ihtiyaçlarının tespiti ve gecekondu mahallelerini dönüştürecek yeni ev inşası için yerel yönetimi sorumlu kıldı. Hazine düşük kiraları sübvanse etti. İngiltere ve Galler'de 214.000 ev inşa edildi ve Sağlık Bakanlığı büyük ölçüde bir konut bakanlığı haline geldi.[119]
1920 İşsizlik Sigortası Yasası, işsizlik oranının düşük olduğu bir zamanda geçirildi. Ev işçileri, tarım işçileri ve memurlar dışındaki tüm çalışanlara 39 haftalık işsizlik ödeneği (the dole) sağlayan bir sistem kuruldu. İşverenlerin ve işçilerin haftalık katkılarıyla finanse edilen sistem, işsiz erkekler için 15 şilin ve işsiz kadınlar için 12 şilinlik haftalık ödeme sağladı. Tarihçi Charles Mowat, bu iki yasayı "arka kapı sosyalizmi" olarak adlandırıyor ve 1921 yılının yüksek işsizlik ortamında Hazine'nin yükünün bir anda patlamasına siyasetçilerin nasıl şaşırdığına dikkat çekiyor.[119]
Lloyd George hükûmeti 1922'de dağıldı. Muhafazakâr Parti'nin lideri (1923–1937) ve Başbakan (1923–1924, 1924–1929 ve 1935–1937'de) Stanley Baldwin bu dönemde Britanya siyasetine hakim oldu.[142] Güçlü sosyal reformlar ve istikrarlı yönetimde istikrar vaatleri seçmende karşılık buldu ve Muhafazakârlar Britanya'yı tek başına ya da Ulusal Hükûmet'in büyük ortağı olarak 1940'lara taşıdı. Baldwin %50'den fazla oy oranı kazanan son parti lideriydi (1931 seçimleri). Baldwin'in siyasi stratejisi, seçmenleri kutuplaştırmak ve seçmenleri sağda Muhafazakarlar ile solda İşçi Partisi arasında seçim yapmaya zorlayarak merkezdeki Liberalleri zor duruma düşürmekti.[143] Kutuplaşma gerçekleşti ve Liberaller Lloyd George başkanlığında faaliyetlerini sürdürmelerine karşın seçimde ancak birkaç sandalye kazandılar ve 2010'da Muhafazakarlarla koalisyon kurana kadar küçük bir faktör olarak kaldılar. Baldwin'in itibarı 1920'lerde ve 1930'larda yükseldi, ancak 1945'ten sonra Almanya'ya yönelik yatıştırma siyasetinden sorumlu tutuldu ve Churchill Muhafazakârların yeni ikonu haline geldi. 1970'lerden bu yana Baldwin itibarını yeniden kazanmaya başladı.[144]
İşçi Partisi, 1923 seçimlerini kazandı, ancak 1924'te Baldwin ve Muhafazakârlar büyük çoğunlukla iktidara geri döndü.
McKibbin, İki Savaş Arası Dönem siyasi kültürünün, başta Baldwin olmak üzere Muhafazakâr liderler tarafından desteklenen anti-sosyalist orta sınıf etrafında inşa edildiğini ifade etmektedir.[145]
Savaş sırasında vergiler artırıldı ve bir daha eski seviyelerine geri dönmedi. Zengin bir adam savaş öncesi gelirinin %8'i kadar vergi verirken savaşın ardından bu oran üçte bire yükseldi. Paranın çoğu the dole, yani haftalık işsizlik yardımına gitti. Her yıl milli gelirin takribi %5'i varsıllardan yoksullara aktarılıyordu. A. J. P. Taylor, toplumun çoğunluğunun "daha uzun tatiller, daha kısa çalışma saatleri, daha yüksek gerçek ücretler vasıtası ile dünya tarihinde hiç görülmediği kadar müreffeh bir hayatın tadını çıkardığını" savunmaktadır.[146]
Britanya ekonomisi, 1920'lerde durgundu: Özellikle İskoçya ve Galler'de ağır sanayi ve kömürde büyük düşüşler yaşanmış ve yüksek işsizlik sorunu ortaya çıkmıştı. Kömür ve çelik ihracatı 1939'da yarı yarıya düştü ve iş dünyası, Fordizm, tüketici kredisi, kapasite fazlalığını yok etme, daha iyi yapılandırılmış bir yönetim tasarımı ve daha büyük ölçek ekonomileri kullanımı gibi ABD'den gelen yeni çalışma ve yönetim ilkelerini benimsemekte geç kaldı.[147] Bir asırdan fazla bir süredir Britanya denizcilik sektörü dünya ticaretine hakim olmuştu, ancak hükûmetin çeşitli teşviklerine rağmen durgunluk sürdü. 1929'dan sonra dünya ticaretindeki keskin düşüşle birlikte durumu iyice kritik hale geldi.[148]
Maliye Bakanı (Chancellor of the Exchequer) Winston Churchill, 1925'te altın standardını geri getirdi, bu karar birçok ekonomist tarafından ekonominin vasat performansından sorumlu tutulmaktadır.[149] Diğerleri ise Dünya Savaşı'nın enflasyonist etkileri ve savaştan sonra azalan çalışma saatlerinin neden olduğu arz krizleri dahil olmak üzere çeşitli faktörleri sebep göstermektedir.[149]
1920'lerin sonlarına gelindiğinde, ekonomik performans istikrara kavuşmuştu, ancak genel durum umut kırıcıydı çünkü Britanya, önde gelen sanayi gücü unvanını Birleşik Devletler'e kaptırmıştı. Ayrıca, bu dönemde İngiltere'nin kuzeyi ve güneyi arasında derin bir ekonomik uçurum vardı; İngiltere'nin güneyi ve Midlands, 1930'larda oldukça müreffehken, güney Galler'in bazı kısımları ve sanayinin yoğunlaştığı Kuzey İngiltere, yüksek işsizlik ve yoksulluk oranları nedeniyle "sıkıntılı alanlar" olarak görülmeye başladı. Buna karşılık, yerel meclisler tarafından köhne gecekondu mahallelerinin yıkılıp ev içi tuvalet, banyo ve elektrikli aydınlatmaya sahip yeni evlerin (council houses) inşası yaşam standardını yükseltti. Özel sektör, 1930'larda bir konut inşaatı patlaması yaşadı.[150]
Savaş sırasında sendikalar teşvik edildi ve 1914'te 4,1 milyon olan sendikalı işçi sayısı 1918'de 6,5 milyona yükseldi ve 1920'de 8,3 milyona ulaşarak zirve yaptı. 1923'e gelindiğinde ise 5,4 milyona geriledi.[151]
Kömür madenciliği hasta bir sektördü; iyi maden sahaları tükeniyor, bu da maliyeti yükseltiyordu. Petrol, yakıtta kömürün yerini almaya başlayınca talep düştü. Lokavt edilen 1,2 milyon madenciye destek amacıyla başlatılan ve dokuz gün süren 1926 genel grevine ülke çapında 1,3 milyon demiryolu, lojisitik, matbaa, liman ve demir-çelik işçisi katıldı. Madenciler, düşen fiyatlar karşısında maden sahiplerinin daha uzun çalışma saatleri ve daha düşük ücret taleplerini reddetmişti.[152] Muhafazakâr hükûmet 1925'te dokuz aylık bir sübvansiyon sağlamış, ancak bu, hasta bir sektörü döndürmek için yeterli olmamıştı. Tüm sendikaların çatı örgütü olan Sendikalar Kongresi (Trades Union Congress, TUC), madencileri desteklemek için bazı kritik sendikalara çağrıda bulundu. İstekleri hükûmetin sektörü yeniden organize etmek ve verimi artırmak amacıyla müdahale etmesi ve sübvansiyonu artırmasıydı. Muhafazakâr hükûmet ise ihtiyaç maddelerini stokladı ve temel hizmetleri orta sınıf gönüllülerle devam ettirdi. Üç büyük parti greve karşı çıktı. İşçi Partisi liderleri partiyi radikalizm imajıyla lekeleyeceğinden korktular ve grevi onaylamadılar, çünkü Moskova'daki Komintern komünistlere grevi agresif bir şekilde desteklemeleri için talimat göndermişti. Genel grevin kendisi büyük ölçüde barışçıldı, ancak madencilerin lokavtı devam etti ve İskoçya'da şiddet olayları yaşandı. Ernest Bevin gibi TUC liderleri bunu bir hata olarak gördü ve 1926 grevi Britanya tarihindeki tek genel grev olarak kaldı. Çoğu tarihçi bunu uzun vadeli sonuçları az olan tekil bir olay olarak ele almaktadır, ancak Martin Pugh bunun işçi sınıfı seçmenlerinin İşçi Partisi'ne yönelimini hızlandırdığını ve bunun da gelecekte kazanımlara yol açtığını söylemektedir.[153] 1927 Çalışma Anlaşmazlıkları ve Sendikalar Yasası, genel grevleri yasadışı ilan etti ve sendika üyelerinden İşçi Partisi'ne otomatik ödemelere son verdi. Bu yasa 1946'da büyük ölçüde yürürlükten kaldırıldı. Kömür endüstrisi kolay erişilebilir kömürü tükettikçe maliyet arttı, üretim ise 1924'te 2567 milyon tondan 1945'te 183 milyon tona geriledi.[154] İşçi Partisi hükûmeti, 1947'de madenleri kamulaştırdı.
Büyük Buhran, 1929'un sonlarında Amerika Birleşik Devletleri'nde ortaya çıktı ve hızla tüm dünyaya yayıldı.1920'lerde ABD, Almanya, Kanada ve Avustralya'da yaşanan ekonomik sıçrama Britanya'da yaşanmamıştı, bu nedenle çöküşün şiddeti daha az oldu.[155] Britanya'nın uluslararası ticareti yarıya indi (1929–1933), ağır sanayi üretimi üçte bir oranında düştü, neredeyse tüm sektörlerde kâr kaybı yaşandı. 1932 yazında kayıtlı işsiz sayısı 3,5 milyondu ve daha birçoğu yarı zamanlı çalışıyordu. Uzmanlar iyimser kalmaya çalıştı. Çöküşü öngörmeyen John Maynard Keynes, "'Londra'da doğrudan ciddi sonuçları olmayacak. Geleceği kesinlikle umut verici buluyoruz."[156]
Solda Sidney Webb, Beatrice Webb, J. A. Hobson ve G. D. H. Cole gibi figürler, kapitalizmin yakında sona ereceğine dair yıllardır yaptıkları uyarıları yinelediler, ancak bu sefer kulak veren insanların sayısı arttı.[157] 1935'ten itibaren Sol Kitap Kulübü her ay yeni bir uyarıda bulundu ve alternatif olarak Sovyet tarzı sosyalizmin güvenilirliği düşüncesini yaydı.[158]
Ekonomik sorunlardan en çok etkilenen bölgeler İngiltere'nin kuzeyi, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler'di; 1930'ların başında bazı bölgelerde işsizlik %70'e ulaştı (toplamda 3 milyondan fazla kişi işsiz kaldı) ve birçok aile tamamen işsizlik ödeneğine dayanarak yaşamını sürdürür hale geldi.
İşsizliğin düştüğü 1936'da, 200 işsiz erkek, sanayi işçilerinin kötü durumuna dikkat çekmek amacıyla Jarrow'dan Londra'ya yürüdü. Basında bolca yer almasına ve sol tarafından fazlasıyla romantikleştirilmesine rağmen Jarrow Yürüyüşü, İşçi Partisi'nde derin bir bölünmeyi ortaya çıkardı ve hükûmetten de sonuç alınamadı.[159] Savaş tüm işsizleri kendine çekene dek işsizlik yüksek kaldı. George Orwell'in Wigan İskelesi Yolu adlı kitabı, dönemin zorluklarına kasvetli bir genel bakış sunmaktadır.
I. Dünya Savaşı'nın dehşetinin ve ölümlerin canlı hatıraları, Britanya toplumunu ve liderlerini iki savaş arası dönemde güçlü bir şekilde barışçılığa yöneltti. Barışa saldırı diktatörlerden geldi: Önce İtalya'da Benito Mussolini, ardından çok daha güçlü Nazi Almanyası'nda Adolf Hitler iktidara geldiler. Milletler Cemiyeti, savunucularını hayal kırıklığına uğratarak diktatörlerin tehditleri karşısında çözüm üretemedi. Britanya'nın politikası, verilen tavizlerle tatmin olmalarını umarak diktatörleri "yatıştırmaktı". 1938'e gelindiğinde savaşın yaklaştığı ve Almanya'nın dünyanın en güçlü ordusuna sahip olduğu ortadaydı. Son yatıştırma çabası, Britanya ve Fransa'nın 1938 Münih Anlaşması'yla Hitler'in talepleri doğrultusunda Çekoslovakya'yı feda etmesiyle gerçekleşti.[160] Hitler yine de tatmin olmayarak Polonya'yı tehdit etti ve sonunda Başbakan Neville Chamberlain yatıştırma politikasını terk ederek Polonya'yı savunma sözü verdi. Ancak Hitler, Doğu Avrupa'yı bölmek için Josef Stalin ile bir anlaşma yaptı; Almanya, Eylül 1939'da Polonya'yı işgal ettiğinde, Britanya ve Fransa savaş ilan etti; Britanya sömürgeleri, Londra'nın kararını takip etti.[161]
Kral, Almanya'nın Polonya'yı işgalinden sonra Eylül 1939'da Nazi Almanyası'na savaş ilan etti. Savaşın başındaki sakin geçen "tuhaf savaş" döneminde, Britonlar Fransa'ya dünyanın en mekanize ordusunu gönderdiler; Fransa ile toplamda Almanya'dan daha fazla tanka, ancak daha az savaş uçağına sahiptiler. 1940 baharındaki ezici Alman zaferi tamamen "üstün savaş doktrini, gerçekçi eğitim, yaratıcı cephe liderliği ve generallerden çavuşlara kadar eşsiz karar alma yeteneğinden" kaynaklanıyordu.[162] İmkansıza yakın görülmesine rağmen Britanya, ana ordusunu (ve birçok Fransız askerini) Dunkerque'ten kurtamayı başardı ancak tüm ekipmanlarını ve savaş malzemelerini geride bıraktı. Winston Churchill, Almanlarla sonuna kadar savaşma sözü vererek iktidara geldi. Almanlar Britanya'yı istila tehdidinde bulundu. Almanlar önce hava üstünlüğünü elde etmeye çalıştılar, ancak 1940 yazının sonlarındaki Britanya Muharebesi'nde Kraliyet Hava Kuvvetleri tarafından yenildiler. Japonya, Aralık 1941'de savaş ilan etti ve hızla Hong Kong, Malay, Singapur ve Birmanya'yı ele geçirerek Avustralya ve Hindistan'ı tehdit etti. Britanya, Sovyetler Birliği ile 1941'de ittifak kurdu ve Birleşik Devletler ile 1940'tan itibaren çok yakın bağlar kurdu. Savaşın maliyeti çok yüksekti. Bu maliyet yüksek vergiler ve varlık satışı ile ABD ve Kanada'nın büyük yardımlarıyla (lend-lease) ödendi. ABD 30 milyar dolarlık savaş malzemesi gönderdi. (Amerikan ve Kanada yardımının geri ödenmesi gerekmiyordu, ancak geri ödenen Amerikan kredileri de mevcuttu.)[163]
Britanya'nın bu dönemdeki topyekûn seferberliği, kamuoyu desteğini koruyarak savaşın kazanılmada etkili oldu. Savaş, demokratik ideallere desteği genişleten ve savaşın ardından bir refah devleti vadeden bir "halk savaşı" kimliği kazandı.[164]
Medya buna "halk savaşı" adını verdi-bu terim, planlı ekonomiye ve genişletilmiş bir refah devletine yönelik toplumsal talebi ifade ediyordu.[165] Kraliyet ailesi savaşta önemli sembolik roller oynadı. The Blitz sırasında Londra'dan ayrılmayı reddettiler ve durmaksızın ülkenin dört bir yarında askerî birlikleri, mühimmat fabrikalarını, tersaneleri ve hastaneleri ziyaret ettiler. Tüm toplumsal sınıflar, kraliyet ailesinin halkın umutlarını, korkularını ve zorluklarını paylaşmasını takdir etti.[166]
Tarihçiler, potansiyel işgücünün büyük bir bölümünü seferber etme, üretimi en üst düzeye çıkarma, yeteneğine göre insanları doğru görevlere atama ve halkın moralini yüksek tutma hedeflerini kapsayan iç cephedeki savaş seferberliği konusunda Britanya'yı son derece başarılı bulurlar.[167]
Bu başarının çoğu, Aralık 1941'den itibaren ilan edilen seferberlik ile kadınların işçi, asker ve ev kadını olarak planlı ve sistematik mobilizasyonundan kaynaklanıyordu.[168] Kadınlar savaş mücadelesini desteklediler ve tüketim mallarının karneye bağlanmasının olumlu sonuçlanmasını sağladılar. Hükûmet bazı konularda ölçüsüz tepki gösterdi: Savaşın ilk günlerinde gereğinden fazla çocuğu tahliye etti, gereksiz gördüğü için sinemaları kapattı ancak ucuz eğlenceye duyulan ihtiyaç kendini gösterdiğinde yeniden açtı, evcil hayvan mamalarının nakliyesinden az da olsa yer kazanmak için kedi ve köpek katliamları gerçekleştirdi-ki bu ancak fareleri kontrol altında tutmak için hayvanların gerekli olduğunun keşfedilmesine yaradı.[169]
Britanya'nın gönüllülüğe dayanan bu sistemi başarılı oldu. Mühimmat üretimi önemli ölçüde arttı ve kalite de korundu. Gemilerde cephane nakline yer açmak amacıyla yerel gıda üretimine önem verildi. Çiftçiler ekili alanı 50.000 km²'den 75.000 km²'ye çıkardılar ve tarımda çalışan iş gücü, özellikle Kadın Arazi Ordusu (Women's Land Army)sayesinde beşte bir oranında arttı.[165]
Hükûmetin hastane ve okul yemeği gibi yeni hizmetler sağlamadaki başarısı ve ortaya çıkan eşitlikçi ruh, genişletilmiş bir refah devletine desteğin artmasına katkıda bulundu. Bu görüş, koalisyon hükûmeti ve tüm büyük partiler tarafından desteklendi. Savaş sırasında yaşam koşullarında, özellikle gıdada hükûmetin ürünleri karneye bağlaması ve gıda fiyatlarını sübvanse etmesiyle iyileşme sağlandı. Bununla birlikte, barınma koşulları bombalamalarla daha da kötüleşti ve giyimde sıkıntı yaşandı.
Zenginler ve beyaz yakalıların vergileri artar ve gelirleri keskin bir şekilde düşerken mavi yakalı işçiler karne ve fiyat kontrollerinden yararlandılar, bu da toplumda eşitsizliğin azalmasını sağladı.[170]
Halk, savaş zamanındaki fedakarlıklarına karşılık ödül olarak refah devletinin genişletilmesini talep etti.[171] Hedef, William Beveridge tarafından hazırlanan ünlü bir raporda uygulamalı hale getirildi. Raporda 1911'den beri adım adım büyüyen çeşitli gelir desteği hizmetlerinin sistematik ve evrensel hale getirilmesi tavsiye ediliyordu. İşsizlik ve malullük ödenekleri evrensel olacak, annelik için yeni ödenekler çıkarılacaktı. Yaşlılık aylığı sistemi revize edilip genişletilecek ve kişinin emekli olmasını zorunlu kılacaktı. Tam kapsamlı bir Ulusal Sağlık Servisi, herkese ücretsiz sağlık hizmeti sağlayacaktı. Tüm büyük partiler bu ilkelere onay verdi ve barış sağlandığında teklifler büyük ölçüde yürürlüğe girdi.[172]
Britanya savaşı kazandı, ancak 1947'de Hindistan'ı, 1960'larda ise imparatorluğun neredeyse tamamını kaybetti. Uluslararası arenadaki konumunu tartışmaya açan ülke 1945'te Birleşmiş Milletlere, 1949'da NATO'ya katıldı ve ABD'nin yakın bir müttefiki oldu. 1950'lerde eski refah seviyesine ulaşıldı ve Londra dünyanın finans ve kültür merkezi olmaya devam etti, ancak ulus artık büyük bir dünya gücü değildi.[173] 1973'te, uzun bir tartışma ve ilkin reddedilmenin ardından Ortak Pazar'a katıldı.
Savaşın sonu, Clement Attlee ve İşçi Partisi için ezici bir zafer getirdi. Ulusal Sağlık Servisinin oluşturulması, daha fazla sosyal konut ve birkaç büyük sanayi kolunun millîleştirilmesi gibi sol politikaları içeren büyük bir sosyal adalet manifestosu İşçi Partisini iktidara taşıdı. Britanya bu dönemde ciddi bir mali krizle karşı karşıya kaldı, hükûmet buna uluslararası sorumluluklarını azaltarak ve "kemer sıkma çağının" sıkıntılarını halka bölüştürerek yanıt verdi.[174] Birleşik Devletler'den alınan büyük krediler ve Marshall Planı yardımları, ülke altyapısı ve ekonomisinin yeniden inşasına ve modernleşmesine yardımcı oldu. Karne ve zorunlu askerlik, savaş sonrası yıllara kadar sürdü, üstelik 1946-47'de tüm zamanların en kötü kışlardan biri yaşandı.[175] Yine de 1947'de Prenses Elizabeth'in düğünü ve 1951'de Britanya Festivali gibi etkinlikler halkın moralini yükseltti.[176]
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.