Loading AI tools
Osmanlı Devleti'nde askerî bir sınıf Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Yeniçeri Ocağı (Osmanlıca: یڭیچری, çev. 'yeni asker'), Osmanlı İmparatorluğu'nda padişaha bağlı kapıkulunun en büyük birimiydi. Kesin kuruluş tarihi bilinmese de, on dördüncü yüzyılın son yarısında I. Murad döneminde (1362-1389) kurulduğu kabul edilir. Avrupa'nın ilk modern daimi ordusudur.
Yeniçeri Ocağı | |
---|---|
Etkin | y. 1360'lar-1826 (Cezayir'de 1830) |
Ülke | Osmanlı İmparatorluğu |
Bağlılık | Osmanlı sultanları |
Sınıfı | Piyade |
Büyüklük | <1.000 (y. 1365) 10.000 (1480) 13.599 (1574) 37.627 (1609) |
Kışlalar | Edirne ve İstanbul |
Giysi rengi | Mavi, kırmızı, beyaz ve yeşil |
Komutanlar | |
Komutan | Yeniçeri ağası |
Yeniçeri Ocağı başlangıçta Ahilik temelinde kurulmasına rağmen daha sonra Bektaşîliğe yöneldi. Hanefiliğe mensup olan Yeniçerilerin taşıdığı İmâm-ı Â'zam bayrağı, ocağın en büyük bayrağıydı. Ocağa asker alımı pençik adı verilen yöntemle, savaşlarda ele geçirilen bölgelerden her 5 erkek çocuğun birinin devlet himayesine alınıp kısa bir eğitim görmesi ve ardından yeniçeri yapılmasıyla gerçekleşiyordu. Bunun yanında devşirme denen yöntem ile devletin hüküm sürdüğü topraklardaki Hristiyan çocuklar Müslüman yapılarak ocağa alındılar. Yeniçerilerin evlenmelerine müsaade edilmesiyle birlikte erkek çocukları da "kuloğlu" adı altında ocağa kaydedilmeye başlandı. Yeniçeri Ocağında "cemâat", "ağa bölükleri", "sekban bölüğü" ve bunlara bağlı toplam 196 adet bölük/orta mevcuttu.
I. Selim (1512-1520) ile I. Süleyman (1520-1566) dönemlerinde yaşlı ve hudutlarda görev yapanlarla sınırlı olmak üzere evlenmelerine müsaade edildi. Yeniçeri çocuklarının "kuloğlu" adıyla ocağa kaydedilmelerine müsaade edilmesi ise ocağın sistemini temelden etkiledi. Ayrıca evlenmenin yaygınlaşmasıyla birlikte yeniçeriler kışlalarda değil kendi evlerinde kalmaya başladılar.
III. Murad'ın saltanatında (1574-1595) ise geleneksel kurallara riayet edilmeden Türkler ve diğer Müslümanlardan da ocağa adam alınmaya başlandı. Zamanla kuralların gevşemesi ve ödeneklerin azalmasıyla birlikte ticaret ve diğer işler yapmaya başladılar. 17. yüzyılın ortalarına doğru ise devşirme sistemi kademeli olarak uygulamadan çıkmaya başladı. 1446'daki Buçuktepe İsyanı bilinen ilk yeniçeri isyanıydı. Bu tarihten itibaren yeniçeriler çeşitli sebeplerle isyan ve ayaklanmalara müdahil oldular. 18. ve 19. yüzyıllarda padişah ve sadrazamların indirilmesiyle sonuçlanan isyanlara müdahil oldular. Nizâm-ı Cedîd ve Sekbân-ı Cedîd gibi birliklerin kurulması sonucu isyan çıkardılar. Yeniçeri Ocağı, işlevini kaybettiği ve eski faydalarının kalmadığı öne sürülerek II. Mahmud tarafından 1826'da kaldırıldı.
Yeniçerilerin İstanbul'da "Eski Odalar" ve "Yeni Odalar" adıyla anılan kışlaları mevcuttu. Bu kışlalar yeniçerilerin askerî ve sivil yaşamlarındaki tüm faaliyetlere ev sahipliği yapardı. Yeniçerilerin yemek pişirdikleri kazanlar kutsal sayılırdı. Bu kazanların savaşta kaybedilmesi durumunda o bölüktekiler görevden alınır ve bir daha o bölüğe kaydedilmezlerdi. Her orta ve bölüğün kendine özel nişanları vardı. Yeniçeriler "börk" adı verilen bir başlık takarlardı. "Çuha" adı verilen kumaştan yapılan mavi veya lacivert renkli cübbeye benzeyen ve "dolama" adıyla bilinen bir elbise giyerlerdi. Kılıç, kalkan, yatağan ve balta, yeniçerilerin başlıca kullandıkları silahlardandı. Tüfek de 16. yüzyıldan itibaren orduda yaygınlaşmasıyla birlikte yeniçeriler tarafından da kullanılmaya başlandı. Yeniçeriler her üç ayda bir "ulufe" adıyla bilinen bir maaş alırlardı. Bunun yanında "düzen akçesi" ve "cülûs bahşişi" gibi isimlerle bahşiş alırlardı. Yeniçeriler suçlu oldukları zaman yalnızca yeniçeri ağasının emriyle yargılanırlar ve teşhir edilmezlerdi. Sefer olmadığı zamanlarda Yeniçeri Ocağında tüm askerlerin katıldığı düzenli talimler yapılırdı.
Yeniçeri Ocağının asker sayısı, sınırların genişlemesine ve ihtiyaca göre değişiklik gösterdi. Yeniçeriler barış dönemlerinde başta Dîvân-ı Hümâyun muhafızlığı olmak üzere çeşitli hizmetlerde kullanılırlardı. Yeniçeri ağası ocaktaki en yetkili zabitti. Onun ardından ise sekbanbaşı ve kul kethüdası gelirdi. Her odanın çorbacı, odabaşı ve vekilharç denen görevli zabitleri mevcuttu.
Osmanlıların Rumeli'deki ilk fethinde bu bölgede daimi ve muvazzaf bir orduya ihtiyaç duydukları anlaşıldı. Tamamen Türklerden oluşan yaya ve müsellemler[lower-alpha 1] yetersiz ve disiplinsiz oldukları için, padişahın emriyle sadece askerlik mesleğini icra eden acemi ve yeniçeri adlı Müslümanlaştırılan Hristiyan esirlerden yeni bir askerî birlik oluşturuldu.[2] Yeniçeriler adlı kitabında Reşad Ekrem Koçu; Yeniçeri Ocağının kuruluş sebebinin bu kadar "basit" olmadığını, ocağın Orta Çağ'ın sonlarında derebeylik rejimine karşı Anadolu Türklerini merkezî bir yönetim altında toplamayı amaçlayan Osmanlı Hanedanı'nın mutlak iktidarını sağlamak için kurulduğu ve yeniçerilerin gülbankında söyledikleri "Kulluğumuz padişaha ayan..." sözlerinin de bunu gösterdiğini yazar.[3]
Avrupa'nın ilk modern daimi ordusu olan Yeniçeri Ocağının[4][5] kesin kuruluş tarihi bilinmese de, on dördüncü yüzyılın son yarısında I. Murad (1362-1389) döneminde kurulduğu kabul edilir.[6] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Edirne'nin Fethi'nden sonra padişahın verdiği bir beratta iki yeniçeriden bahsedildiğini ve bunun da ocağın o tarihte var olduğunu kanıtladığını belirtir.[7] Âşıkpaşazâde, Neşrî ve Oruç Bey gibi erken dönem tarihçileri ile anonim kaynaklar da teşkilatın 1361'de, Edirne'nin Fethi'nden sonra kurulduğu görüşünde birleşirler.[8]
Yaya ve müsellem adlı birliklerin kurulmasına da katkıda bulunan Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa'nın acemi ve yeniçeri ocaklarının kuruluşunda da etkili olduğu bilinir.[9] Kavanîn-i Yeniçeriyân'a göre Orhan Gazi (1323/4-1362) döneminde, kendisinin oğlu ve Rumeli kumandanı Süleyman Paşa'nın emriyle Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa'nın çevre yerlerden ilk defa yeniçeri yapılmak üzere 1000 kadar gayrimüslim topladı.[10] Bu gayrimüslimler bir eğitime tabi tutulduktan sonra iki akçe maaşla yeniçeri yapıldı. Ancak bu yöntemin kusurlu olduğu anlaşılınca gayrimüslimlerin önce Acemi Ocağında eğitilmeleri ve sonra Yeniçeri Ocağına alınmaları uygun görüldü.[7]
Ocağın kuruluşunda yeniçerilerin evlenmesi yasakken, I. Selim (1517-1520) ile I. Süleyman dönemlerinde yaşlılar ve hudutta görev yapanlarla sınırlı olmak üzere Yeniçerilerin evlenmesine müsaade edildi. Ancak sınırlı olarak verilen bu izin zamanla yaygınlaştı[lower-alpha 2] ve zamanla serbest bırakıldı.[12] Böylece zamanla "kuloğlu" adıyla yeniçeri çocuklarının Acemi Ocağına istihdam edilmesi meselesi ortaya çıktı.[11] Bu uygulama ilk olarak II. Selim'in cülûsu ile birlikte başladı. Yeniçeriler bu hakkı, tahta geçmek için İstanbul'a gelen yeni padişaha yaptıkları baskıyla elde ettiler ancak bu durum sistemi temelden etkiledi. O tarihe kadar ocağa alınacak askerler, belirli kıstasları karşılayıp, uzun süren bir eğitim sürecini tamamlayarak Acemi Ocağı veya Yeniçeri Ocağına kabul edilirken, kuloğlu sınıfının ocağa alınmasıyla bu sistem tamamen değiştirildi.[11]
III. Murad'ın saltanatında ise savaşlar nedeniyle mevcudu eksilen ocağa geleneksel kurallara riayet edilmeden Türkler ve diğer Müslümanlardan adam alındı.[13] Koçi Bey Risalesi'ndeki kayda göre, III. Murad oğlunun sünnet düğününde davetlileri eğlendirenlerin kendisinden ihsan olarak topçuluk ve cebecilik gibi görevler talep etmeleri üzerine, Yeniçeri ağasına "ağa çırağı" adı altında devşirme olmayanlardan ocağa alım yapma hakkı tanıdı.[14][15] Ancak bu durum ocaktaki terfi bekleyen eski askerler ile yeniler arasında gruplaşmaların yaşanmasına ve uyumsuzluğa neden oldu.[13] 16. yüzyılın sonlarına doğru sayıları 700'ü bulan kuloğullarından belli yaşa gelenler Acemi Ocağına alınırken, zamanla bu sistem suiistimal edildi ve rüşvet karşılığı gelişigüzel adam alınmaya başlandı. I. Ahmed (1603-1617) döneminde Kavanîn-i Yeniçeriyân adlı eseri kaleme alan devşirme bir yeniçeri ise ocağın bozulmasının en temel nedenini devşirme uygulamasındaki usulsüzlüklere dayandırır.[16]
Kuralların gevşemesi ve ödeneklerin eksilmesi de yeniçerilerin askerlik dışında başka işlerle uğraşmasına ve ocak disiplininin bozulmasına sebep oldu. I. Süleyman'ın saltanatında bir yeniçerinin askerlik dışında başka bir meslek yapması ocaktan atılma sebebi sayılırken,[lower-alpha 3] zamanla yeniçeriler ticaret ve zanaatla uğraşır hale geldi.[13] Evlendikten sonra kışla dışında yaşamaya başlayan yeniçeriler sayesinde şehirdeki kiralık evler askerler ile doldu. Bunun dışında han ve kahvehane gibi yerler ise yeniçerilerin ve yeniçeri olmak isteyen işsizlerin toplandığı bir mekan haline geldi. Yeniçerilerin halkı haraca bağlaması, soyması ve yağmalaması olayları da evlenmelerine müsaade edildikten sonra başladı.[12]
17. yüzyılın ortalarına doğru Anadolu'dan özellikle Müslüman ve Türklerden ocağa adam alınmasıyla birlikte devşirme sistemi kademeli olarak uygulamadan çıkmaya başladı. Araştırmalara göre en geç 1380'lerde başlayan devşirme sistemi 1640'lardan önce önemli oranda terkedildi. 1640 tarihli bir sefâretnâmede şöyle denilir: "Burada iki etken vardır. Birisi Hristiyanların kendi çocuklarını vermek istememeleri, buna karşı kendilerine yükselme imkânı veren sisteme girmek için Türklerin istekli olmaları…". II. Viyana Kuşatması sürerken İstanbul'da bulunan Graf Marsilli de devşirme sisteminin sona erdiğini ve ocağa asker almak için şehirdekilere çağrı yapıldığını belirtir.[18] 1700'lerde tamamen uygulamadan çıkan devşirme sisteminin sonuncularından birisi 1666'da yapıldı ve rivayete göre Rumeli'den 300 ila 320 genç toplandı. Kayıtlarda 1687'de Acemi Ocağından 130 kişinin yeniçeri olduğu belirtilirken, rakamın bu kadar az olması ise devşirme sisteminin çok önceden uygulanmadan çıktığını gösterir. Bunun yanında saray ocakları için 18. yüzyılın ortalarına kadar belirli sayıda olmak üzere devşirme yöntemi uygulanmaya devam edildi.[19]
Yeniçerilerin mal ve mülk sahibi olduklarıyla ilgili en erken kayıtlar 1490'a kadar uzanır. Ancak bu tür faaliyetlerin geçinmek amacıyla yapılması 18. yüzyılın sonlarına tarihlenir. Özellikle 1768-1792 tarihleri arasında Rusya ile yapılan savaşlar devlet hazinesini tüketirken, yeniçeriler kendilerini ve ailelerini geçindirmek için ek iş yapmak zorunda kaldılar. Bu dönemde bazen yeniçerilerin üç ayda bir aldıkları ulufeler de ödenmedi. Baron de Tott'un yazdığına göre 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında hazinenin yeniçerilere dokuz kıst (üç aylık dönem) borcu vardı. Bu durum yeniçerilerin askerlikten ve profesyonellikten tamamen uzaklaşmasına yol açtı.[20]
17. yüzyıl boyunca ocağın mevcudunun kontrol altında tutulması, ulufelerin ve cülûs bahşişinin ödenmesi gibi konular mali yönden zayıflayan hazine için çözülmesi gereken sorunlardandı. Bu tarihlerde ödeme yapabilmek için zaman zaman sarayın gümüşlerinin eritilerek paraya dönüştürülmesine de rastlanılırdı.[21] Bazı sadrazamlar ocağa ismen kayıtlı olmalarına rağmen mevcut olmayan askerlerin yerine maaş alanlara engel olmaya çalışarak, 1688'de 20.000; 1771'de ise 30.000 yeniçeriyi defterlerden çıkardı.[22] Özellikle 18. yüzyıldan itibaren İstanbul'da yaşayan şehir halkı ocağın sağladığı imkanlardan faydalanmak için yeniçeri olmaya çalıştılar. Akraba ve hemşerileri vasıtasıyla Anadolu ve Balkanlar'dan da İstanbul'a yeniçeri olmak üzere gelenler sayesinde zincirleme göç dalgası oluşuyordu. 18. yüzyıl sonlarında Rumeli ve Anadolu'dan göç alan İstanbul, 1790'lara ait bir esnaf kefalet defterine göre yarısına yakın kısmı askerî birliklerle bağlantılı görünür.[23]
Yeniçeri teşkilatının asıl bozulması 1730-1826 yılları arasında gerçekleşirken bu durum muhaliflerce de itiraf edilir. Yeniçeri Ocağının ortadan kaldırıldığını ilan eden II. Mahmud fermanında; yeniçerilerin eskiden görülen faydalarını saydıktan sonra "yüz seneden beri eski itaatlerinin itaatsizliğe dönüştüğünü ve bu yüzden birçok vilayet ve kalenin düşman eline geçtiğini belirtir.[24] Bunun yanında I. Mahmud ile başlayan yeniçerileri itibarsızlaşma politikası daha sonra gelen padişahlar tarafından da uygulanırken, topçu ve humbaracı gibi ocaklar ıslah edilirken Yeniçeri Ocağı tamamen kendi haline terk edildi. Askerlik yaparak geçinemedikleri için farklı mesleklere yönelen yeniçerilerin, askerî eğitim için istekleri ve zamanları da yoktu.[25]
15. yüzyılın ortalarına kadar Yeniçerilerin isyan etmeleri ve itaatsiz hareketlerine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Bu tarihten itibaren gerek saltanat değişiminde ve gerek meydana gelen çeşitli olaylarda, menfaatleri sebebiyle ocak ağaları tarafından ya da dışardan kimselerin teşvikiyle isyanlar meydana geldi.[27] II. Murad'ın oğlu II. Mehmed'e tahtı bırakması nedeniyle 1446'da başlayan Buçuktepe İsyanı bilinen ilk yeniçeri ayaklanmasıdır. Bu tarihten itibaren 1589 tarihine kadarki dönemde yeniçerilerin karıştığı olaylar, taht çekişmelerine dayanan siyasi kavgada taraf olmak veya özlük taleplerine ait isteklerin yönetime iletilmesi türündendir. 1589 yılında gerçekleşen Beylerbeyi Vakası ile birlikte saray çevresindeki hiziplerin iktidar ve çıkar kavgaları daha belirleyici rol oynamaya başladı. Yeniçeriler zaman zaman yönetimden hoşnut olmayan ya da çıkarları sarsılan askerî-sivil toplumsal kesimlerin çıkardıkları isyanlara da katıldılar.[28] 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Nizâm-ı Cedîd ile başlayan ve Yeniçeri Ocağının ortadan kaldırılmasıyla son bulan dönemde ise yabancı ülkelerin ve uluslararası güçlerin etkinliği ağırlık kazandı.[29]
İstanbul'da çıkan isyan ve ayaklanmaların tamamı yeniçeri kaynaklı değildi. Kapıkulu'nun en büyük birimi olan yeniçeriler, tüm "kul" sistemiyle özdeşleştirildikleri için I. Süleyman dönemi sonrasında çok sayıda kentsel huzursuzluk olayı bir terim halini alarak "yeniçeri isyanları" adıyla anıldı. Bunun yanında kul sisteminde yer alan birlikler her zaman uyum içinde değildi. Hükûmetin isyancı birliklere karşı koymak için kullanacağı küçük birliklerde vardı. Sarayda bulunan birlikler, özellikle de bahçıvanlar ve saray bekçilerinden oluşan bostancı teşkilatı, bu amaçla sıklıkla kullanıldı. Ayrıca, çeşitli birlikler arasında, özellikle yeniçeriler ile kapıkulu sipahileri arasında devam eden rekabet ve çıkar çatışmaları, onları çeşitli siyasi çatışmalarda zıt taraflarda yer almaya zorladı.[30]
Yeniçeriler, devletin muhafazası için tahtta çocuk yaştaki II. Mehmed'i uygun bulmayıp II. Murad'ın tekrar padişah olması için Buçuktepe İsyanı'nı çıkardılar. Ayrıca taht mücadelesi veren ve kendilerine sığınan Şehzade Korkut'u ise I. Selim'den daha iyi bir yönetici olarak düşünmedikleri için I. Selim'in yanında saf tuttular. Buna benzer siyasî olaylarda yeniçerilerin bu tutumu padişahla baba-oğul ilişkisi münasebetine uygun eylemler olarak değerlendirilir. Ancak diğer isyanlarının çoğu özlük haklarıyla ilgiliydi.[29] Mesela 1514'te İran seferi esnasında Eleşkirt'te yırtılan pabuçlarını tüfeklerine asarak I. Selim'e tepkilerini gösterdiler.[31] 1560'ta ise II. Selim'in İstanbul'a gelip saraya girmesini cülus bahşişi ve emeklilik taleplerini karşılaması için engellediler.[32]
16. yüzyılın sonlarında yeniçerilerin kendilerini devletle özdeşleştirme düşüncesi değişime uğradı. III. Murad'dan itibaren padişahlar seferlere gitmemeye başladı. Bu durum padişahın yeniçerilerden uzaklaşmasına, aynı zamanda iktidar gücünü kendi şahsında toplayan ve savaşlarda ordunun başında yer alan padişah imajından yerini seferlere gitmeyen ve iktidarını hane halkına bırakan padişah imajına dönüştü. Bunun yanında 16. yüzyıl boyunca da saray çevresindeki hizipler de imparatorluğun siyasi kararlarında etkili oldular.[33]
17. yüzyılın ortalarında ise iktidara yakın ailelerin oluşturduğu saray içi oligarşisi iktidarı eline almayı başardı. Böylece daha önceki mutlak padişah iktidarındaki padişah-yeniçeri ilişkisi değişime uğradı. Ateşli silah kullanan askere olan ihtiyaç nedeniyle sayıları artırılan yeniçerilerin padişaha olan bağlılıkları azaldı ve iktidarı elinde tutan gruplarla ittifak kurarak, padişaha isteklerini kabul ettirmek isteyenlerle ortak hareket etmeye başladılar.[34] İktidara hakim olma mücadelesinde karşı karşıya gelen hizipler kendi saflarına askerleri de çektiler.[35] Padişahların yetersizlikleri ve çeşitli sebepler dar gelirli askerleri memnuniyetsiz ve isyankar hale getirdi. 1589'daki Beylerbeyi Vakası'ndan 1622'ye kadarki sürede gerçekleşen isyan ve ayaklanmalarda kapıkulu sipahileri yeniçerilerden daha aktif rol oynadılar. 1622'de II. Osman'ın tahttan indirilip öldürülmesiyle sonuçlanan Haile-i Osmaniye adı verilen olaylarda yeniçerilerde mevcuttu.[36] Bu olayın ardından IV. Murad'ın otoriteyi sağlamasına kadar yeniçeriler devlet işlerine müdahil olarak istediklerini yaptırdılar.[37] 4-8 Mart 1656 tarihinde sipahiler ve yeniçerilerin çıkardığı Vaka-i Vakvakiye denilen ayaklanma sonucunda ocak ağaları idam edildi.[38]
Köprülü Mehmed Paşa ve oğlu Köprülü Fazıl Ahmed Paşa ile Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın sadaretinde yeniçeriler yalnızca vazifeleriyle meşgul oldular ve hiçbir olaya karışmadılar. Bu kişilerin yönetiminde ocağın sıkıdüzeni tekrar oturtuldu. II. Viyana Kuşatması'nın başarısızlıkla sonuçlanmasıyla birlikte ocağın düzeni bozulmaya başladı. Sadrazamların bizzat sefere gitmeyerek orduyu liyakatsiz kişilere teslim etmeleri savaşlarda başarısız sonuçların alınmasına yol açarken, bu durum orduyu da kızdırdı. Devlet işlerine ilgisi olmayan ve sürekli av peşinde koşan IV. Mehmed tahttan indirildi ve yerine II. Süleyman getirildi.[39]
1703'te yeniçeriler, cebeciler ve ulemanın ön ayak olduğu Edirne Vakası olarak bilinen olayların sonucunda II. Mustafa tahttan indirilip yerine III. Ahmed getirildi. Şeyhülislam Feyzullah Efendi de idam edildi.[40] 1730'da Damat İbrahim Paşa muhaliflerinin örgütlediği ve Patrona Halil İsyanı olarak bilinen olayların sonucunda III. Ahmed tahttan çekilmek zorunda kalırken yerine I. Mahmud geçti. Damat İbrahim Paşa ise idam edildi.[41] Patrona Halil İsyanı iktidarı elinde tutan kesimlerin lüks yaşamına karşın yeniçerilerin önderliğinde toplumsal bir tepki olarak ortaya çıktı ve ayaklanma bittikten sonra dar gelirli halkı isyana sürükleyen lüks konak ve semtlerin tamamı yok edildi.[42] Bu ayaklanmayla birlikte 1807 yılına kadar geçen yaklaşık 80 yıllık sürede isyan ve ayaklanma yaşanmadı.[43][44]
Yeniçeri Ocağını ıslah etmenin faydasız olduğunu düşünen III. Selim, 1793'te Nizâm-ı Cedîd adıyla eğitimli ve modern yeni bir piyade birliği kurdu[45] ve onların maaş ve teçhizatları karşısında yeniçeriler tamamen arka plâna atıldı.[25] Nizâm-ı Cedîd ile birlikte ulemanın nüfuzunun kırılması ve şeyhülislamın etkinliğine son verilmesi planlandı.[46] Ancak 1807'de Nizâm-ı Cedîd aleyhtarlarından Köse Musa Paşa'nın ön ayak olduğu Kabakçı Mustafa İsyanı ile birlikte yeniçeriler III. Selim'i tahttan indirip yerine IV. Mustafa'yı getirdiler. Kendi varlıklarına tehdit olarak gördükleri Nizâm-ı Cedîd Ordusunu ise lağvettiler.[46][45]
1808'de Alemdar Mustafa Paşa'nın öncülüğünde başlayan baskın ile birlikte IV. Mustafa tahttan indirilerek yerine II. Mahmud getirildi. Alemdar Mustafa Paşa da sadrazam oldu ve 29 Eylül 1808'de Sened-i İttifak adı verilen ve padişahın yetkilerini sınırlayan yazılı bir sözleşmeyi ona imzalattı. Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim'in ıslahatlarına benzer şekilde Sekbân-ı Cedîd adıyla yeni bir askerî birlik kurdu. Ancak bundan rahatsız olan yeniçerilerin organize ettiği, Alemdar Vakası olarak bilinen ayaklanma sonucunda, kurtulamayacağını anlayan Mustafa Paşa kendi bulunduğu binayı patlatarak yaşamına son verdi.[47] Bu olaydan sonra Sekbân-ı Cedîd dağıldı.[45][48]
Osmanlı İmparatorluğu'nun iki defa eğitimli bir ordu kurma girişimi yeniçerilerin isyanıyla başarısız oldu. Bu olaylardan sonra yeniçeriler 1826'da ortadan kaldırılıncaya kadar her işe müdahil oldular ve her istediklerini yaptırmayı başardılar.[45][48]
17. ve 18. yüzyıllarda geçirdiği değişimle merkezi yönetim tarafından kolay kontrol edilemeyen bir güç haline gelen yeniçerilerden bir kısmı, kişisel ya da grup menfaatleri için sokaklarda şiddet olaylarına başvurdular. Özellikle 18. ve 19. yüzyılların ilk çeyreğine kadar geçen dönemde bu olaylar daha belirgin hale geldi. Osmanlı İmparatorluğu'nda yeniçerilerin konuşlandırıldığı her bölgede çeşitli sokak çatışmaları yaşansa da, imparatorluğun başkenti olması sebebiyle İstanbul'da gerçekleşen olaylar dönemin kaynaklarında kendine daha fazla yer buldu.[49] Dönemin yazarları[lower-alpha 4] tarafından yazılan ruznamelerde şehirdeki güvensizlik ortamının siyasi belirsizlik ve isyan dönemlerinde daha da arttığı belirtilir. II. Mahmud (1808-1839) döneminin Osmanlı vakanüvislerinden Esad Efendi yeniçerileri "haşerat", "köşe başı kabadayıları", "itlikten kinaye baldırı çıplak gezen nâ-bekârlar" gibi ifadelerle tanımlar.[50]
Şam şehri, 18. yüzyılın ikinci yarısı ve 19. yüzyılın başlarında yerli kulları ile İstanbul'dan gönderilen yeniçeri birlikleri arasında ikiye bölünmüş bir haldeydi. İki grup arasında zaman zaman yaşanan çatışmalar şehirdeki günlük yaşamı aksatıyordu. Yine 18. yüzyılda da Hezargrad kazası da Şam gibi yeniçerilerin nüfuzuna göre bölünmüş bir haldeydi.[51] İbrahim Paşa Camii'ni sınır olarak belirleyen yeniçerilerin 55. cemaati kasabanın batı kısmını, 66. cemaati ise doğu kısmını kontrol ediyordu. Zaman zaman bu iki grup arasında barikatların kurulduğu ve birkaç gün süren çatışmalar da meydana geldi.[52] 18. yüzyılın ikinci yarısında yeniçerilerin kitlesel olarak katıldıkları kayda geçen tek sokak çatışması ise 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında gerçekleşti. 1772'de Galata'da kalyoncular ile yeniçeri ocağının 64. cemaati ve 25. ağa bölüğü arasında üç gün süren bir çatışma yaşandı.[53]
Askerî ve ekonomik açıdan yıpranan Osmanlı İmparatorluğu aynı zamanda isyanlar ve uluslararası sorunlarla da mücadele ediyordu.[54] Avrupalı devletler ise Osmanlı İmparatorluğu'ndaki isyanlarda azınlıkları destekliyordu.[55] Avrupalı devletlere karşı koyacak ve mücadele edecek durumda olmayan Osmanlı İmparatorluğu'nun, Avrupalıların talepleri doğrultusunda geleneksel politikalarını geride bırakarak devleti ayakta tutan temel unsurlarını tasfiye etmesi gerekiyordu. Bunların en başında ise ulema, esnaf, asker, ayan ve eşraf gibi yerel güç odakları vardı. Hem devletin hem de kendi iktidarının varlığını koruyabilmek için batılılar ile iş birliğine gitmeyi uygun gören II. Mahmud, geleneksel unsurların ve yerel direniş odaklarının güç kaynağı olarak gördüğü Yeniçeri Ocağını uzun vadeli ve birkaç aşamalı bir plan ile ortadan kaldırmayı amaçlıyordu.[56] II. Mahmud tasfiye planının ilk aşamasında ocağın itibarını yok etmek amacıyla yetenekli ve tecrübeli zabitleri ocaktan uzaklaştırdı. Bazılarını ise çeşitli sebeplerle uzak vilayetlere gönderterek orada idam ettirdi ve muhalifleri sindirdi. Aynı zamanda da bu sayede kendi safına da adam çekti. Ocağın imhası için Ağa Hüseyin Paşa terfi ettirilerek yeniçeri ağası yapıldı ve padişahın direktiflerini uygulamaya koydu.[57]
Tasfiye planının ikinci aşamasında ise, becerikli ve yetenekli subaylar temizlenerek ocak içindeki dayanışmanın yıkılması planlandı. Bu doğrultuda Hüseyin Ağa odabaşılar ile seğirdim ustaları denilen aşçı ustalarını birbirlerine düşürdü.[58] Dirayetli subayların etkisizleştirilmesiyle ocağın iç dayanışması zayıflatıldı.[59] Bunun dışında ocağın tasfiye edilebilmesi için devlet kadrolarının da yeniden yapılandırılması gerekiyordu. Bu doğrultuda önce sadrazamlık koltuğuna Mehmed Selim Paşa getirildi. II. Mahmud, eğitim ve yargıyı elinde bulunduran ve ilk zamanlardan beri yeniçeriler ile dayanışma içinde hareket eden ulemayı da kontrolü altına alarak yürüttüğü operasyonda onların desteğini elde etmeyi amaçlıyordu. Bu doğrultuda Mekkizade Asım Efendi azledildi ve yerine Kadızade Tahir Efendi tayin edildi. Ayrıca yaptığı icraatlarla şüphe uyandırmaya başlayan Hüseyin Ağa da azledilerek yerine Mehmed Celaleddin Ağa getirildi.[60] II. Mahmud bir yandan Yeniçeri Ocağında gizli kadrolaşma ve tasfiye çalışmalarını sürdürürken aynı zamanda kendine bağlı diğer birliklerdeki asker sayısını artırdı. Ocağın en büyük destekçisi olan ulema ve halk üzerinde yeniçeriler aleyhine propagandalar yaptırarak bu kesimler ile ocağın bağını kesmeyi planlıyordu.[61]
Mora'da devam eden Yunan İsyanı'nın şiddetlendiği bir zamanda II. Mahmud tarafından görevlendirilen Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa isyanı kontrol altına aldı. Nisan 1826'da Mora'nın önemli bir kısmı tekrar Osmanlı İmparatorluğu'nun kontrolüne geçti. Yeni usullere göre eğitilen Mısır kuvvetlerinin, 5 yıldır bastırılamayan halk isyanını bastırmasıyla II. Mahmud bu durumu yeniçerilerin aleyhinde kullanmaya karar verdi. Sadrazam ve devlet erkanının katılımıyla yapılan toplantı sonucunda talimli bir askerî birliğe ihtiyaç olduğu ve bozulan Yeniçeri Ocağının basit bir isyanı bile bastıramadığı konusunda ortak görüşe varıldı.[62] Bu kararlar doğrultusunda "Eşkinci Ocağı" adı altında yeni bir askerî birlik kurulmasına karar verildi. Bu birliğe İstanbul'daki 51 yeniçeri ortasının her birinden 150'şer asker alınması planlandı.[63] Bu sayı daha sonra İstanbul'daki yeniçeri sayısını kapsayacak şekilde artırıldı. Yeniçerilerin tepki göstereceğini bilerek başlatılan girişimde, yeniçerileri daha da tahrik etmek amacıyla bu yeni teşkilattaki askerlerin Avrupa tarzında üniformalarla talim yapacakları duyuruldu.[64]
II. Mahmud'un yürüttüğü bu gizli operasyonun amacı, yeniçerileri kışkırtıp plansız ve zayıf bir isyana sürüklemek ve böylece onları hazırlıksız yakalayıp tamamen yok etmekti.[64] 1826 yılının 14 Haziran gecesi, İstanbul'da Et Meydanı'nda toplanan 200 ila 300 arasında yeniçeri ilk olarak yeniçeri ağasını öldürmek üzere Ağa Kapısı'na doğru yürüdüler, ancak ağayı bulamadılar ve daha sonra sadrazamı öldürmek üzere Bâb-ı Âlî'ye yöneldiler. Bu sırada, yeni katılanlarla birlikte sayıları yaklaşık 2000 kişiye yükseldi. Bâb-ı Âlî'de sadrazamı bulamayan yeniçeriler, binaları ateşe verdiler ve Mısır Kapu Kethüdası Necip Efendi'nin konağına yürümeye başladılar. Ancak Necip Efendi'yi de bulamadılar ve sonunda kışlalarına geri döndüler.[65] Ancak hükûmet tarafından beklenen bu isyan nedeniyle topçu, humbaracı, lağımcı ve tersane ocaklarının reis ve zabitleri hazır bekliyorlardı.[65]
İsyan haberinin II. Mahmud'a ulaşmasıyla birlikte, Sancak-ı Şerif Sultanahmet Camii'ne çıkartıldı; ulema ve halk sancağın altına davet edildi. Bir süre sonra her kesimden insan geldi. Yeniçerilerin bu isyanda Kur'an nüshaları ile ayet-i kerime ve hadis-i şerif bulunan levhaları çiğnedikleri söylentisi yayıldı.[66]
Tophane'den getirilen toplarla Yeni Odalar olarak bilinen yeniçeri kışlasının kapıları top atışlarıyla yıkıldı. İlk atışta birçok yeniçeri öldü,[66] hayatta kalanlar ise kışlaların yakılması sonucu yanarak öldüler. Kışlanın yok edilmesinden sonra da şehirde yeniçeri avı başlatıldı ve yakalanan yeniçeriler alelade bir şekilde sorgulanarak hemen idam edildiler.[67] Yeniçeri Ocağı 17 Haziran 1826 tarihinde Sultan Ahmed Camii'nde öğle namazından sonra Mehmed Esad Efendi[anlam ayrımı gerekli] tarafından okunan padişah fermanıyla birlikte resmen kaldırıldı.[68] Yeniçeri Ocağının yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adında yeni bir birlik kuruldu.[69]
Ocağın kaldırılmasının ardından yeniçeriliği çağrıştıracak her şeyin ortadan kaldırılması için çalışmalar başladı.[71] II. Mahmud ocağın kaldırılmasından sonra ocağa ait tüm rütbe, elkab, unvan, nişan ve diğer tabirlerin kaldırılmasını emretti.[72] Yeniçerilere ait bütün kayıt ve defterler toplanarak yakıldı.[73] Yeniçerilerle bağları bulunan Bektaşî tarikatları da kaldırıldı. Tarikat mensupları ise farklı şehirlere sürgün edildiler.[71] Yeniçerilerin destekçileri olan ve çoğunlukla imparatorluğun Türk unsurlarından oluşan "kayıkçılar", "bekçiler" ve "tulumbacılar" da dağıtıldı. Sürgüne gönderilen hamalların yerine Ermeni ve Rum hamallar getirildi.[73] İstanbul'daki işsiz ve boş gezenlerde kendi memleketlerine gönderildi. 25 Haziran 1826 tarihli bir rapora göre; 18.500 kişi İstanbul'dan Anadolu'ya gönderildi. II. Mahmud sokak köpeklerini de ortadan kaldırttı.[74] Ocağın kapatılmasından bir süre sonra mehter bölüğü de kapatıldı. Ayrıca cirit oyunu da yasaklandı. Hükûmet aleyhinde konuşmalar yapıldığı gerekçesiyle kahvehaneler de kapatıldı. Meddahların gösterileri yasaklandı. Halkın iktidara karşı eleştirel sesi olan Karagöz ve Hacivat da yasaklandı.[75]
Askerlerin yanı sıra memurların ve sivil halkında fes giymesi zorunla hale getirildi. Yeni kıyafet düzenlemesi 3 Mart 1829'da bir nizamname uygulamaya koyuldu. Nizamnameye göre kavuk kaldırılırken, "imame ve ferace" denilen sarıkla cübbe ise yalnızca ilmiye sınıfıyla sınırlı tutuldu. Devlet memurları ile halkın da "fes, ceket ve pantolon" giymelerine karar verildi. Ayrıca bıyıkların uzunluğu kaş hizasını geçemeyecek, sakallarda çeneden aşağıya yalnızca iki parmak kadar uzayabilecekti.[75]
Ocağın kaldırılmasıyla padişahın otoritesi arttı ancak devletin halk ile olan bağları zayıfladı. Yeniçeriler, esnaf ve alt gelir gruplarıyla olan organik bağları sebebiyle, alt tabakanın sesi ve temsilciliği fonksiyonunu üstleniyorlardı. Osmanlı sisteminde toplumsal muhalefetin önde gelen unsurlarından biri olan Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla birlikte toplumsal taleplerin yönetime taşınmasını sağlayan kanallarda kapanmış oldu.[76]
13. yüzyılın sonları ile 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu'da Babâ'îyye, Celâiyyeve Ahi tarikatleri yaygındı. Anadolu beyliklerinin ordularında bu tarikatlara mensup birçok gönüllü de savaşıyordu.[lower-alpha 5] Osman Gazi (1299-1324), Orhan Gazi ve I. Murad dönemlerinde Gaziyân-ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm ve Bacıyân-ı Rûm gibi tarikat grupları Osmanlı ordusuna gönüllü olarak katıldılar. I. Murad'ın 1366 tarihli bir belgede Ahi reisi olarak anılması da Osmanlıların Ahilikle olan bağlarını gösteriyordu.[78] Nitekim Şeyh Edebali, Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa ve Şeyh Mahmud gibi etkili Ahi şeyhleri Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunda önemli rol oynadılar. Orhan Gazi de bu isimlerden ve Ahilerden faydalanarak "yaya" kuvvetlerine Ahilerin giydikleri beyaz börkü[lower-alpha 6] giydirdi. Ahi reisi olan I. Murad da Yeniçeri Ocağını kurduğunda askerlere beyaz börk giydirdi.[80] Uzunçarşılı'ya göre; Babâ'î ismiyle bilinen tarikat tahminen 15. yüzyılın ilk yarısında Babâ'î şeyhlerinden Hacı Bektaş-ı Veli'nin ismini alarak "Bektaşîlik" adı altında faaliyetlerine devam etti. Bu dönemde Ahilik ise eski etkinliğini kaybetti. Yeniçeri Ocağı ise başlangıçta Ahilik temelinde kurulmasına rağmen daha sonra Bektaşîliğe yöneldi.[81]
Yeniçeriler Hanefiliğe mensuptular ve başbayraktarın taşıdığı İmâm-ı Â'zam bayrağı ocağın en büyük bayrağıydı. Yeniçeri ağasının çadırının önüne dikilen bu bayrak, Yeniçeri ağası bayrağı, büyük alay bayrağı ve diğer bayraklardan öncelikliydi. 94. cemaat ortasında[lower-alpha 7] bir Bektaşî babası Hacı Bektaş-ı Veli'nin vekili olarak bulunurdu. 18. yüzyılın sonlarında ise 99. oda Bektaşî babalarına tahsis edilirdi ve bunlar "Hû keşanlar/Hû çekenler" olarak tanınırlardı. 16. yüzyılda ocağın üst rütbeli subayları "taife-î Bektaşîyye/güruh-ı Bektaşîyye, zümre-î Bektaşîyân" gibi ifadelerle adlandırılır ve ocağa "Bektaşî Ocağı" da denirdi.[83] Yeniçerilerin ulufelerinin verildiği günlerde Başçavuş Ağa yüksek sesle Yeniçeri gülbangını okur ve sonunda yeniçeriler hep birlikte "huuu!" diyerek gülbangı bitirirlerdi.[84]
Fuat Köprülü'ye göre; 13. yüzyılın ikinci yarısında uç bölgelerde savaşan ve Yeniçeri Ocağının kuruluşunda gazilerle birlikte olan Abdalân-ı Rûm adlı Türkmen babaları Hacı Bektaş-ı Velî’ye bağlıydılar ve onun anısını kutsal sayarlardı. Bu nedenle zamanla Bektaşî menâkıbnâmelerine Hacı Bektaş-ı Veli'nin ocağın kuruluşunda yer aldığına, dua ettiğine, ocağa ad verip bir kazan hediye ettiğine dair rivayetler girdi. Köprülü, bu şekilde Bektaşîlik ile Âhîliğin ocağın kuruluşunda etkili olduğunu ifade eder.[85] Yeniçeri Ocağının Hacı Bektaş-ı Veli'den dua aldığı iddiaları ise İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından reddedilir. Uzunçarşılı, Âşıkpaşazâde'nin Hacı Bektaş-ı Veli'nin 13. yüzyılın son yarısında vefat ettiğini, Osmanlı Hanedanı ile hiçbir ilgisinin olmadığını ve onlarla görüşmediğini kaydettiğini belirtir. Tarihçi ayrıca ocağın kanunnamesi niteliğindeki Kavanin-i Yeniçeriyan'da da Hacı Bektaş-ı Veli'ye değinilmediğini, Yeniçeri Ocağının kurulması ve askerlere börk verilmesiyle ilgili olarak Vezir Hacı Bektaş Paşa ve Hacı Bektaş-ı Veli'nin oğlu Timurtaş dedenin adlarının geçtiğini vurgular. Bunun yanında Kavanin-i Yeniçeriyan'da yeniçerilerin duruş ve oturuş gibi konularda Hacı Bektaş-ı Veli'nin koyduğu kanun ve kaideleri uyguladıkları yazar.[86] Hammer ise; Yeniçeriliğin, Orhan Gazi'nin saltanatında ortaya çıktığını ve Yeniçeri Ocağının Hacı Bektaş-ı Veli tarafından kutsandığını ileri sürer.[87]
Ahmet Yaşar Ocak ise Bektaşîliğin Osmanlılarda Orhan Gazi'nin Bursa seferine katılan Abdal Musa ile temsil edildiğini, Haydarî dervişleri aracılığıyla gaziler arasında tanındığını ve bu sayede kuruluştan itibaren yeniçeriler arasında yayıldığını belirtir.[85] Halil İnalcık da esir veya devşirmelerin Anadolu'daki Türk ailelerin yanına gönderildiklerinde, Sünnî/kitabî İslam'dan ziyade halk arasında yaygın olan Bektaşîliğe yöneldiklerini belirtir.[88] Paul Wittek ise İslam'dan önce Türk toplumunda yer alan alplerin, İslami dönemdeki askerî kolunu yeniçerilerin teşkil ettiğini, bunlara da "Gâziyân-ı Hacı Bektaş-ı Velî" dendiğini yazar.[85]
Yeniçeri Ocağına farklı zamanlarda birkaç yöntemle asker alımı yapıldı. İlki pençik adı verilen yöntemle, savaşlarda ele geçirilen her beş erkek esirden birinin kısa bir eğitim görmesi ve ardından yeniçeri yapılmasıyla gerçekleştirilirdi. Diğer bir yöntem ise bu esirlerin beş ila sekiz sene boyunca Anadolu'daki Türk ailelerinin hizmetinde çalışması, Türkçeyi ve İslam adetlerini öğrenmesi ve daha sonra ocağa alınmasıydı. Son yöntem ise esirlerin ve devşirmelerin yine Anadolu'daki Türk ailelerine hizmet etmeleri ve ardından Acemi Ocağına kaydettirilmeleriyle başlayarak orada yükselmeleriydi.[89]
Osmanlı İmparatorluğu'nda yaklaşık iki buçuk asır boyunca uygulanan Pençik Kanunu döneminde, Yeniçeri Ocağına asker alımı devşirme sistemi, pençik yöntemi ve kul oğulları dışında başka bir yöntemle gerçekleştirilmedi. Ocağa alınanların kimlik bilgileri, fiziksel özellikleri, günlük ücretleri ve isimleri ulufe defterine kaydedilerek, rastgele adam alımının önüne geçildi. Ocağa, ihtiyaç duyulduğu zaman çeşitli tarihlerde alınacak olan acemiler, ocağın ihtiyacına göre seçilirdi. Yeniçeri ağasının isteği veya ona bağlı cemâat ya da ocak ağalarının emrindeki uygun acemiler divana sunulduktan sonra, "kapıya çıkma" adı verilen yöntemle Yeniçeri Ocağına kaydedilirdi.[89]
Kul kardeşleri[lower-alpha 8] adıyla ocaktaki yeniçerilerden farklı bir sınıf mevcuttu. Bu topluluktakiler diğer yeniçeriler gibi devşirilerek Acemi Ocağına kaydedilenlerden değildi. 16. yüzyılın sonlarındaki asker ihtiyacı kapsamında taşra kalelerinde ve özellikle sınırlarda belirli zamanlarda görev yapmak ve daha sonra ocağa kaydedilmek şartıyla dışardan alınırlardı. 16. yüzyılın sonlarındaki Yemen, İran ve Avusturya seferlerinin uzaması nedeniyle bu askerî sınıf ortaya çıktı. Daha sonraki tarihlerde bu askerlerin hizmet süreleri bir yıla düşürülerek Kapıkulunun süvari birliğine veya Yeniçeri Ocağına alındılar.[90]
18. yüzyılda Acemi Ocağının bozulması ve devşirme yönteminin kalkmasıyla birlikte ocağa dışardan adam alınmaya başlandı. Bunun yanında daha önce ocağa mülazım olarak kaydedilip maaşsız sıra bekleyenlerden bir namzet seçilir ve bağlı oldukları yerde bir açık oluşana kadar başka bir sanatla uğraşırlardı. Ocağın ihtiyacı olan pozisyonlar, çavuşların yerlerine mülazımların atanmasıyla doldurulurdu. Mülazımlar, barış dönemlerinde üç yıl hizmet verdikten sonra maaş almaya başlarlardı. Yalnızca yeniçeri unvanını elde etmek amacıyla ismen yeniçeri olan bir grup ise "taslakçı" veya "talip" olarak bilinirdi.[91]
İlk kuruluşunda yalnızca "Cemâat" adı verilen ortalar bulunan ocakta, yaklaşık 1000 asker mevcut idi. Her 100 askerin sorumlusu olarak "yayabaşı" adı verilen bir subay tayin edilirken; bu yüz kişiden oluşan ortalar ise Cemâat adıyla anılırdı. 15. yüzyılın ortalarında sekban bölükleri de ocağa katılırken; II. Bayezid (1481-1512) döneminde ise ağa bölükleri adı verilen bir teşkilat daha meydana geldi ve Yeniçeri Ocağının orta/bölük sayısı 196'ya yükseldi.[92] Cemâat ortalarına yayabeyleri[lower-alpha 9]; ağa bölüğü ortalarına "bölüklüler" veya "ağa bölüklüler"; sekbanlara ise "seymenler" de denirdi. Cemâatler 1'den 101'e kadar, padişahın av birliği olan sekbanlar ise 1'den 34'e kadar sıra numarasına sahipti.[94] Sekbanların 65. ortayı oluşturan bir bölüğü atlı olup diğer 34 bölüğü ise piyadeydi. Sekbanlar kethüdasının mensup olduğu bölük ona tahsis edilirdi.[95] Her biri 50 kişiden meydana gelen toplam 61 bölüğe sahip ağa bölükleri ise 1'den 61'e kadar sıra numarasına sahipti.[94] Cemâat ortalarının ilk 5 ortasını oluşturan devecilerin, ihtiyaç olması durumunda başka odalar da eklenerek sayıları artırılırdı. 1623 tarihinde 8, 29, 33, 39, 40, 46, 56, 57, 86, 87 ve 95. ortalar, 1663 senesinde de 6, 8, 25, 29, 33, 39, 42, 43, 45, 46, 47, 48, 57,75, 78, 86, 87, 91, 95 ve 98. ortalar deveci ortalarıydı.[96] Ağa İmamı Ortası ise belli bir orta numarasına sahip değildi ve bulunduğu orta onun adıyla anılırdı.[95] ağa bölüklerinden "asesbaşı" adıyla anılan odanın sabit bir numarası yoktu, asesbaşı nerede olursa o oda onun adıyla anılırdı.[97]
Bölük/orta | Zağarcılar | Saksoncular | Turnacılar | Hasekiler | Solaklar | Zemberekçiler | Tüfekçiler | Çergeciler | Tekke | Katrancılar | Hû-çekenler | Beytülmalci |
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
Orta | 64 | 71 | 68 | 14, 49, 66, 67 | 60, 61, 62, 63 | 82 | 92, (bazen 22) | 17 | 40 | 52 | 99 | 101 |
Bölük/orta | Yeniçeri Kethüdası | Başçavuş | Kethüdayeri | Çerge Odası | Bekçi | Paşa Odası | Talimhaneciler | Kayıkçılar |
---|---|---|---|---|---|---|---|---|
Bölük | 1 | 5 | 7'inci (bazen 32, 33, 51) | 17 | 19 | 21 | 54 | 56 |
Bölük/orta | Atlı sekbanlar | Sekbanlar kâtibi | Serşikari |
---|---|---|---|
Bölük | 65 | 18 | 33 |
I. Süleyman (1520-1566) döneminde 12.000 olan ocak mevcudu daha sonraki dönemlerde 50.000'e kadar yükseldi. İlk zamanlarda her bir orta 100 ila 500 askere sahipken, ocağın asker sayısının artmasına karşın orta sayısı aynı kalınca her ortanın asker sayısında artış oldu ve I. Ahmed (1603-1617) ve III. Selim (1789-1807) döneminde bazı ortalar 2-3 bin mevcuda kadar çıktı.[94] Yayabeyleri ilk dönemlerde 10 ortadan oluşurken, 17. yüzyıl başlarında bu sayı 101'e yükseldi. Yayabeylerinin ilk 5 ortasını "deveciler" oluştururdu. Yayabeylerinin görevi Marsigli'nin yazdığına göre sarayı ve sınırları korumaktı. Her orta veya bölüğün subayları, çorbacı, odabaşı, vekilharaç, bayraktar ve başeski gibi rütbe ve görevlerine göre adlandırılırdı.[93] Bir atlı ve 33 yaya bölüğünden oluşan sekbanlar ise yeniçerinin 65. ortasını oluştururdu. Sekbanlar kethüdasının mensup olduğu bölük ona tahsis edilirdi. 15. yüzyıl sonlarında Yeniçeri ağalarının Enderûn'dan seçilmesiyle birlikte, ağa bölükleri adıyla Yeniçeri ağasına özgün bölükler oluşturuldu. I. Süleyman 1. ağa bölüğünü "yoldaş" olarak kabul ederken,[99] Osmanlı padişahları da 1. ağa bölüğünün 1 no'lu neferi olarak ocağa kayıtlı bir yeniçeri kabul edilirdi.[100] Ağa bölüklerine bağlı olan 61. bölükte, bir denetleme esnasında padişahın içtiği şerbet tasını altınla doldurmasından sonra, daha sonra bölüğe gelen padişahlara şerbet ikram etmek gelenek haline geldi.[99]
Yeniçeri Kışlaları, yeniçerilerin askerî ve sivil yaşamlarındaki bütün faaliyetlerine ev sahipliği yapıyordu. Kışlalar önceleri Edirne'deyken İstanbul'un Fethi ile birlikte merkezi İstanbul oldu ve "kışlak" adı verilen kışlalar inşa edildi.[101][102] Özellikle I. Süleyman döneminde Edirne'deki kışlalar Avrupa seferleri esnasında aktif şekilde kullanılırken, çeşitli tarihlerde tamir ve bakımdan geçti.[103] I. Süleyman döneminden sonra eski önemini yitiren Edirne'deki kışlalar, 17. yüzyılda Edirne'yi ziyaret eden Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde belirttiğine göre tamamen harabe haldeydi ve günümüze kışlalarla alakalı olduğu iddia edilen yalnızca bir çeşme ve hamam ulaşabildi.[104]
Acemi oğlanlar ve yeniçerilerin kışlaları günümüzde Şehzadebaşı semti ile Aksaray'da bulunuyordu. II. Mehmed (1444-1446/1451-1481) döneminde inşa edilen kışlaların kesin olarak hangi tarihte yapıldığı bilinmez. Ocak geleneklerine göre İstanbul'a giren yeniçerilerden bir kısmı Veli Mahmud Paşa ile birlikte deniz tarafındaki Unkapanı kapısından içeri girerek Eski Odalar'ın bulunduğu alana, Yeniçeri ağasıyla gelenler ise Yeni Odalar'ın bulunduğu alana ellerindeki bayrakları diktiler. Eski Odalar'ın inşası daha önce bittiği için bu isim verildi.[106]
Yeni Odalar daha sonra Tekkeler Meydanı, Et Meydanı ve Câmi-i Miyâne denilen Orta Cami ile birlikte bir kompleks haline geldi.[107] Orta Cami, yeniçeriler için bir toplantı noktasıydı ve yeniçeri isyanları da dahil olmak üzere birçok olayda merkez olarak kullanıldı.[108] [109] Yeni Odalar'da Et Meydanı olarak anılan meydan aynı zamanda Yeniçeri Meydanı olarak da biliniyordu.[110] Yeniçeri ortalarına her gün mirî[lower-alpha 10] fiyattan et dağıtımı yapıldığı için Et Meydanı adıyla anılan yerde, yeniçerilerin eğitim yaptıkları bir talimhane, savaş ve av köpeklerinin bulunduğu seksonhane, et dağıtımının yapıldığı tomruk adı verilen kasap dükkanları gibi yapılar mevcuttu.[108] Yeniçeri ağası ise Süleymaniye Camii ile Haliç arasında bir konumda bulunan "Ağa Kapısı" adıyla anılan bir komplekste; "Tekeli Köşk" denen ahşap bir yapıda ikamet ederdi.[112] Bunun yanında Yeniçeri ağasının dışında katar ağalarının da resmî makamları Ağa Kapısı'nda bulunurdu.[113]
İstanbul'daki kışlalar inşa edildikten sonra ortalar arasında anlaşmazlık çıkmaması için, her ortadan seçilen bireyler odalara koşturularak önce giren bireyin cemaati o odayı almaya hak kazanırdı. Bu sebeple oda numaraları sıralı değildi.[114] Kışlalara yeniçerilerden başkalarının girmemesi için Yeni Odalar 7 adet, Eski Odalar ise 3 adet ana kapı ile çevrelendi ve her birine bir yeniçeri ortası nöbetçi olarak yerleştirildi.[115][116] Yeniçerilerde her orta ve bölüğün "oda" denilen birer kışlası vardı. Çini tuğla ile döşenen zemine sahip olan kışlaların içerisinde peyke ya da sedir bulunurdu ve kapıları mermer direklerler süslüydü. Her kapının üzerinde o ortanın nişanı yer alırdı. Her ortanın mutfağı, kileri, çamaşırhanesi, koğuşu ve orta sofası vardı.[109] Kanunnâme kayıtlarına göre Yeni Odalar'da 40 bölük ve orta, 368 ocaklı oda, 130 çardak, 69 ocak ve kerevet, 90 talimhâne, 20 köşk, 4 tekke ve 158 ahır bulunuyordu. Eski Odalar'da ise 26 bölük, 47 ocaklı koğuş, 55 kerevet, 21 çardak, 1 tekke ve 26 ahır vardı.[117]
Kışlalar 2, 3 ve 4 katlı olarak inşa ediliyordu.[118] 2 katlı bir yeniçeri kışlasının avlusuna büyük bir ana giriş kapısından girilirdi. Bu kapıların hemen yanında nöbetçiler için küçük bir oda ya da her iki tarafta oturacak bir yer bulunurdu. Avlu, üzeri kiremitle döşenen duvarlarla çevriliydi. Avluda giriş kapısının yanlarında avluya doğru açılan tuvalet, çamaşırhane, kömürlük ve odunluk alanları vardı. Kışla binaları genellikle ön ve arkada olmak üzere iki kapıya sahipti. Kışlaların giriş katları orta sofa ya da meydan adıyla anılan ortak kullanım alanlarıydı. Giriş katında yine mutfak, kiler, abdest alma yerleri ve orta hizmetini yapan karakullukçuların odaları yer alırken, bazılarında buraya bitişik olarak yapılan ahırlarda bulunurdu.[119] Kışlaların ikinci katında ise ise yeniçeri zabitlerinin toplantı yerleri ve aşağı kattaki sofaya benzeyen divanhane bulunurdu.[120] Bunun yanında 3 veya 4 katlı olarak inşa edilen kışlaların plan ve odaların konumu 2 katlı kışlalara göre farklılık gösteriyordu. Bu kışlaların üst katları yine zabitler için ayrılırken, giriş katta tuvalet, çamaşırhane, odunluk ve ahırlar yer alırdı. Yeniçerilerin yaşam alanları, mutfak ve kiler gibi kısımlar ise 2. katta bulunurdu.[121] Padişah için 1. ağa bölüğünde "taht-ı hümayun" odası bulunurdu ve padişah buraya gelerek 40 akçelik maaşını aldıktan sonra üzerine altın ekleyerek ocağa geri iade ederdi. 61'inci Solak Ortası'nda da "kasr-ı hümayun" adı verilen padişahın kullanımı için bir oda mevcuttu.[122]
Yeni Odalar, Yeniçeri Ocağının kaldırılması esnasında top atışları ile yıkılırken, Eski Odalar da bu olaydan birkaç gün sonra yıktırıldı. Yeni Odalar'ın bulunduğu alanın adı "Ahmediye", Eski Odalar'ın bulunduğu alanın adı ise "Fevziye" olarak değiştirildi ve kışlaların bulunduğu arsalar ev ve işyeri yapılması için halka verildi.[123]
Yeniçerilerin yemek pişirdikleri orta ve bölük kazanları kutsal sayılırdı. Her odanın küçük zabitlerinin koruması altında bakırdan yapılan 2 ya da 3 kazanı mevcuttu. Orta ve bölük aşçıları herkes tarafından saygı duyulan zabitlerdi. Yeniçeriler arasında suç işleyenler, aşçının gözetiminde hapsedildiği için, mutfaklar[lower-alpha 11] aynı zamanda tutukevi olarak da kullanılırdı. Yeniçeriler, herhangi bir meseleyi konuşmak için de kazanların etrafında toplanır ve isyan durumunda orta ve bölük kazanlarını ortaya çıkarırlardı. Kazanlar, bayrak ve nişanlardan daha önemli görüldüğü için muharebede kazanların düşman eline geçmemesine özen gösterilirdi. Muharebede orta veya bölüğün kazanı kaybedilirse, tüm orta ve zabitler görevlerinden alınıp bir daha o orta veya bölüğe kabul edilmezlerdi. Seferlerde kazanlar orta çadırlarının önünde dururdu. İstanbul'un çeşitli semtlerinde inzibat ve asayişi sağlayan yeniçerilere her sabah, orta veya bölüklerinde pişirilen çorbalar dağıtılırdı.[124] Her orta ve bölüğün kendi kazanlarından başka, ocağın ortak sembolü olan Kazan-ı Şerîf adlı ayrı bir kazan da mevcuttu.[125] Bu kazanın Hacı Bektaş-ı Veli'den yadigâr olduğuna ve bizzat onun tarafından yemek pişirildiğine inanılırdı.[126] Kazanların yanı sıra, her birlik için iki takım kepçe, kevgir ve oklava da mevcuttu.[126]
Yeniçeri Ocağında İmâm-ı Â'zam bayrağı, Ağa sancağı bayrağı, alay bayrağı, kethüda bayrağı ve orta ve bölüklerin yarısı sarı, yarısı kırmızı renkli çatal şeklindeki bayrakları mevcuttu. Yeniçeri ağalarının ilk zamanlarda sancakbeyi rütbesinde olmaları nedeniyle tek tuğ taşıdıkları, sonradan beylerbeyi derecesine yükselmeleri nedeniyle iki tuğa yükseltildikleri bilinir. Ocağın alay bayrağı yarısı sarı, yarısı kırmızı renkliydi.[127] İmâm-ı Â'zam bayrağı ocağın Sünniliğini simgelerdi. Beyaz ipekten yapılan bu bayrak, ocağın en büyük bayrağıydı.[128]
Her orta ve bölüğün kendine özel nişanları mevcuttu. Bu nişanlar orta ve bölük kapılarının üzerinde, çadır ve bayraklarda bulunduğu gibi, dövme yöntemiyle kollarına işletenlerde mevcuttu. Ayrıca yeniçeri mezarlarında ve tezkirelerinde de orta nişanları yer alıyordu. Ocağın düzeni bozulduktan sonra esnaflık yapmaya başlayan yeniçeriler ve zaten esnaf olup para karşılığı ocağa yeniçeri olarak kaydolanlar da dükkanlarına kayıtlı oldukları orta veya bölüğün nişanını bulundururlardı. Gönderilen mektuplarda da zarfın üzerine orta nişanının koyulması bir kuraldı.[129]
Özellikle 18. yüzyılın sonlarından itibaren, yeniçeriler yeni yapılan binaları ve limanlardaki gemileri "balta asmak" adı verilen uygulama ile para karşılığı koruma altına alıyorlardı. Bir yeniçeri orta veya bölüğünün nişanının, o orta veya bölüğe mensup askerlerce bina veya gemiye asılmasına "balta asmak" deniyordu. Bu sebeple orta veya bölükler arasında balta asma yüzünden kavgalar çıkıyordu.[130]
Yeniçeriler başlarına Ahilere mahsus beyaz keçeden yapılan "börk" adı verilen başlık takarlardı. Bu başlığa "yeniçeri keçesi" de denirdi. Yeniçeriler ve sınırda görev yapan kul kardeşlerinden başkalarının beyaz börk takması yasaktı. Börk, yaklaşık 45 cm yüksekliğindeydi ve arkaya doğru devrilen ve "yatırtma" denilen bir bölümü vardı. Tiftikten yapılan bu bölüm, yeniçerilerin omuzlarını kaplayacak kadar genişti ve yürürken omuzlarına vururdu. Ayrıca, enseyi yağmur, kar ve soğuktan da korumaya yarardı. Börkün baş kısmı, 3-4 parmak genişliğinde gümüş veya altından yapılan bir zırha sahipti ve en tepesinde demir bir çember bulunurdu. 16. yüzyılda yaşayan diplomat Busbecq, börkü şu şekilde tanımlar:
“ | Bunlar topuklarına kadar inen bir esvap giyerler; başlarındaki serpuş bir kaputun kolundan ibarettir, serpuşun bir kısmı başı sarar, bir kısmı da arkaya enseye çarpar, altlarında gümüşten müstatil biçimde yaldızlı madenî bir parça vardır.[132] | ” |
Börkün ön kısmında, mücevherlerle süslenen ve -Busbecq'in de belirttiği gibi- müstatil bir biçimde "yünlük" adı verilen parlak bir metal kısım bulunurdu. Yeniçerilerin servetine göre değerli veya değersiz taşlarla süslenen bu kısım, en tepedeki demir çembere kadar uzanırdı. Börkler, yünlüklü veya yünlüksüz, üsküf veya kuka gibi farklı türlerde ve özelliklerdeydi.[133] Yeniçeri keçeleri ilk zamanlar Bilecik'te yapılmasına karşın, I. Selim döneminde ocak dışından bazı kişilerin yeniçeri keçesi giyerek kendilerini yeniçeri gibi göstermeleri nedeniyle börkün yeniçeri kışlalarında yapılmasına karar verildi.[134] Kavânîn-i Yeniçeriyân'da 17. yüzyıl başında yeniçerilerin seferlerde keçe takmayı önemsemediklerinden bahsedilirken, 17. yüzyıldaki muharebelerde keçe taksalar bile zamanla bu alışkanlığın terkedildiği ve keçenin yalnızca merasim ve törenlere mahsus bir giyecek haline geldiği bilinir. Keçe takmayan yeniçeriler bunun yerine fes giyerek üzerine astar sararlardı. Yalnızca karakullukçu adıyla anılan en kıdemsiz yeniçeriler astar saramazlardı.[135]
Yeniçeriler "çuha" adı verilen kumaştan yapılan mavi veya lacivert renkli bir elbise giyerlerdi. Cübbeye benzeyen ve "dolama" adıyla bilinen bu elbise diz altına kadar uzanırdı. Yürümelerini engellememesi için dolamanın etek kısmını gerektiğinde bellerindeki ipek veya iplikten imal edilen sırma çubuklu kuşaklarına sokarlardı.[136] Bu kuşaklarda ayrıca bıçaklarını taşırlardı.[137] Dolamanın yanında "Barânî" adı verilen yağmurluk çuha da verilirdi. Her yeniçeriye yedişer endâze yağmurluk çuha, bu çuhaların içine de yedişer endâze astarlık bez verilirdi; ayrıca gömleklik bez, sarık için yedi endâze tülbent ve senede bir kez her yeniçeriye "yaka akçesi" adıyla dikiş ücreti olarak ayrıca bir para verilirdi.[138] Yeniçeri çorbacılarına, sekban bölükbaşılara, sekban ve zağarcılara "sobramani" denilen kaputluk yeşil çuha ve dikiş parası olarak da 150 akçe para verilirdi. Sobramani ile yeniçeri kaputundan hariç solaklara "mirî çuha" adı verilen bir çuha daha verilir ve dikiş parası olarak da 60 akçe ödenirdi.[137]
Her yıl, Yeniçeri ağasından başlayarak, ocak ağaları ve Yeniçeri katibi de dahil olmak üzere tüm ocak mensuplarına yaz ve kış mevsimleri için iki kez üst elbisesi, çuha ve kumaş verilirdi. Bahar mevsiminde verilen elbiselere "Bahariye", kış mevsiminde verilenlere ise "Zemistaniyye" denirdi. Ocağın komutanları, serpuşlarından ve çizmelerinin renklerinden tanınırlardı. Yaya ve cemaat kumandanları genellikle sarı renkli çizme giyerken; Kethüda bey, muhzırbaşı, başçavuş gibi ağa bölükleri zabitleri de sarı renkli çizme giyerlerdi. Ağa bölükleri ve yayabaşılar kırmızı, diğer küçük zabitler ise siyah renkli çizme giyerlerdi. Sarı renkli çizme giyen zabitler daha itibarlıydı.[139]
George Sandys, 1610'da yeniçerilerin şehirde dolaşırken menekşe rengi elbise giydiklerinden bahseder. Philippe Canaye ise 1570 yılında padişahın Cuma namazına gidişinde cuma alayındaki yeniçerilerin kırmızı renkli kaftan giydiklerini ve şehirde dolaşırken gümüş bir asa taşıdıklarını, ancak bu asanın onları rahatsız ettiğini belirtir.[140]
Yeniçerilerde başeski, bayraktar ya da vekilharç gibi kıdemlere yükselmeden sakal bırakmak yasaktı. Sakal bırakmak emeklilik ve hizmet etmekten kurtulma alameti sayıldığı için, nefer seviyesindeki kişilerin emekli edilecekleri zaman sakal bırakmalarına izin verilirdi.[141]
Padişahın başında bulunduğu seferlere gidilirken sınır kalelerinde ve kasabalarda görev yapanlar haricindeki tüm yeniçeriler seferlere katılırlardı.[142] Sefer yürüyüşlerinde yeniçeriler padişahın önünde giderlerdi. "Konak" adı verilen duraklarda çadırlarını padişahın çadırının her iki yanına kurarak ortasını yola benzer şekilde boş bırakırlar ve bu yolun iki başına da ocaktan askerleri nöbetçi koyarak padişaha muhafızlık yaparlardı. Muharebe esnasında ise muhafızlık görevini ocak ortalarından Solaklar yürütürlerdi. Muharebe alanında geceleri padişahın çadırını ise yine yeniçeri askerleri muhafaza ederdi. Padişah çadırının "çerge" adıyla anılan iki kapılı giriş kısmında ise yüz birinci cemaat ortasına bağlı silahlı muhafızlar beklerlerdi.[143]
Osmanlı ordusunun sefer süresince çadırları kurarak düzen aldığı mekan "ordugâh" olarak adlandırılırdı. Ordugâhta yollar padişah ve paşa çadırlarının olduğu kısımlardan başlayarak yayılır ve Roma kamplarının düzenine benzer şekilde çeşitli bölümlere ayrılırdı. Her çadır yandaki çadırla aynı hizaya gelecek şekilde kurulur, atların bağlandığı direklerde aynı hizada sıralanırdı. Her grubun ayrı yıkanma ve abdest alma çadırı vardı. Ayrıca belirli aralıklarla kazılan ve etrafı tahtalar ile çevrili tuvaletler de vardı. Her bölümde yiyecek satan dükkanlar, terziler ve silah ustası gibi zanaatkarların olduğu bir meydan vardı.[144]
İstanbul'dan Avrupa'ya yapılan seferlerde yeniçeriler padişahı koruması amacıyla bir miktar kuvvet bıraktıktan sonra Halkalı'dan sonra kestirme yolları kullanarak Filibe'ye giderler ve Edirne üzerinden gelen padişahı karşılarlardı.[143] Kapıkulu ocaklarının İstanbul'dan çıkışlarında ve girişlerinde merasim yapılması ise kanundu.[145] Avrupa'ya yapılacak seferlerde toplanma noktası Davutpaşa, Anadolu'ya yapılacak seferlerde ise Üsküdar'daki Doğancılar Meydanı'ydı. Toplanma noktasında yeniçerilere yemek vermek kanundu.[146] Yeniçeriler ordunun merkezinde yer alırlardı. Sağ ve sol taraflarında Kapıkulu süvarileri bulunurdu. Ordunun sağ ve sol cenahlarında ise tımarlı sipahiler yer alırdı. Yeniçeriler padişahın katıldığı seferlerde arka arkaya dokuz saf, serdar ya da seraskerin bulunduğu seferlerde ise arka arkaya üç saf şeklinde dizilirlerdi. Düşman topraklarına girilirken ya da düşman askerleriyle temas yaşanmadan önce cebeciler tarafından yeniçerilere tüfek, kurşun, siper kazmak için kazma ve kürek dağıtılırdı.[147] Ayrıca mehter takımı da askerleri yüreklendirmek için savaşlarda orduya eşlik ederdi.[148]
Yeniçeriler muharebe başlayacağı zaman gülbank çekerek tüfeklerini havaya üç kere ateşlerlerdi. Arka arkaya üç saf şeklinde dizildikleri düzende ilk sıradakiler ateş ettikten sonra yere çöküp tüfeklerini yeniden doldururlarken, ikinci sıradakiler ayağa kalkıp atışlarını yapar ve onlar da tüfeklerini hazırlamak için eğilirlerdi. Sonra da üçüncü sıradakiler ateş ederlerdi. Yeniçerilerin bu şekilde atışlarına "fındık serpmek" adı verilirdi.[lower-alpha 12] Yeniçeriler "Hu" çekerek ileri atılırlardı.[149] Yanıltmak ve şaşırtmak Osmanlı savaş taktiğinde önemli bir yer tutardı. Akıncılar ağır zırhlı süvarileri savaş alanından kaçar gibi yaparak hem yorarlar hem de yeniçeri siperlerinin önündeki sivri uçlu engellere doğru çekmeye çalışırlardı.[150] Kalelere veya düşman ordusu içine girmek gibi görevler için "serdengeçti" adında özel bir sınıf mevcuttu. Bu sınıfa mensup askerlere diğerlerinden daha fazla maaş ve çeşitli rütbeler verilirdi.[151]
Yeniçeriler barış zamanı eğri hançer taşırlardı. Seferlerde boynuzdan yapılan bir yay ile okları, 16. yüzyıldan itibaren ise orduda yaygınlaşan tüfekleri[lower-alpha 13] kullanırlardı. Yeniçerilerin şahsi olarak tedarik ettikleri tüfekler, devlet tarafından verilen tüfeklerden daha iyi olduğu için yeniçerilerin çoğunluğu miri tüfek kullanmazlardı.[145] 17. yüzyıl yeniçeri kanunnamesinde yeniçerilerin tüfek satın almaları şartı vardı. Yeniçeriler bu sebeple maaşlarının bir kısmını bu harcamalara ayırırlardı. Fransız gördü tanığı Thévenot 1656'da bu konuyla ilgili şunları yazar:
“ | Bir yeniçeri her gün aldığı akçelerinden artırarak 50 "ecu" (altın para) biriktirmeyi ve bir tüfek veya güzel bir kılıç almayı düşünür. Tüfek çok ağırdır ve oldukça iyi bir demirden yapılmıştır. 40-60 "livre" arası satılır. 80 "livre"ye satılanı da vardır. Tüfek kullanırken içine iyice barut koyarlar, sonra demir bir çubukla yuvarlak topu (kurşun) sokarlar. Bundan sonra sağ ellerinde tüfeklerini tutarak sağ omuz hizasına getirirler. Sol eldeki meşin bant tüfeğin ortasındaki halkaya bağlıdır. Halka dipçiğe yakındır, aynı zamanda sağı çekerler, tüfek çakmaklanır.[153] | ” |
Ayrıca eğri ve geniş yüzlü kılıç, kalkan, varsak denilen yatağan, kürde ve balta da yeniçerilerin başlıca kullandıkları silahlardandı. Yeniçerilerde az sayıda da olsa zırh giyenler mevcuttu. Zenberekçiler denilen bir grup ise "zenberek" adlı büyük yayları kullanırlardı. Bu silahı tüfeğin orduda yaygınlaşmasından önce seksen ikinci cemaat ortası kullanırdı.[151] 15. yüzyılda Türk ve Frenk zenberekleri, derbendî cebe, Mısrî kılıç, Dımışkî hançer, Şâmî çomak ve Frengî balta Osmanlı savaşçıları arasında yaygındı.[154] Seferlerde "yeniçeri kazması" adı verilen bir kazma, kürek ve buna benzer malzemeleri de kullanırlardı.[143] Atlı yeniçeriler ve ocağın büyük zabitleriyle, yayabaşı, bölükbaşı ve odabaşıların atlarının eğerlerinin bir tarafında kalkan ile "bozdoğan" denilen başı topuz şeklinde çomak mevcuttu. Yeniçeriler arasında ve ortalarda el kumbarası kullanan askerlerde mevcuttu.[154] Barış zamanlarında taşıdıkları hançer ve "pistolet" adı verilen tabancayı şehirde dolaşırken taşımazlar, bunun yerine asaya benzer bir sopa ile gezerlerdi.[153]
Yeniçerilere ulufe, ulefe, mevâcib ve vacib gibi isimlerle bilinen bir maaş verilirdi.[155] Bu maaş her üç ayda bir "kıst" denilen dilimler halinde ödenirdi.[156] Birbirini takip eden hicrî ayların baş harflerinin birleştirilmesi ile Masar, Recec, Reşen ve Lezez gibi ulufe dönemlerini belirtmek için isimler türetildi.[155] Devlet hazinesinin yeterli olduğu durumlarda her üç ayda bir dört kıst olarak ödenmesi gereken ulufelerin son iki kıstı birleştirilerek tek kıstta ödenir ve yılda üç defa verilirdi. Son iki ulufenin birleştirilerek ödenmesine Kısteyn mevâcibi denirdi.[157] Her ulufe için asl, mükerrer ve hazine adıyla üç defter tutulur ve daha sonra karşılaştırılarak hata veya usulsüzlük olup olmadığı kontrol edilirdi.[158]
Yeniçeriler ocağa ilk girdiklerinde ikişer akçe yevmiye alırlardı. Bu miktar 17. yüzyılın başlarında üç akçeye çıkartıldı.[155] Koçi Bey Risalesi'ndeki kayda göre 1630'larda bir yeniçerinin gündelik yevmiyesi 3 akçe idi ve yaşı ilerledikçe günlüğü 12 akçeye kadar yükselirdi. 16. yüzyılın sonlarında ve 17. yüzyılın başlarında en yüksek yevmiye 8 veya 9 akçeydi. İngiliz gezgin Aaron Hill 1702'de, en düşük yeniçeri maaşının "1 peni" ve en yükseğinin haftada "7 şilin" olduğunu belirtir. Cantacasin ise yeniçerilerin ocağa kaydolduktan sonra ilk olarak 3-4 aspre maaş aldıklarını yazar. 1610'da İngiliz gezgin Sandys ise bir yeniçerinin genellikle 5 aspre aldığını belirtir.[159]
1612 senesinde Nasuh Paşa'nın sadrazamlığına kadar ulufeler her odanın çorbacısına sarı torbalar içinde verilirken, belirtilen tarihten itibaren ise Dîvân-ı Hümâyun'da düzenlenen törenle verilmeye başlandı.[160] Genellikle salı günleri Topkapı Sarayı'nda düzenlenen törende başta sadrazam olmak üzere devlet erkanı hazır bulunurdu. Ulufe dağıtılmadan önce Bâbüssaâde önünde yer alan sofralarda yeniçerilere çorba, pilav ve zerde ikram edilirdi.[161] Yeniçerilerin ulufe alırken ikram edilen yemekleri reddetmesi, padişah veya devlet yönetimine karşı memnuniyetsizliklerinin bir işaretiydi.[26] Yeniçerilerin çorba içmeleri[162] ve muhzırbaşının sadrazam ve devlet erkanına akide şekeri ikram etmesi gibi sembolik hareketler yönetimden memnun olduklarının göstergesiydi.[163]
Zabit | Cülûs (akçe) |
---|---|
Yeniçeri ağası | 100.000 |
Sekbanbaşı | 30.000 |
Yeniçeri kâtibi | 9.000 |
Kul kethüdası | 7.000 |
Yayabaşı (her biri) | 3.000 |
Yeniçeriler, ocağa girişlerinde "düzen akçesi" adı altında 2 akçe alırlardı.[165] Ayrıca tahta çıkan padişahlarda "cülûs bahşişi" adı altında askerlere bahşiş verirlerdi.[166] Bunun yanında mevcut yevmiyelere zam yapılması da "terakki" olarak adlandırılırdı.[167] Padişahlar cülûslarını takip eden ilk çıktıkları seferlerde de kapıkulu fertlerine biner akçe sefer bahşişi verirlerdi.[168] Bundan başka bazen seferlerde gösterdikleri hizmetleri ödüllendirmek içinde bahşiş verilebilirdi.[169] I. Süleyman dönemini anlatan bir risalede ise her üç ayda bir yeniçerilere "yaka" ve "barut akçesi" adı altında kırkar akçe verildiği yazar. Aynı risaleye göre bu dönemde her yeniçeriye üç ayda bir "keman akçesi" adı altında otuz akçe daha ödenirdi. Eyyûbî Efendi Kanunnamesi ve Telhîsü`l-Beyân'da da her yeniçeriye "kemanbahâ" adıyla otuz akçe yay parası verilmesinin kanun olduğu belirtilir.[170]
Yeniçerilere maaşlarına ek olarak yiyecek ve giyecekleri için gerekli şeylerin bir kısmı veya tamamı devlet tarafından ödenirdi. Eyyûbî Efendi Kanunnamesi'ne göre yeniçerilerin et ve zahire giderlerinin bir kısmı ve çuha masraflarının tamamı devlet tarafından karşılanırdı.[171] Koçi Bey Risalesi'ndeki kayda göre, yeniçeri ve kapıkulu sipahilerine belirli bir miktar et dağıtımı yapılır ve bu etler, yeniçeri kışlasındaki "Et Meydanı" adı verilen alanda bulunan sekiz kasap dükkânında, her bölüğün asker ve subay sayısına göre paylaştırılırdı. Daha önceleri yeniçeriler yiyecek ve iaşelerini kendi maaşlarından karşılarken, et ve zahire fiyatlarının artmasıyla aradaki fark devlet tarafından karşılandı.[172] Yeniçeri Ocağındaki askerlerin günlük yemek ihtiyaçları, her birinin maaşından haftalık olarak verdikleri 10 akçelik kumanya parasıyla karşılanırdı. Daha sonra haftada bir kez alınan bu ücret haftada iki defaya çıkartıldı.[173] Ayrıca her oda, kendi içerisinde kurduğu vakıflar aracılığıyla kandil yağı, odun, ekmek ve Ramazan masrafları içinde para toplar ve harcardı. Yevmiyeleri az olan yeniçeriler günlük iaşeleri için erzak ve yiyecek parası vermezlerdi. Bunların masrafları kendi bölükleri tarafından karşılanırdı. Kurban Bayramı'nda ise her bölüğe kurbanlık koyun verilir ve yeniçeriler bölüklerinde kurban keserlerdi.[174]
Her orta ve bölüğün kendine ait bir kazanı mevcuttu.[173] Yeniçeri Ocağında, düzenli olarak belirli kişilere ve av köpeklerine verilmek üzere fodla[lower-alpha 14] dağıtımı yapılırdı.[175] Yeniçeri Ocağındaki her bir oda için devlet tarafından mum verilirdi. Her hafta dağıtılan 15.000 mumun her biri 16 dirhemdi. Ayrıca senede 25 dirhem üzerinden 70.000 zahire mum dağıtılırdı.[176]
Yeniçeri Ocağının devlet otoritesi için önemi oldukça yüksekti ve bu nedenle yeniçeriler, hatalı veya suçlu bulundukları durumlarda sadece yeniçeri ağası tarafından yargılanırlardı. Ancak bu yargılamalar esnasında yeniçeriler halka teşhir edilmez, yargılanma ve cezalandırılma süreçleri gizlilikle yürütülürdü. Yeniçeri ağasının sarayında bulunan Ağa Kapısı, yeniçerilerin davalarının görüldüğü ağa divanının bulunduğu yerdi. Yeniçeri ağası, bu mahkemede başkanlık ederdi. Davası olan yeniçerilerin durumları kethüdabeye bildirilirdi. Kethüdabeyin bulunmadığı durumlarda ise kethüdayeri ve başçavuş, Yeniçerilerin durumunu öğrenir ve ağa divanına aktarırdı. Davalı yeniçeri, bağlı olduğu odanın odabaşısı tarafından ağa divanına getirilirdi.[177]
1702'de Aaron Hill'in yazdığına göre, Yeniçeri Ocağının en yüksek askerî yargıcı veya hakimi olan yeniçeri ağası, hükümdar tarafından bütün yeniçerileri yargılama göreviyle yetkilendirildi.[177] Bu görev sayesinde yeniçeri ağası, otoritesini ve gücünü pekiştirdi. Hill, yeniçerilerin genel suçları için cezaların, bağlı olduğu odanın küçük rütbeli subayları tarafından verildiğini ve aşçılar tarafından uygulandığını belirtir.[178] İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın aktardığına göre, aşçıbaşı suçlu yeniçerileri odanın mutfağında tevkif eder veya tutuklardı.[179] Yeniçeriler ölümü hak eden bir suç işlemeleri halinde yeniçeri ağasının emriyle boğularak idam edilirlerdi; Sandys'e göre boyunlarına ağırlık takılarak denize bırakılırlardı. Eyyubi Kanunnamesi'ne göre ise ölüme çarptırılan yeniçeriler orta çavuşun makamında tutulur, sonra asesbaşının eline teslim edilerek Baba Câfer Zindanı'na sevk edilirlerdi.[178] Burada akşam namazı sonrasında cellatlarca boğularak öldürülen yeniçeriler boyunlarına taş bağlanarak denize atılırlardı.[180]
Yeniçerilerin şarap içmesi yasak olduğundan özellikle savaşlarda askerlerin içkili olması hem ordu düzeninin bozacağından hem de dinen yasak olduğundan, içki içen yeniçeriye ve diğer askerî birliklerde yer alan askerlere ölüm cezası verilirdi.[180] Seferden kaçanların ve katillerin başı satırla kesilir; fitnecilik, hırsızlık ve tecavüz gibi sebeplerle suçlu bulunanlar ise boğularak öldürülürdü. Kışla içinde ya da dışında küfür etmek, kavga etmek ve yoklamadan kaçmak da ağır suç olarak görülürdü. [181] Ordugaha içki sokan satıcılarda cezalandırılırlardı. 1669'da Kandiye Kuşatması'nda Osmanlı ordugahında yer alan Fransız görgü tanığı Georges Guillet de Saint-George, yeniçerilerin çoğunlukla odabaşı tarafından uygulanan elli sopa cezasıyla kurtulduklarını belirtir. Yeniçeri Ocağındaki subaylardan biri idam cezasına çarptırıldığında kethüdabey tarafından cellada teslim edilirdi. Eğer görevinden alınmasını gerektirecek bir suç işlemişse ağa divanında diğer subayların huzurunda görevinden azledilirdi. Mehter, mataracı, çuhadar ve tüfekçi gibi yeniçeri ağasının hizmetindeki ağa gediklileri suçlu bulunduklarında sopa cezası uygulanmaz ve yalnızca kuşakları alınarak yeniçeri ağasının hizmetinden çıkarılırlardı. Görevinden alınan yeniçeri subayları maaşına göre tımar veya zeamet alırdı.[180]
Eyaletlerde görevli yeniçerilerin aralarındaki davalara bölgenin kadısı bakardı. Eyaletlerdeki yeniçerilerden suçlu olanlar kendi kumandanları tarafından cezalandırılırdı. Beylerbeyi divanında yeniçerilere ceza verilmezdi. Eyalet ve kazalarda halka zulmeden, başka bir yeniçeriyi öldüren ve buna benzer suç işleyen yeniçeriler bölgedeki kadı mahkemesinde yargılanarak ceza alırlardı. Evli olan yeniçerilerden suç işleyenlerin cezası başodabaşı tarafından verilirdi. Kazalarda görevli yeniçerilerin ve diğer birlikteki askerlerin disiplini yeniçeri serdarları tarafından sağlanırdı.[182]
Ordunun seferde olmadığı dönemlerde Yeniçeri Ocağında tüm askerlerin katıldığı düzenli talimler yapılırdı. Yeniçeriler haftada üç gün ok ve tüfek atış talimleri yaparlardı. Talimhanecibaşı ok talimini, Avcıbaşı ise tüfek talimini yaptırmakla görevli zabitlerdi.[110] Ocağın "Talimhane" ve "Okmeydanı" adıyla anılan atış meydanları vardı. Bu mekânlar ilk olarak II. Bayezid (1481-1512) döneminde yaptırıldı ve I. Süleyman tarafından genişletildi. Talimhanecibaşı 54. ağa bölüğü çorbacısıydı ve bölük mensuplarıyla birlikte askerlere ok dağıtır ve talime nezaret ederdi. Yeniçerilerin talimini izlemek isteyen I. Süleyman için bir yer ve bir çeşme yapıldı. Padişah her sene bir kere buraya gelerek atış yapar ve başarılı askerleri ödüllendirirdi. Padişah geldiğinde saksoncular da[lower-alpha 15] orada olur, av köpeklerini ayılara karşı saldırtır ve pehlivan güreştirirlerdi. Her odada birer ikişer pehlivan bulunması kanundu. Gürz sallama ve atma,[184] koşu ve güreş gibi sportif aktiviteler yapılırdı.[185] Solaklar ve kemankeşler de becerilerini gösterirlerdi.[184] Yine Yeniçeri ağası ve ocak zabitleri de atış talimleri yapardı. Bunun dışında yeniçeriler Dîvân-ı Hümâyun'un toplandığı her perşembe günü talimhane de ok atışı yapardı. Burada başarılı olanlar yeniçeri ağasının önerisiyle Kapıkulu süvarisi olur ya da farklı terfi veya ödüle kavuşurdu.[186]
Talimhanede kullanılan ok, yay, barut ve fitil gibi malzemelerin giderleri devletçe ödenirdi.[187] 17. yüzyılın ilk yarısından itibaren talim işlerinde gevşeme ve bozulma görüldü. Aynı yüzyılın ilk zamanlarında yeniçeriler talimi bırakmadı ve odabaşları ile birlikte talime gittiler. Yeniçeri ağası da haftada üç gün burada talime katılırdı. Bazı padişahlar sefere gitmeden önce veya giderken yeniçerilere talim yaptırırdı. Örneğin III. Mehmed Eğri Kuşatması'ndan önce haftada iki gün Yeniçerilere tüfek talimi yaptırılmasını emretti. II. Osman'da Lehistan seferine giderken Edirne'de Tunca'nın karşı yakasına nişanlar koydurarak yeniçerilere tüfek atışı yaptırdı ve başarılı olanları ödüllendirdi. Padişahların sefere çıkamadığı ve ocağa keyfi olarak adam kabul edildiği dönemlerde -özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısında- talimhaneler işlevini kaybetti ve talimhaneciler de kanuna aykırı olarak ehliyetsiz kişilerden seçilmeye başlandı.[188] Yeni Odalar'da bulunan Okmeydanı'nın köşesinde ocağa ait barut imalâthanesi mevcuttu.[189]
Yeniçeri Ocağının mevcudu, kuruluşundan itibaren 1.000 askerden başlayarak ihtiyaca ve sınırların genişlemesine bağlı olarak artış gösterdi ve 1582'den itibaren İran ve Avusturya seferleri nedeniyle dışarıdan alımlar yapılarak iki katına çıktı. Özellikle 17. yüzyılda mevcut sayı olağan dışı şekilde artarken, belirli tarihlerde kadro düzenlemeleri yapılarak sayı aşağı düşürüldü. Ancak, ocaktaki kayıtlı askerlerin esameleri başka kişilere satılmaya başlandı ve bu nedenle defterlerde adı bulunan bir yeniçeri, gerçekte ocağın içinde bulunmayabiliyordu. Her muharebe öncesinde, ocaktaki bu boşluğu doldurmak için dışardan alım yapılmasıyla ocak mevcudu yine artış gösterdi. Ocağın ilk dönemlerindeki kesin mevcudu gösteren belgeler bulunmamakla birlikte, ananeye göre ocağa başlangıçta 1.000 asker alındı. Ankara Muharebesi'nde ocağın 10.000 ila 12.000 arasında mevcudu olduğu tahmin edilir.[198] Muharebeden sonra yaşanan Fetret Devri'nde, Musa Çelebi'nin 7.000, Halkokondilis'e göre II. Murad'ın 6.000 ila 10.000 arasında hassa[lower-alpha 16] askeri mevcuttu.[200] 15. yüzyılın ortalarından itibaren yeniçeri mevcudu 8.000 ile 10.000 arasındaydı. Cantacasin L'origines des Tucqz adlı eserinde, II. Bayezid döneminde yeniçerilerin 8.000 kadar olduklarını ve daha sonra bu sayının arttığını belirtir.[201] Müri üt-Tevarih ise I. Selim döneminde sayının 8.000 kadar olduğunu yazarken, Kitâb-ı Müstetâb ise I. Süleyman dönemine kadar mevcudun 8.000 kadar olduğunu ve onun döneminde 12.000'e yükseldiğini belirtir.[202] 1526'daki Mohaç Muharebesi ile I. Viyana Kuşatması'nda yeniçerilerin 12.000 mevcudunun olduğu bilinir. 1560'daki reşen mevâcibi[lower-alpha 17] nedeniyle verilen maaşlarda yeniçerilerin yetim ve aylıklılar hariç 5.860'ı bölük, 7.035'i cemâat ve 642'si de sekban olmak üzere toplam 13.357 mevcuda sahip oldukları bilinir.[192]
16. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte ocak mevcudu artış gösterdi. III. Murad'ın 1574'teki tahta çıkışında toplam 13.599 kişi olan mevcut, bu hükümdar tarafından İran ve Avusturya ile yapılan savaşlar gerekçe gösterilerek iki katına çıkarıldı. Oğlu III. Mehmed 1595'te tahta geçtiğinde toplam mevcut 26.000'de fazlaydı, 1597'de ise 30.000'i geçti. Bunun yanında devam eden seferler dolayısıyla Acemi Ocağı dışında dışarıdan da Yeniçeri Ocağına alım yapıldı. Kuyucu Murad Paşa'nın 1609'daki yoklamasına göre toplam yeniçeri sayısı 37.627 idi.[193] IV. Murad (1623-1640) döneminde 35.000'i aşan yeniçeri sayısı daha sonra yükselerek 46.176'ya ulaştı. Müri üt-tevarih isimli eserde, IV. Murad döneminde 40.000'den fazla mevcut olması sebebiyle Yeniçeri ağasına "kırk bin kul ağası" diye hitap edildiği yazar. 1653'te Tarhuncu Ahmed Paşa döneminde, çeşitli sebeplerle yükselen ocak mevcudu yaklaşık 55.000'e kadar indirildi fakat Kara Murad Paşa'nın İbşir Mustafa Paşa'yı devirmek ve sadrazamlığa yükselmek için çıkardığı isyan sonucunda bu sayı 80.000'i aştı.[204]
Toplam 16 sene süren Avusturya-Lehistan, Rusya ve Venedik seferleri esnasında ocağa asker alımı yapıldı. 1687'deki II. Süleyman (1687-1691) döneminde, emekli olanlarla birlikte yeniçerilerin İstanbul'daki mevcutları 38.131, cephe ve kalelerdekilerin mevcudu ise 32.263 olmak üzere toplam mevcut 70.394'tü. Karlofça Antlaşması'ndan sonraki muharebesiz geçen 12 senede 70.000 olan ocak mevcudu Amcazade Hüseyin Paşa'nın çabasıyla 40.000'e kadar indirildi. Fakat Sarızade Mehmet Paşa'nın kaydettiğine göre 1703'te yeniçeri sayısı yeniden 53.200'e çıktı.[196] 1745'teki maaş icmaline göre, Ağa Bölükleri'nde 15.803, cemaat ortalarında 16.186 ve sekbanlarda da 16.186 kişi olmak üzere toplam yeniçeri sayısı 34.695 idi. I. Mahmud (1730-1754) döneminde yeniçerilerin maaş kağıtları olan "esame"lerin alım satımına müsaade edilince, ölen yeniçerilerin tespiti güçleşti. 1739'da imzalanan Belgrad Antlaşması'ndan 1768'e kadar geçen yaklaşık 30 senelik zaman diliminde savaş olmadığı halde yeniçeri sayısı artışını sürdürdü.[197] 1804'teki maaş icmaline göre yeniçerilerin emekliler hariç toplam 64.456 mevcudu vardı. 18. ve 19. yüzyılda yaşayan İsveç elçisi d'Ohsson ise kendi döneminde gözlemlediği yeniçerilerin sayılarıyla alakalı olarak, toplam mevcudu bilmenin imkansız olduğunu, çorbacıların defterlerinde verdikleri sayının doğru olmadığını ve takriben 120.000 olarak verilen mevcudun 20.000 tanesinin İstanbul'da gösterildiğini ancak kışlalarda 3.000 yeniçeriden fazla bulunmadığını belirtir.[205]
Yeniçeriler barış zamanlarında çeşitli hizmetler yaparlardı. Bunlardan en önemlisi Dîvân-ı Hümâyun muhafızlığıydı. Yeniçeriler ilk zamanlardan itibaren 15. yüzyıl sonlarına kadar her gün ve bu tarihten yaklaşık 17. yüzyıl sonlarına kadar ise haftada iki veya dört gün toplanan Dîvân-ı Hümâyun toplantılarında muhafızlık görevini yürütürlerdi.[206] Bir diğer hizmetleri de İstanbul başta olmak üzere şehirlerde çıkan yangınları söndürmekti. Yangın söndürmek için gerekli ekipmanlar şehir emini tarafından sağlanır ve yeniçeri odalarında bulunurdu. Yeniçeriler yangınları söndürürken bir yandan da yağmayı önlemek için nöbet tutarlardı.[207] Yeniçeriler belirli zamanlarda yeniçeri ağasıyla birlikte İstanbul'da kolluk görevini yürütürlerdi. İstanbul'daki "kulluk" adıyla anılan karakolların, kale kapılarının açılıp kapanması görevi de yeniçerilere aitti. Herhangi bir semtin inzibatını yürüten yeniçeriye "kullukçu", kale kapılarındaki nöbetçilere ise "yasakçı" denirdi.[208] Yeniçeriler taşralarda kale muhafızlığı da yaparlardı. Yeniçeri ortaları sırayla ve üç sene boyunca kalelerde muhafızlık görevini yürütürler ve sırası biten ortanın yerine İstanbul'dan başka bir orta gönderilirdi.[209] İhtiyar, yaralı, sakat veya suç işlemiş yeniçeriler "Hisar eri" sıfatıyla şehir kalelerinde geri hizmette görev yaparlardı.[210] Yeniçeriler sefer çağrısı geldiğinde çok ağır hasta olmadıkça görevli oldukları yerden ayrılarak sefere katılmak zorundaydılar. Ancak bu durum yeniçeri teşkilatının bozulmasıyla birlikte değişti, yeniçeriler ayrıcalık ve rüşvet karşılığında çeşitli mazeretlerle sefere katılmamaya başladılar.[211]
Barış dönemlerinde yeniçerilerin bir kısmı yabancı gezgin ve diplomatlara ücret karşılığında rehberlik ve muhafızlık yaparlardı. Gezgin ve yeniçerinin anlaşmasına göre görevli yeniçeri muhafızlık görevinin yanında gezgine at, araba ve erzak temin eder, sınırdan geçiş için gerekli evrak ve izinlerin alınmasını sağlardı. İngiliz gezgin Henry Blunt 1634 yılında Venedik'ten İstanbul'a kadar bir yeniçeri ile muhafızlık ve rehberlik için anlaştığını şu sözlerle açıklar:
“ | Önce Venedik'te bana at, araba ve kumanya bulması ve geçiş izni alması için İstanbul'a kadar bütün yol masrafları ve ücretini ödeyerek bir yeniçeri ile anlaştım. Sonra 1634 yılının Mayıs ayının yedisinde bir Venedik gemisine bindim.[212] | ” |
Yeniçerilerden bazıları da gönüllü olarak muhafızlık ve rehberlik yaparlardı. 1602-1605 yılları arasında arkadaşlarıyla Orta Doğu'ya seyahat eden Anthony Shirley, iki kardeş yeniçerinin evinin bir kısmını kiraladıklarını ve bu yeniçerilerden en az birinin şehirde gezerken sürekli kendileriyle birlikte gelerek rahat gezmelerini sağladığını belirtir.[213]
Ağa gemilerinin kaptanları ve baş yardımcıları da, güvenilir oldukları için yeniçeri ocağından seçilirlerdi.[214] Su yollarının korunması ve dağ koruculuğu gibi görevlerde ihtiyar yeniçeriler tarafından yürütülürdü. "Saka" adıyla anılan grup yeniçerilerin savaş ve barış zamanlarında, yıkanma, temizlik ve içme sularını taşımak ve temin etmekle görevliydiler.[215] Bunların haricinde yeniçerilerin imtiyaz ve şerefini elde etmek amacıyla şehir ve kasaba halkından gönüllü yeniçeriler de vardı. Bunlar o bölgenin yeniçeri serdarının defterinde kayıtlıydılar.[216] Bu grup savaş zamanlarında ulufe defterine kaydolurlar ve mensup oldukları ortaya dahil olurlardı.[217]
Ocağın kuruluşundan 16. yüzyılın başına kadar yeniçerilerin evlenmesi yasaktı. Bölükbaşı, yayabaşı ve ocak zabiti olmayan yeniçeriler evlenemez ve ihtiyarlamadan sakal bırakamazdı. I. Selim'in sadrazamı Yunus Paşa, evlenmek isteyen Yeniçeri Ocağındaki yaşlı kardeşi için padişahtan izin istedi, bu isteği ilk başta reddedilse de daha sonra padişahtan izin adı ve böylece ilk defa bir yeniçerinin evlenmesine bu tarihte izin verildi. Daha sonra evlenmek isteyen yeniçeriler içinde yaşlı olması ve padişahın iznini alması şartı arandı. Evlenen bir yeniçeri odasında kıdemli olsa bile bölükbaşı ya da odabaşı olma hakkını kaybederdi. Ancak, evlenmenin yaygınlaşmasıyla birlikte evli olanlar arasından da odabaşı seçilmesine izin verildi.[218] Görgü tanıklarının gözlemlerine göre 17. yüzyılın ikinci yarısında yeniçerilerin birçoğu evliydi. 1676'da George Wheler, yeniçerilerin çoğunun evli olduğunu ve disiplinden uzak olduklarını belirtir. İngiliz görgü tanığı Henry Blunt da, yeniçerilerin çoğunun evli olduğunu ve ticaretle uğraştıklarını belirtir.[219] Emekli olan bekar yeniçeriler isterlerse kışlalarında kalmaya devam ederlerdi.[220]
Evlenme izni verilmesinden sonra evlenen yeniçeriler sayıca azdı. Evli yeniçeriler yaşlı oldukları için genellikle kalelerde ya da hafif hizmetlerde görev yaparlardı. Çocuk sahibi olan yeniçerilerin her doğan çocukları için yevmiyelerine birer akçe zam yapılır ve eskisi gibi hizmet beklenmediği için de yükselme haklarını kaybederlerdi. Evlenen yeniçerilere evlerinde kalmalarına izin verildi. İlk zamanlar evinde kalan yeniçeriler sayıca az olmasına karşın daha sonraları, -özellikle 18. yüzyıldan itibaren- kışlalarda yeniçeri sayısı oldukça azaldı. Evlenen yeniçeri yarı ayrılmış olarak görülürdü. 17. yüzyılın sonlarında evli yeniçeriler her hafta Cuma günü odalarına gelip zabitlere görünürlerdi. Evli yeniçerilerin evlerini geçindirmek için ocaktan aldıkları maaşın yeterli gelmemesi nedeniyle ticaret ve esnaflık yapmalarına müsaade edildi.[221] 1621'deki isimsiz bir seyahatnameye göre evli yeniçerilerden çocukları doğanların gündelik maaşlarına her gün için birer "aspre"[lower-alpha 18] zam yapılırdı.[223]
1610'da George Sandys'in yazdıklarına göre evli olan yeniçerilerin ilk çocukları doğduktan sonra kaydedilir ve ileride maaş alma hakkı tanınırdı. Doğacak diğer çocukları doğuştan Türk sayıldığından maaş bağlanmazdı.[223] Yeniçerilerin doğan erkek çocukları Yeniçeri Ocağına ulufeli olarak kaydedilirdi. Önce Acemi Ocağına ve daha sonra da Yeniçeri Ocağına kaydedilen çocuklar "kuloğlu" adıyla anılırdı. Yeniçerilerin yetim çocukları Osmanlı kaynaklarında ve belgelerde "Nânhoran" ya da "Fodlahoran" gibi adlarla anılırdı.[224] Yeniçerilerin mirasları kanuna göre "Beyt-ül mal" denilen ocak sandıklarına kalırdı. Osmanlı kaynaklarında ölen yeniçerilerin miraslarının ailelerine kaldığıyla ilgili bir bilgi yoktur. 1621 yılına ait isimsiz bir Fransız görgü tanığının notlarına göre ölen yeniçerilerin mirasları bağlı oldukları odaya kalmazdı. Osmanlı kaynaklarına göre ise ölen yeniçerilerin mirası, bağlı bulunduğu odanın sandığında bekletilir ve yetim oğlu belli bir yaşa gelince ona verilirdi.[225]
İlk zamanlar yeniçeri ağası, yeniçeri kâtibi, kul kethüdası, turnacıbaşı, baş yayabaşı, mühzür ağa ve baş çavuş ocağın en büyük zabitleriydi. Daha sonra sekban ortaları da yeniçeri ocağına dahil edilince sekbanbaşı yeniçeri ağasından sonraki en büyük zabit oldu.[226] Kul kethüdası ile Kethüda yeri rütbeleri arasında yer alan ağalara "katar ağaları" denirdi.[227] Koçi Bey Risalesi'ndeki kayda göre 1630'larda ocağın 16 kumandanı veya ağası olduğu yazılıdır. Eyyûbî Efendi Kanunnamesi'ne göre yeniçeri ağası, sekbanbaşı ve kul kethüdasının divandaki yerleri rütbelerine göre; Sekbanbaşı yeniçeri ağasının sağ tarafında, kul kethüdası ve İstanbul ağası da sekbanbaşının bir alt yanında otururlardı. Eyyûbî Efendi Kanunnamesi'nde turnacıbaşı, saksoncubaşı, zağarcıbaşı ve kethüda bey olarak alt rütbeden üst rütbeye doğru gösterilir. Hasekiler bu sıraya göre terfi ederdi. Başçavuş terfi etmesi durumunda haseki, azledilmesi halinde ise deveci olurdu. Zemberekçi ortasının çorbacısı rütbece haseki rütbesine eşit sayılırken, seferde zemberekçibaşı ocağın imamından bir üst rütbedeydi.[228] 1702'deki atamada mühzür ağanın turnacıbaşı rütbesine yükselmesiyle onun yerine bölükbaşı getirildi. 1705'te ise mühzür ağaya kadar aşağıdaki tabloya benzer bir silsile uygulandı, mühzür ağadan sonra araya kethüda yeri girdi, baş bölükbaşı onun ardından gelirdi ve aradan hasekiler çıkarılarak; kul kethüdası, zağarcıbaşı, saksoncubaşı, turnacıbaşı, mühzür ağa, kethüdayeri ve baş bölükbaşı şeklinde bir sıralama uygulanırdı.[227]
Zabit | Görev |
---|---|
Birinci derecedeki büyük zabitler | |
Yeniçeri ağası | Yeniçeri ve Acemi ocaklarının başkumandanı |
Sekbanbaşı | Sekban ortaları kumandanı |
Kul kethüdası (Kethüdabey) | 1. ağa bölüğü kumandanı |
Zağarcıbaşı | 64. süvari ve piyade Zağarcılar ortası kumandanı |
Saksoncubaşı | 71. orta kumandanı |
Turnacıbaşı (Ser turnaf) | 68. orta kumandanı |
Hasekiler (Dört haseki) | 14. 49. 66. ve 67. ortalar kumandanı |
Başçavuş | 5. ağa bölüğü kumandanı ve ocak başçavuşu |
İkinci derecedeki büyük zabitler | |
Başdeveci | Cemaat ortalarındaki deveci ortalarının en kıdemlisi |
Deveciler | Cemaat ortalarındaki deveci ortalarının diğer kumandanları |
Baş yayabaşı | Cemaat ortalarındaki en kıdemli yayabaşı |
Mühzür ağa (Ocak mühzürü) | Ağa bölüklerinden muayyen odası olmayan bölük kumandanı |
Kethüda yeri (Cay-ı kethüda) | Ağa bölüklerinden muayyen odası olmayan bölük kumandanı |
Baş bölükbaşı | Ağa bölüklerindeki en kıdemli bölükbaşı |
Kışladaki her odanın; çorbacı, odabaşı ve vekilharç denen görevli zabitleri vardı. Çorbacının her orta veya bölüğe göre farklı isimleri vardı.[230] Cemaat ortalarının çorbacıları "yayabaşı"; Ağa ve sekban bölüklerinin çorbacıları ise "bölükbaşı" olarak anılırdı. Bu kişiler orta ve bölüğün işlerinden ve düzeninden sorumlulardı.[231] Çorbacıların arasında bazıları daha yüksek rütbelerde görev alırdı. Görevlerine göre giysileri değişiklik gösterirdi. Çorbacılar genellikle tüylerle süslenen bir başlık takarlardı.[230] Çorbacıların yardımcıları konumunda olan diğer zabitler ise sırasıyla; oda kethüdası, odabaşı, vekilharç, bayraktar, başeski, usta veya aşçıbaşıydı.[231] Ocakta çorbacı, odabaşı ve aşçı usta askerlerle doğrudan ilişkili oldukları için en yetkin sınıfı oluşturuyorlardı.[232] Ağa imamı, imam odası adıyla bilinen 94. ortanın çorbacısıydı. Ağa bölüklerinin birinci odasının çorbacısı aynı zamanda bütün çorbacıların ve yeniçerilerin en yüksek rütbeli subayı olan "kethüda bey" idi. Yeniçeri ağasının emrindeki kethüda bey yeniçerilerin görev dağılımını yapardı.[230] Çorbacıdan sonra gelen odabaşı ise bölüğün disiplininden sorumluydu. Yeniçerilerin kendi aralarında toplayıp yardım sandığına koydukları vakıf paralarının işletilmesi de odabaşının sorumluluğundaydı. Bu nedenle de "oda mütevellisi" adıyla da anılırdı.[233]
Ağa bölüklerindeki odabaşıların en kıdemlisine baş odabaşı, yaya bölüklerindeki odabaşıların en kıdemlisine ise oda kethüdası denirdi. Odabaşından sonra gelen vekilharç ise haftada bir kez toplanan para ile bölüğün iaşesini sağlardı. Eyyûbî Efendi Kanunnamesi'ne göre her bölüğün bayraktarı, aşçısı ve mehterhanesi mevcuttu. Bölüğün en kıdemlilerinden olan bayraktar bölüğün üçgen formundaki bayrağını taşımakla görevliydi. Rütbece bayraktardan sonra gelen başeski ise şehirde kullukçu olarak bilinen karakolların kumandanlığını yapardı. Karakol kumandanı görevindekilere "başkarakullukçu" denirdi. Bölüğün matbah adıyla anılan mutfaklarından ve kazanından sorumlu olan zabite aşçıbaşı denirdi. Aşçıbaşıların civelek adı verilen yardımcıları bulunurdu.[234]
Yeniçerilerin kaldıkları kışlalardaki odaların temizliği ve düzeni, ocağa yeni katılan karakullukçu adı verilen kıdemsiz Yeniçeriler tarafından sağlanırdı. Karakullukçular, oda büyüklüğüne göre değişen sayılarda, odaların temizliği, kıdemli Yeniçerilere hizmet ve bulaşıkların yıkanması gibi görevleri yerine getirirlerdi.[235]
Az mevcutlu odalarda karakullukçu sayısı bir veya iki kişi olurken, kethüdabey ve başçavuş odaları gibi kalabalık yerlerde ise dört ya da beş kişi görevlendirilirdi. Bu durumda, en kıdemsizlere sadece "karakullukçu" denirdi. Bir üst kademede olanlara "pazara giden", daha sonrakilere "papuçcu" ve en üst kademedekilere de "kandilci" adı verilirdi. Yeniçeri Ocağında sürat ve fiziksel güç gerektiren seğirdim alayı ve ulufe töreni gibi etkinliklerde büyük ihtimalle ocağın en genç personeli olan karakullukçular görev yaparlardı.[235] Karakullukçular terfi ettiklerinde "küçük müteferrika" unvanını alırlardı ve böylece hizmetten kurtulurlardı. Daha sonra "orta müteferrika" ve "baş müteferrika" gibi unvanlarla yükselmeye devam ederlerdi. Bu aşamalardan geçtikten sonra kıdem alan neferler, odabaşı ve ihtiyarlarla birlikte oda sofasında oturma hakkı elde ederlerdi ve asaleten yeniçeri olurlardı. Bu süreçte, tarikatlara benzer bir şekilde sarık sarma töreni de yapılır ve tören sonunda, gerektiğinde ibraz edilmek üzere "sofa tezkeresi" adı verilen bir belge verilirdi. Terfi eden nefer bir koyun keserek odaya ziyafet verirdi.[236]
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.