Loading AI tools
Amerika kıtası kolonileri Vikipedi'den, özgür ansiklopediden
Amerika'nın kolonizasyonu, İskandinav denizcilerin 10. yüzyılda, bugünkü Grönland ve Kanada'nın belli bölgelerini keşfederek buralara yerleşmesiyle başladı (Amerika'nın İskandinav kolonizasyonu).[1] İskandinav folkloruna göre, kızılderililerle yerleşimciler arasında cereyan eden şiddetli çatışmalar neticesinde bu yerleşimler terk edilmek zorunda kalındı. Gerçek Avrupa kolonizasyonu, Christopher Columbus'un 1492 yılında Uzakdoğu'ya yeni ticaret rotaları bulmak için, İspanya sponsorluğunda, batıya doğru çıktığı keşif gezisinde, kazara Amerika Kıtası'nı keşfetmesiyle başladı. Hemen sonra Avrupalılar kıtanın derinliklerine inerek, fetih ve kolonizasyon hareketine giriştiler. Columbus, 1492-1493 yıllarında yaptığı ilk iki seyahatte, Bahamalar'a ve aralarında Hispaniola, Puerto Rico ve Küba'nın da bulunduğu bazı Karayip Adaları'na ulaştı. 1497 yılında İngiltere Krallığı adına Bristol'den yola çıkan John Cabot, Kuzey Amerika'da karaya çıktı. Bir yıl sonra Columbus, üçüncü seferinde Güney Amerika sahillerine ulaştı (Christopher Columbus'un seferleri). Christopher Columbus'un seferlerinin sponsoru olan İspanyol İmparatorluğu, Kuzey Amerika'dan Güney Amerika'nın en aşağı noktasına kadar, Karayip Adaları da dahil olmak üzere, en büyük sömürgelere sahip ilk Avrupa ülkesi oldu. İlk İspanyol şehri, 1496 yılında kurulan, bugün Dominik Cumhuriyeti sınırlarında kalan Santo Domingo'dur. San Juan, Porto Riko 1508'de, Veracruz ve Panama City ise 1519 yılında kurulmuştur. 1565 yılında İspanyollar tarafından kurulan St. Augustine, Florida şehri, ABD'nin üzerinde yerleşim bulunan en eski şehridir.
Fransa gibi Avrupa'nın diğer ülkeleri de, Kuzey Amerika'da, bazı Karayip Adaları'nda ve Güney Amerika sahillerinin küçük bir kısmında sömürgeler elde etmekte gecikmediler. Portekiz Brezilya'yı sömürgeleştirdi. Bu olay Avrupa ülkelerinin, Amerika kıtasını dramatik bir şekilde işgalinin de başlangıcı oldu. Avrupa ülkeleri birbirleriyle savaşmaktan yorgun düşmüştü. Bubonik veba salgınında ölen insanlar nedeniyle azalan nüfus yeni yeni toparlanmaktaydı. Bunca savaşlara ve felaketlere rağmen, 1400'lü yıllardaki umulandan fazla büyüme ve toparlanma yaşanmaktaydı.[2]
Keşiflerden sonra tüm Batı Yarıküre Avrupa ülkelerinin egemenliği altına girmişti. Böylesine bir istila, Yeni Dünya'nın arazi yapısında, fauna ve florasında, buralarda yaşayan toplumlarda çok derin etkiler ve değişiklikler yarattı. 19. yüzyılda 50 milyon Avrupalı Amerika'ya göç etti.[3] Hayvanların, bitkilerin, kültürlerin, nüfusun (köleler dahil), bulaşıcı hastalıkların ve hatta fikirlerin, Avrupa, Amerika ve Avrasya kıtaları arasında çok büyük hız ve ölçekte hareket etmesi, bu olayların da Kolomb'un Amerika keşfinden sonra gerçekleşmesi yüzünden, 1492'den sonraki döneme Kolomb Değişimi (Columbian Exchange) dönemi adı verilmiştir.
İlk keşif ve fetihler İspanya ve Portekiz tarafından, 1492'de İberya'nın yeniden fethi sonrasında yapıldı. 1494 yılında bu iki imparatorluk arasında, Papa tarafından da onaylanan Tordesillas Antlaşması imzalandı. Dünya'nın Avrupa dışında kalan bölümleri iki ülke arasında fethedilmek ve sömürgeleştirilmek üzere pay ediliyordu. Yeşil Burun Adaları’nı başlangıç noktası alarak, bu noktanın 370 fersah (1550 km) batısında Kuzey-Güney meridyeni çizildi. Çizgi, Avrupa’nın haricindeki dünyayı Portekiz ve İspanya’ya ait iki parçaya ayıran sınır olarak kabul edildi. 1513'te Pasifik Okyanusu'nu keşfeden, İspanyol kâşif Vasco Núñez de Balboa, bu anlaşmaya dayanarak, Kuzey, Orta ve Güney Amerika'da geniş topraklar ele geçirdi.
İspanyol fatih Hernán Cortés Aztek İmparatorluğu'nu ve Francisco Pizarro ise İnka İmparatorluğu'nu ele geçirdi. Böylece 16. yüzyılın ortasına gelindiğinde, İspanya, önceden Karayipler'de elde ettiği topraklara, Güney Amerika'nın batısında, Orta Amerika'da ve Kuzey Amerika'nın güney kısımlarında elde ettiği geniş arazileri ekledi. Portekiz ise aynı tarihlerde, Güney Amerika'nın doğusunda Brezilya olarak adlandırdığı geniş bir toprak parçasını sömürgeleştirmişti.
Diğer Avrupa ülkeleri, çok geçmeden Tordesillas Antlaşması'na itiraz ettiler. İngiltere ve Fransa Krallığı, 16. yüzyılda Amerika'da kololoniler kurmaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar. İngiltere ve Fransa, Hollanda ile birlikte ancak bir sonraki asırda koloniler oluşturabilecekti. Bu kolonilerin bir kısmı, salgınlar sebebiyle boşaltılan, Karayipler'deki eski İspanyol sömürgeleriydi. Bir kısmı da Kuzey Amerika'nın doğusunda, Florida'nın henüz İspanya tarafından ele geçirilmemiş bölgelerinde idi.
İspanya'ya ait İspanyol Florida'sı ve İspanyol New Mexico'su, İngiliz kolonileri Virginia Kolonisi (ve ona bağlı Kuzey Atlantik adası Bermuda) ve New England Kolonisi, Fransızlara ait Acadia ve Yeni Fransa, İsveç kolonisi Yeni İsveç ve nihayetinde Hollanda'ya ait Yeni Hollanda, Avrupalılara ait Kuzey Amerika'daki ilk kolonilerdir. 18. asırda Rus İmparatorluğu Rus Amerikası'nda, Alaska'da toprak ele geçirirken, Danimarka-Norveç de, Grönland'da bulunan eski kolonilerini canlandırmaya çalışıyordu.
Amerika kıtası, kolonileşmek üzere birçok milletin iştahanı kabartmış, bu da kaçınılmaz olarak işgal ve fetihler konusunda şiddetli bir rekabet yaratmıştı. Yeni yerleşimciler, sıklıkla diğer kolonicilerin, yerli kabilelerin veyahut korsanların saldırısına uğruyorlardı.
Avrupalıların Amerika'daki aktiviteleri, Christopher Columbus'un, İspanya tarafından finanse edilen bir filoyla Atlantik Okyanusu'nu aşmasıyla (1492–1504) başladı. Seferin gerçek amacı Hindistan ve Çin'e (Doğu Hint Adaları) yeni deniz ticaret yolları bulmaktı. Ardından İngiltere adına John Cabot Newfoundland'a ulaştı. Pedro Álvares Cabral Brezilya'ya ulaşıp, burayı Portekiz topraklarına kattı.
1497-1513 yılları arasında, Portekiz adına seyahat eden Amerigo Vespucci, Kristof Kolomb'un yeni kıtalar keşfetmiş olduğunu fark etti. Kartografyacılar bu iki kıta için, hala bu kaşifin isminin latinleşmiş versiyonu olan "America" ismini kullanmaktadırlar. Fransa tarafından desteklenen Giovanni da Verrazzano, Portekizli João Vaz Corte-Real ve Kanada'yı (1567–1635) keşfeden Samuel de Champlain gibi diğer kaşifler de, Kuzey Amerika'nın keşfinde önemli rol oynadılar.
1513 yılında Vasco Núñez de Balboa Panama Kıstağı'nı geçerek Pasifik Okyanusu kıyılarına ulaşan ilk Avrupalı oldu. Balboa, Pasifik Okyanusu'nu ve bu okyanusta bulunan tüm adaların İspanya tahtına ait olduğunu ilan ederek tarihi bir karara imza attı. 1517 senesinde, Küba'dan Orta Amerika'ya gelen bir grup İspanyol, köle avı için Yucatan'a ayak bastı ve böylece Yeni Dünya'da da kölelik ticareti başlamış oldu.
Bu keşifler dalgasını, İspanyolların başı çektiği "fetih" hareketi izledi. İspanyolların Reconquista adını verdikleri ve Endülüs müslümanlarının püskürtülmesi, yani İberya'nın yeniden fethi henüz tamamlanmıştı. Eskiden Endülüs'te uygulanmakta olan yönetim biçimini Yeni Dünya'da ele geçirdikleri bölgelerde aynen uyguladılar.
Colombus tarafından keşfedildikten on yıl sonra Hispaniola'nın yönetimi, İberya'nın yeniden fethi sırasında kurulan Alcántara Tarikatı üyesi Nicolás de Ovando'ya verildi. İber Yarımadası'nda olduğu gibi, Hispaniola adasının yerli halkı olan Tainolar, toprak sahiplerinin emrine verildi. Roma Katolik ruhban sınıfı da tüm yerel yönetimi devraldı. Encomienda adı verilen, Avrupalı yerleşimcilere, yerli halkın zorla çalıştırılması ve onların tarımsal ürün ve madenlerine el konulması da dahil bir takım ayrıcalıklar tanıyan yasal düzenleme yürürlüğe girdi.
Sanıldığı gibi uçsuz bucaksız bu araziler, sadece bir grup konkistador ve onlara yardım eden bir avuç güçlü atlı şövalyenin (caballeros) ve yerli nüfusu yok etme noktasına getiren salgın hastalıkların yardımıyla fethedilmedi. Yapılan son arkeolojik kazılarda bulunan deliller, işgalci İspanyolların, sayıları yüz binlere varan yerli kuvvetlerle ittifak yaptığını ortaya çıkartmıştır.[4] Hernán Cortés 1519-1521 yılları arasında Meksika'yı (Meksika'nın fethi) ve Tlaxcala'yı fethetti. 1532 ve 1535 yılları arasında da, Francisco Pizarro İnka halkından devşirdiği 40.000 kişilik bir kuvvetle İnka İmparatorluğu'nu ele geçirdi.
Colombus'un keşfinin üzerinden bir buçuk asır geçtikten sonra, Kuzey ve Güney Amerika'da yaşayan yerli halkın nüfusu, tahminen %80 oranında azaldı. 1492'de 50 milyon olan nüfus, 1650'ye gelindiğinde 8 milyona düşmüştü.[5]). Ölümlerin birinci sebebi ise Eski Dünya'dan gelen bulaşıcı hastalıklardı.
1532 yılında, Kutsal Roma Cermen İmparatoru V. Karl, Antonio de Mendoza'yı, Cortes'in başına buyruk hareketlerini engellemek amacıyla genel vali olarak Meksika'ya gönderdi (Cortes 1540 yılında İspanya'a kesin dönüş yaptı). İki yıl sonra V. Karl, yürürlükteki Burgos Kanunları yerine, Yeni Kanunlar adı verilen (İspanyolcası Leyes Nuevas) yasal düzenlemeleri yaptı. Bu yasayla kölelik ve repartimientos adı verilen, Amerikan yerlilerinin zorla çalıştırılabilmesine izin ver sistem yasaklanıyordu. Ayrıca tüm Amerika topraklarını ve üzerinde yaşayan otoktan halkları kendi tebaası olarak ilan ediyordu.
Mayıs 1493'te, Papa VI. Alexander, Inter caetera adı verilen bir bildiri (Papal bull) ile, bu yeni toprakların tamamını İspanya Krallığı'na veriyordu. Karşılığında ise yerli halkların hristiyanlaştırılmasını talep ediyordu. Bu yüzden Christopher Columbus'un ikinci seferinde, yanında Benediktin keşişlerinin yanı sıra on iki tane de papaz bulunuyordu. Kölelik hristiyanlar arasında yasaklanmıştı. Bir hristiyan diğerini köle olarak alamazdı. Kölelik, ancak hristiyan olmayan savaş esirlerine, yahut önceden köle olarak satılmış kişilere uygulanabilirdi. 16. asır boyunca, kimlerin köle yapılabileceği konusundaki tartışmalar devam etti. 1537'de yayınlanan Sublimis Deus isimli Papalık bildirisi, Amerikan yerli halkını "ele geçirilmiş ruhlar" (kötülük tarafından) olarak tanımlamakla birlikte, onların köle alınmasını yasaklıyordu. Ancak bu bildiri dahi kölelik tartışmalarına son vermedi. Kimi Avrupalılar, isyan etmeleri halinde, yakalanan isyancıların köleleştirilebileceğini savunuyordu. Kölelik meselesi 1550-1551'de toplanan Valladolid Konseyi'nde tartışıldı. Dominiken rahip Bartolomé de Las Casas yerli Amerikalıların doğuştan özgür olduklarını belirterek Katolik inancına göre diğer insanlarla eşit muamele haklarının olduğunu savunurken diğer Dominiken filozof Juan Ginés de Sepúlveda, aksine bu insanların doğuştan köle olduğunu iddia ederek, onların köle yapılmasının Katolik teolojisi ve doğaya uygun olduğunu öne sürüyordu. Öte taraftan, yerli halka uygulanan "Hristiyanlaştırma" hareketi başlangıçta çok zalimceydi. 1524'te Fransiskanlar Meksika'ya ilk geldiklerinde, pagan tapınakları yakıp yıkarak, ibadetlerine engel olmaya çalıştılar.[6]
1530'larda Hristiyan ritüeller, yerel adet ve geleneklerin içine nufuz etmeye başladı. Yerli halkın tapınak olarak kullandığı mekanların üstüne kiliseler inşa ediliyor, Hristiyanlık, yerel dinlerle harmanlanmaya çalışılıyordu.[6] İspanyol Katolik Kilisesi'nin yerli halkın iş gücüne ve işbirliğine ihtiyacı vardı. Kilise, misyonerlik faaliyetlerinde Quechua, Nahuatl, Guaraní gibi yerel dillerinin yanı sıra diğer Kızılderili dillerini de kullanıyorlardı. Bu dillerin kullanımını yaygınlaştırarak onları yazı dili haline de getiriyorlardı. İlk olarak 1523'te,Fransiskan misyoner Pedro de Gante tarafından yerliler için ilkel okullar açılmıştı.
Konkistadorlar ele geçirdikleri şehirleri, genellikle ödül olarak askerleri arasında pay ederlerdi. Batı Hint Adaları dahil olmak üzere, belli bölgelerde yerli nüfus neredeyse yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. İhtiyaç duyulan iş gücünün ikamesi için Afrika'dan siyah köleler getirildi.
Aynı dönemde Portekiz, Brezilya'da yeni ticari merkezler yaratmak için yoğun bir sömürgeleştirme hareketine başlamıştı. Plantasyonlarında çalıştırmak üzere milyonlarca köle ithal ettiler. Portekiz ve İspanya bu kolonilere sahip olmanın dışında, elde ettikleri diğer vergilerle birlikte, buralarda elde edilen tüm gelirin %20'sine de (Casa de Contratación tarafından toplanan Quinto Real isimli vergi) el koymaktaydılar. 16. yüzyılın sonunda Amerikan gümüşü, toplam İspanya bütçesinin %20'lik kısmına ulaşmıştı.[7] Aynı asırda Amerikan limanlarına 240.000 Avrupalı ayak bastı.[8][9]
İspanyolların, 16 asırda Aztek, İnka ve diğer Amerika topraklarından elde ettikleri servetler, diğer Avrupalı ülkelerin de gözlerini kamaştırıyordu. İngiliz koloniciler 1607 yılında, Jamestown, Virginia'da ilk kalıcı yerleşimlerini kurduklarında, İspanyolların elde ettikleri zenginliklere sahip olmayı ümit ediyorlardı. Koloniler, Yeni Dünya'nın ekonomik potansiyelini olduğundan fazla abartan iş adamları tarafından kurulmuş, Virginia Company gibi konsorsiyum şirketleri tarafından finanse ediliyorlardı. Asıl amaç bu topraklarda altın bulmaktı.[2]
Altın madenini bulmanın, insanların kendi yaşamsal ihtiyaçlarını sağlamaktan çok daha önemli olduğuna onları ikna edecek, John Smith gibi güçlü liderler seçiliyordu. Kolonicilerin ölüm oranı son derece yüksekti. Bu da birçoğunu umutsuzluğa ve hayal kırıklığına sevk ediyordu. John Rolfe gibi kaşiflerin girişimiyle tütün bitkisi, Virgina ve onun komşusu Maryland kolonilerinin ekonomisinde itici güç ve en önemli ihraç ürünü haline geldi.
Kurulduğu 1587 yılından 1680'lere kadar, Virginia Kolonisi'nin nüfusunun ve asıl iş gücü kaynağının büyük bir kısmı, sömürgelerde kendilerine yeni bir hayat arayan, indentured servant adı verilen bir sistemle, emeklerini belli bir süreliğine kiralamaya razı olmuş Avrupalı göçmenlerden oluşuyordu. 17 yüzyılda Avrupalı kiralık işçiler, Chesapeake bölgesinde nüfusun 2/3'ünü oluşturuyorlardı. Kiralık işçilerin büyük kısmı, aileleriyle birlikte çok zor koşullarda yaşayan çocuk sayılabilecek yaştaki gençlerdi. Babaları, onların toprak sahipleri tarafından tol ücretleri ödenerek Amerika'ya götürülüp, belli bir yaşa gelinceye kadar ücretsiz çalışmalarına izin veren bir kağıt imzalıyordu. Bu gençlerin yaşamsal tüm ihtiyaçları Amerika'daki toprak sahipleri tarafından karşılanıyor, çiftçiliğin yanında başka meslekler de öğretiliyordu. İş gücü kıtlığı çeken Amerikalı toprak sahipleri, bu gençlerin masraflarını karşılımayı kabul ediyorlardı. Amerikalı toprak sahipleri, kendilerine beş ila yedi yıl boyunca hizmet eden bu gençlere, daha sonra Amerika'da kendi yaşamlarını kurmaları için izin veriyorlardı.[10] Ancak pek azı bu hakkı elde ediyordu. Zira göçmenlerin çoğu, kolonilere ulaştıktan sonra, birkaç yıl içinde yaşamlarını kaybediyorlardı.[2]
1690'ların sonuna doğru İskoçya Krallığı tarafından, yeni ticaret merkezleri oluşturmak amacıyla, Panama Kıstağı'nda, sonu hüsranla bitecek Darien Planı adında bir girişimde bulunuldu. Plan, o bölgedeki ticareti ele geçirip, İskoçya'yı ekonomik açıdan daha iyi bir pozisyona taşımayı amaçlıyordu. Ancak, yanlış öngörüler, planlamadaki yetersizlik, yönetimdeki zaaf, yetersiz emtia talebi ve yok edici salgınlar bu projeyi akamete uğrattı.[11] İskoçya Krallığı'nın İngiliz Krallığı ile birleşerek Büyük Britanya'yı oluşturmasını sağlayan 1707 Birleşme Yasası'nı imzalamasındaki etkenlerden biri de, Darien Planı'nın hüsranla sonuçlanmış olmasıdır. Bu anlaşma ile, artık Britanya kolonileri olarak adlandırılmakta olan İngiliz sömürgelerinde, İskoç Krallığı serbestçe ticaret yapabilecekti.[12]
Fransa, Karayipler'deki sömürgelerinde ekonomik olarak şeker plantasyonlarına odaklanmıştı. Kanada'da ise yerlilere yapılan kürk ticareti önem arz ediyordu. Fransa'dan yaklaşık 16.000 kadın ve erkek kolonici olarak gelmişti. Bunların büyük kısmı, Saint Lawrence Nehri boyunca yerleşerek, yaşamlarını çiftçilikle idame ettirdiler. Uygun çevre koşulları ve verimli topraklar, 1760 yılına gelindiğinde yerleşimcilerin sayısının 65.000'e ulaşmasını sağladı. 1760 yılında İngilizler Fransızların bu kolonisini ele geçirdi. İngiliz hakimiyetine rağmen, toplumun kültürel, dini, ekonomik, sosyal yaşantısında pek az değişiklik gözlendi. Zira bölge halkı geleneklerine çok sıkı şekilde bağlıydı.[13][14]
Yeni Dünya'ya ilk olarak gelen dini gruplar, İspanya ve Portekiz'den (daha sonra Fransa'dan) gelen, inançlarına sadık Roma Katoliği yerleşimcilerdi. İngiliz ve Hollandalı yerleşimci gruplar ise, dinsel açıdan çok daha fazla farklılıklar gösteriyorlardı. Kolonilerde Anglikanlar, Hollandalı Kalvinistler, İngiliz Püritenler, İngiliz Katolikler, İskoç Presbiteryanlar, Fransız Huguenotlar, Alman ve İsveçli Lüteryanlar, Quakerlar, Mennoniteler, Amişler, Moravian Kilisesi mensupları ve Yahudiler gibi birçok ulustan çok farklı mezhep ve inançlarda insanlar yaşamaktaydı.
Kolonicilerin birçoğu, ibadetlerini herhangi bir dinsel baskıya maruz kalmadan icra edebilmek Amerika'ya gelmişlerdi. Protestan reformistler, 16. yüzyılda Eski Dünya'da, Batı Hristiyanlık aleminin birliğini parçalamışlar, birçok yeni mezhebin doğmasına yol açmışlardı. Bu yeni mezhepler, çoğunlukla devletlerin baskı ve takibine maruz kalıyordu. 16 yüzyılın sonuna doğru İngiltere'de çok sayıda hristiyan İngiltere Kilisesi'ni sorgulamaya başladı. Bu sorgulamayı yapan grupların başında Püriten hareket bulunmaktaydı. Püritenlere göre İngiltere Kilisesi, İncil'le hiç alakası olmadıklarını düşündükleri tüm Katolik ritüellerden arınmalıydı (purify).
Monarkın tebaası üzerinde Tanrısal bir yönetim hakkı olduğuna yürekten inanan, İngiltere ve İskoçya Kralı I. Charles, bu mürtedlere karşı çok sert bir tutum takındı. 1629-1642 yılları arasında, bu baskıya dayanamayan 20.000 kadar Püriten New England'a göç edip, burada koloniler kurdular. 1681 yılında Kral II. Charles, babasına olan borcuna karşılık olarak William Penn'e, bugünkü Pensilvanya ve Delaware topraklarının içinde bulunduğu arazi parçasını verdi. Penn tarafından 1682'de yönetilmeye başlayan bu koloni, dinsel baskıdan kaçan Quakerlar'ın ve diğer grupların güvenli sığınağı oldu. Baptistler, Quakerlar, Alman ve İsviçreli Protestanlar Pennsylvania'ya akın etti. Ucuz arazi, din ve ifade özgürlüğü, insanların kendi hayatlarını şekillendirebilme imkânı, bu özgürlük ortamı kolonicelere çok cazip görünüyordu.[15]
Avrupalılar Amerika kıtasına ulaşmadan önce de burada kölelik vardı. Yerli kabileler savaşlarda canlı ele geçirdikleri düşmanlarını esir alabiliyorlardı.[16] Bu esirlerin bir kısmı, Aztekler'de olduğu gibi, kurban ediliyorlardı. İspanyollar da, Karayipler'de Kızılderilileri köleliştirerek, kölelik rejimini sürdürdüler. Avrupa'dan gelen hastalıklar, beyazların kötü muamele ve istismarı yüzünden yok olma noktasına gelen yerli nüfusun yerine, iş gücü eksikliğini de kapatmak için, Afrika'dan Amerika'ya büyük ölçekte köle ticareti yapılmaya başlandı.
18. yüzyıla gelindiğinde, o kadar çok siyah köle getirildi ki, Amerikan yerlileri çok daha az oranda köle olarak kullanılmaya başlandı. Siyah köleler, çoğunlukla Afrikalı sahil kabileleri tarafından ele geçirilip köle tüccarlarına satılıyor, köle gemileriyle de Amerika'ya getiriliyordu. Getirilen köleler, rom, silah ve barut gibi ticari malzemelerle değiş tokuş ediliyordu. Kölelerin büyük kısmı Karayipler'deki ve Brezilya'daki şeker üreten kolonilere gönderilmekteydi. Yaşam süreleri çok kısa olduğu için, sürekli olarak yeni kölelere ihtiyaç duyuluyordu.
Karayipler, Brezilya, Meksika ve ABD'ye 12 milyon kadar Afrikalı köle getirildiği tahmin edilmektedir.[17][18]
Amerikan kolonilerine ithal edilen köle sayısı[19]
Afrikadan köle olarak çıkartılan toplam 12 milyon insanın %5'i, yani yaklaşık 600,000 kadarı ABD topraklarına getirilmişti.[21] Kölelerin yaşam süresi burada görece olarak (daha iyi beslenme, daha az hastalık, daha iyi bakım gibi sebeplerle) daha uzun sayılabilirdi. Doğum oranı, ölüm oranını geçti ve 1860 sayımına göre kölelerin sayısı 4 milyona ulaştı. 1770'ten 1860'a kadar geçen sürede, Kuzey Amerika kölelerinin nüfus artış hızı, herhangi bir Avrupa ülkesininkinden fazlaydı. İngiltere'nin ise tam iki katıydı.[22]
Avrupa ve Asya'da insanlar, tarih boyunca, küçük ve büyükbaş hayvanlarıyla, kümes hayvanlarıyla iç içe yaşayarak, onlarla yaşam alanlarını paylaşmıştı. Bu yaşam tarzının Amerika'da da devam ettirilmesi, o zamana kadar Amerika'da hiç görülmemiş birtakım salgın hastalıklara yol açtı. 1492'den sonra, sonra Avrupalılarla büyük ölçüde temasa keçen kızılderililer, hiç de alışık olmadıkları pek çok sıra dışı hastalığa maruz kaldılar.
Çiçek hastalığı (1518, 1521, 1525, 1558, 1589), tifüs (1546), grip (1558), difteri (1614) ve kızamık (1618) gibi, Avrupalıların getirdiği bulaşıcı hastalıklar[23][24] 10 ila 20 milyon Amerikalı yerlinin[25] canına mal oldu. Bu rakam neredeyse, Amerikalı yerli halkın %95'ine teakabül etmekteydi[26][27][28] Kültürel ve siyasi çalkantıların yanı sıra, salgınlar yüzünden gerçekleşen toplu ölümler, daha önce kızılderililer tarafından sahip olunan geniş arazilerin ve birçok zenginliğin kolayca Avrupalı yerleşimcilerin eline geçmesine yardım etti[29]
Salgın hastalıklar o kadar büyük miktarda insanın hayatına mal oldu ki, kayıpların gerçek boyutunu tam anlamıyla belirlemek mümkün olamamaktadır. Kolomb öncesi nüfus hakkında tahminler çok çeşitlidir ve hangisinin doğruyu yansıttığı da bilinmemektedir. Bu sebeple Kolomb öncesi nüfus miktarı hakkındaki tahminler dikkatle ele alınmalıdır. Kızılderili popülasyonu, 20. yüzyılın başında tarihin gördüğü en alt seviyeye düştü. Sonrasında ise birçok bölgede nüfusta toparlanma görüldü.[30]
Seamless Wikipedia browsing. On steroids.
Every time you click a link to Wikipedia, Wiktionary or Wikiquote in your browser's search results, it will show the modern Wikiwand interface.
Wikiwand extension is a five stars, simple, with minimum permission required to keep your browsing private, safe and transparent.